Güncelleme Tarihi:
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Anıtkabir mesajını özetlersek şöyle diyor; ‘1920-1938 arası dönem arasında cumhur ile başkanı arasına sonradan mesafeler girdi. 10 Ağustos 2014’ten sonra bu bağ yeniden güçlenecek’. Bu tür kategorik bir dönem tercihinin arkasında ne yatıyor sizce?
Gerek Cumhurbaşkanımız gerekse Başbakanımız yeni bir söylem oluşturmak istiyorlar. Bu söylemi geleceğe dönük bir dizi hazırlığın parçası olarak algılıyorum ben. Bu yeni bir tarihsellik, tarihi yeniden yorumlama üzerine kurulu bir söylem. Bir takım dönemlendirmeler yapma çabası gündemde. Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın daha önceki dönemlendirmeleri daha çok I. Meclis ile bağlantılıydı. 1923’e kadarki bir dönemi kapsıyordu. O nedenle de mümkün olduğu kadar Gazi Mustafa Kemal demekle yetiniyordu. Atatürk’ü ifade etme yoluna gitmiyordu. Orada tabii Cumhuriyet’in erken dönemleriyle ilgili de bir takım kaygıları olduğunu dolaylı bir biçimde çıkarsamak mümkündü. Şimdi 1920-1938 dönemi bir anlamda aklanan bir dönem oldu Cumhurbaşkanımızın söyleminde. Bunun belirli bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıktığını düşünüyorum.
1920’LERİN GÜÇLER BİRLİĞİ ANLAYIŞIYLA BAĞ KURUYOR
- Bu söylemlerle kamuoyunu neye hazırlıyorlar?
Gündemde olan yeni bir yapılanma. 2015 seçimleriyle birlikte bir tür kurucu meclis oluşturma çabası içinde bana sorarsan. Başkanlık sistemine geçebilmek için köklü dönüşümlere gitmek gerekiyor. İşte bu tür bir kurucu meclisle aslında Cumhuriyet’in inşa evresindeki yapılanma arasında bir bağ kurma gereği duyuyor Cumhurbaşkanımız. O nedenle de 1920 sonrası daha farklı bir anlam ifade etmeye başladı onun nezdinde. Burada aslında temel söylem halkın iradesi. Bunlar bildiğiniz gibi Erdoğan’ın sürekli vurguladığı kavramlar. Aslında Cumhuriyet’in erken döneminde de bu tür bir söylem hâkimdi. Hâkimiyet-i milliye kavramı belirgin bir biçimde öne çıkarılıyordu. Bu beraberinde güçler birliği anlayışını da getiriyordu. Cumhuriyet’in inşa sürecindeki güçler birliği ile bugün Erdoğan’ın hedeflediği güçler birliği arasında önemli bir bağ olduğu kanısındayım şahsen. Burada tıpkı Rousseau’nun toplum sözleşmesi gibi iradenin bütünselliği ve halkın iradesi söz konusu. Bu halkın iradesi de aslında bir tür popülizm. Bu popülizmin önümüzdeki dönemde literatürde epey yer edeceği kanısındayım.
- O halde Cumhuriyet’in inşa dönemini bir anlamda kendileri için aklayan o söylem ve Atatürk’e güçlü referanslar güçler birliği konusunda adım atabilmenin altyapısı için mi sizce?
Orada iki husus var. Birincisi Atatürk gibi Cumhuriyet’i kurmuş karizmatik bir kimliğin dışlanamayacağı bariz bir gerçek. Ama onun da ötesinde çok daha pratik bir gerekçeyle o döneme sahip çıkılıyor. O evredeki otoriter yapılanma aslında bugünkü perspektifte de gündemi bir şekilde oluşturan bir yapı. Meclisin denetlendiği, güçler ayrımının dışlandığı bir evreden, liberal demokrasinin sorgulandığı bir evreden söz ediyoruz. Bugün de benzer bir yapıyı gündemde tutuyoruz. Cumhuriyet öncesi tüm bu konular tartışılırken güçler ayrımına karşı tavır koymanın temel nedenlerinden biri Osmanlı parlamenter düzeninin yürümemesiydi. Mustafa Kemal’in vurguladığı husus Osmanlı’nın çöküşünün arkasında o tür bir parlamenter düzen olmasıydı. Bunu 1 Aralık 1921’de Meclis’te yaptığı ünlü konuşmasında bariz bir biçimde ortaya koyuyor. Ama bugün hâlâ milli mücadele yıllarındakine benzer bir söylemi kabullenmek zaman ve mekânla bağdaşmıyor.
ZAFER TOPRAK KİMDİR?
Prof. Dr. Zafer Toprak, uzun yıllardır Boğaziçi Üniversitesi’nde Ekonomi ve Toplum Tarihi profesörü olarak görev yapıyor. Kurucu başkanı olduğu Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’nün yönetimini yakın zamanda Şevket Pamuk’a devretti. Bir dönem Tarih Vakfı başkan yardımcılığı da yaptı. Çok sayıda eserinin arasında en iyi bilinen bazıları şunlar: 1908-1918 Yılları Arasında Türk Milli Ekonomisi, Ulusal Burjuvazi, İttihat ve Terakki ve Devletçilik, İmparatorluk Borçlarından Global Arzlara - İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın Yükselişi, Türkiye’de Popülizm, Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji.
NUTUK’TA DA ÖNCESİNİ DIŞLAR BİR SÖYLEM VARDIR
- Neo-Osmanlıcı diye tanımlanan, dolayısıyla 1923’ün geçmişi bıçak gibi kesip atan tarafını çok eleştirmiş bir siyasi hareketin liderinin bugün 1938’den sonrayı kesip atan bir eğilimde olması bir ikilem değil mi?
Tabii. Böylesi bir ikilem yeni bir evrenin gündeme geldiği dönemlerde oluşuyor. Biliyorsunuz, Nutuk ‘1919’da Samsun’a çıktım’ diye başlar, daha öncesini dışlar bir söylem söz konusudur. Aynı şekilde burada benzer bir perspektif görülüyor. Bahsettikleri fetret devri ne kadar uzayacak, onu da tam kestiremiyorum açıkçası. Yeni bir yapının önünü açmak için geçmiş yapılanmanın bir şekilde sorgulanması gerekiyor. O sorgulanan dönemde aslında Türkiye’nin ciddi kazanımlarının oldu, bunu da göz ardı etmememiz gerekiyor.
- Sonuçta AK Parti’yi doğuran da o dönem değil mi?
Tabii, AK Parti’yi doğuran bu. Bütün bu kadroların daha önceki evrede birikim elde ettiklerini, eğitimlerini bu dönemde görüp belli bir zihniyeti edindiklerini unutmamak gerekir. O nedenle dışlanacak bir dönem olarak algılanmaması gerekir.
TÜRKİYE YENİ BİR KIRILMA NOKTASINA DOĞRU GİDİYOR
- Bugüne kadar AK Parti’nin ileri gelenleri ‘Neo-Osmanlıcı’ etiketini kabul etmeseler de bu sıfat daha çok bölgesel politikalar nedeniyle dışarıdan kendilerine yakıştırıldı. Bugün Erdoğan’ın erken Cumhuriyet’e sahip çıkan vurgularını yeni dönemde Osmanlı’dan daha çok Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinden ilham alan bir çizgide ilerleyeceğinin işareti mi?
E çünkü o bir kırılma noktası. Erdoğan’ın bugün söyledikleri de aynı şekilde bir kırılma noktasının gündeme geleceğinin ifadesi diye düşünüyorum. Yoksa tabii ki bugünkü iktidarın da tarihsel devamlılık konusunda bir görüşü var. Osmanlı’yı dışlayacak değildir. Ama 1920-1938 döneminin ön plana çıkarılması, 1920’nin bir kırılma noktası olduğuna işaret etmesi açısından önemli. Yani Türkiye yeni bir kırılma noktasına doğru gidiyor.
- Belli evreler dışarıda bırakılarak yapılan bir tarih okuması sağlıklı mıdır?
Tarihin temel sorunlarından biri süreklilik ve kesintidir. Bu kesintiler aslında bize tarihi daha iyi anlamamız için yararlı olur. Hatırlayacaksınız, ortaöğrenimde ilkçağ, ortaçağ, yeniçağ, yakınçağ vardı. Bunlar geçmişi analitik bağlamda anlamamızda bize bir takım kolaylıklar sağlar. Türkiye’nin tarihinde de bu tür kırılma noktaları hep var. İşte Tanzimat, Cumhuriyet, çok partili dönem diyoruz. Ama günümüzde tarihe mesafeli bakamıyoruz. Tarih gündemin ana maddelerinden biri olduğu için geçmişi teleolojik biçimde algılıyoruz. Bugünden geçmişi okuma çabası içinde oluyoruz. Bu nedenle de tarihi eğip büküyoruz, kendi güncel kaygılarımız nedeniyle tarihi biçimlendirme çabası içinde oluyoruz. Bu tabii tırnak içinde tarihsel gerçeklerle çoğu kez bağdaşmıyor. 1938, evet Gazi’nin yitirildiği bir yıldır ama Türkiye’de iktidarın sürekliliğini de unutmamak gerekir. Tek parti dönemi devam ediyor.
1938’E KADAR DERS KİTAPLARINDA ‘TANRI İNSAN ZEKÂSININ ÜRÜNÜDÜR’ YAZAR
- Evet, o da bir ironi aslında. Erdoğan gibi sandık demokrasisini siyasetin kutsalı olarak gören bir lider 1938’den sonrasını, dolayısıyla da çok partili siyaset dönemini yok saymış olmuyor mu?
Bir de şu var, çok partili hayata geçişteki kırılma noktası daha anti-klerikal bir evreden daha din faktörünün ön plana çıktığı evreye geçişi sembolize ediyor. Yani aslında daha sıcak bakmaları gereken bir dönem. 1938’e kadar ders kitaplarında ‘Tanrı insan zekâsının ürünüdür’ yazar. Bunların kaldırıldığı bir evredir 1938 sonrası. Aşırı bir laiklik anlayışına mesafe konulan bir evredir. Türkiye’de bazı sağlıklı gelişmelerle karşı karşıya olduğumuz bir dönemdir. Her şeyden evvel II. Dünya Savaşı’na girmemişiz, bu büyük bir kazançtır. Çok partili döneme geçmişiz, bu büyük bir kazançtır. Türkiye daha ileride ekonomik büyümesini gerçekleştirmiştir. Bunları göz ardı etmek, hatta fetret olarak nitelendirmek sağlıklı bir görüş olmasa gerek.
- ‘Fetret’ ifadesini yanlış hatırlamıyorsam yeni Başbakan Davutoğlu daha ziyade 2002’de kendilerinin iktidara gelmesinden hemen önceki döneme referansla kullandı.
Anlıyorum ama paralel yapıyla mücadele ve Kürt sorunun çözümünde fetret devrini sona erdirmek şeklinde de kullanılıyor gibi geliyor bana.
- İlk seçilmiş cumhurbaşkanı olmayı haklı olarak önemseyen bir lider, hiç seçilmemiş Atatürk’e ‘Bir tek senin dönemin iyiydi, sonrası hep kötü oldu’ diyor. Bu da ciddi bir çelişki değil mi?
Evet, Türkiye’nin çok partili dönemde önemli kazanımlarının olduğunu göz ardı edemeyiz. Türkiye’de parlamenter düzen 1908’den beri bir süreklilik arz etmiştir. Arada sırada kesintiler olduysa da, o dönemlerde bile kurucu meclis, danışma meclisi gibi mekanizmalar olmuştur. Avrupa’da sayılı ülkede bu tür bir devamlılık vardır parlamenter sistem bağlamında, çok enderdir. Türkiye’de iktidarın bir şekilde geçmişine sahip çıkması gerekir. Bu tür dönemlendirmeler yapması sakıncalıdır.
‘YENİ TÜRKİYE’ TARİHİMİZDE İLK DEFA KULLANILMIYOR
- Küllerinden doğduğu söylenen ‘Yeni Türkiye’ ne anlama geliyor? Bu tanımın içi henüz pek doldurulmadı sanki. Ya da biz ‘Yeni Türkiye’ ile yolda mı tanışacağız?
Her dönüşüm evresinde ‘yeni’ sözcüğü Türkiye’de kullanılır. ‘Yeni’ sözcüğünü Meşrutiyet yıllarında çok kullanmışızdır mesela, keza 1950’lerde de kullanıldı ‘Yeni Türkiye’. Belirli bir dönüşümün olacağını ifade etmek için zımnen bir eski inşa etmek gerekiyor. ‘Yeni Türkiye’ lafını belki bir siyasi retorik bağlamında bir yere oturtabilirsiniz ama Türkiye’nin bambaşka bir ülke olabilmesi demokrasilerin böyle geliştiği ortamda güçtür. ‘Yeni Türkiye’nin içi nasıl doldurulacak, onu ben de şahsen merak ediyorum. Türkiye her gün kendini yenileyen bir ülke. Yeni Türkiye, restorasyon, fetret devri gibi kavramlar aslında bir siyasi söylemin parçaları.
- Nereye varılacak bu kavramlarla?
Parlamenter sistemden çıkıp başkanlık sistemine geçişin ön hazırlığı olarak yorumluyorum.
RESTORASYON GERİYE DÖNÜŞÜ SİMGELER
Başbakan Ahmet Davutoğlu
- Davutoğlu’nun kullandığı ‘restorasyon’ ifadesinden ne anladınız?
Restorasyon Fransızca bir sözcük. Türkçede inşaatta, yıkık dökük bir yapıyı yeniden inşa etmek anlamında kullanılır. Terim Fransızcadan Türkçeye girmiştir. Fransız tarihinde restorasyon bir tür geriye dönüş anlamına gelir. Fransız Devrimi ertesi 1814’te krallığın yeniden ihdas edilmesi yönündeki bir çabayı ifade eder. O nedenle de restorasyonu ne kadar doğru kullanıyoruz, benim bir takım kaygılarım var bir. Reform diyebilirdik, yeni açılımlar diyebilirdik, farklı şekillerde ifade edebilirdik. Başbakanımız bu sözcüğe neden gerek duydu, bilemiyorum.
- Sayın Davutoğlu’nun başbakan olarak tercih edilmesi dış politikada devamlılığın simgesi olarak algılanıyor. 12 yıl içinde ortaya çıkan AK Parti dış politikası Cumhuriyet’in nasıl bir evresine oturuyor sizce?
Türkiye Lozan’la birlikte yepyeni bir dış politika ihdas etti. Yurtta sulh, cihanda sulh. Mümkün olduğu kadar çevresindeki çatışma ortamlarından mesafeli durmayı hedefledi. Tabii bu politika 1952 sonrasında Türkiye’nin NATO ile birlikte belli bir güvence elde etmesiyle yakından bağlantılıydı. Özellikle bloklu dünyanın dağılması sonrasında Türkiye bir takım yeni arayışlara girmek durumunda kaldı. Yakın çevresiyle yakından ilgilenmek ve daha geniş coğrafyaya yönelmek çabası içinde oldu. Ben bunları şahsen olumlu görüyorum. Ama bu süreçte önemli sorunların da ortaya çıktığını ve dış politikamızın eleştirilecek unsurları olduğunu söyleyebilirim. Batı ile ilişkilerimizin düzeyi Cumhurbaşkanlığı devir teslim törenlerine de yansıdı.
BATI İLE İLİŞKİLER HASSAS NOKTADA
Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı devir teslim törenine katılan konukları resepsiyonda ağırladı.
- Batı’dan katılım oldukça düşük seviyede kaldı, buna dikkat çekiyorsunuz sanırım.
Evet, ben her halükârda Türkiye’nin yüzünün Batı’ya dönük olması gerektiği kanısındayım. Bu ilişkilerin çok hassas bir aşamada olduğunu göz ardı etmememiz gerekir. Yeni bir dünya kuruluyor ve Türkiye’nin yerinin yine Batı’da olması gerektiğini düşünüyorum.
- Davutoğlu’nun öğrencilerinden biri geçenlerde şöyle dedi; ‘Kendisini herkes Neo-Osmanlıcı bilir ama Hoca aslında Pan-İslamist’.
Haksızlık etmemek gerekir. Dünyada bu tür bir söylem özellikle bloklu dünyanın çözülmesinden sonra çıktı ama o anlayış Arap Baharı ile birlikte epey yıprandı. Tabii bana düşmez Pan-İslamist mi, Neo-Osmanlı mı bunları söylemek. Ama Türkiye’nin geçmişine sahip çıkması anlamlıdır. Osmanlı’nın değerleri bizim kazanımımızdır. Osmanlı’dan beri süregelen devlet geleneğimizdeki değerleri dışlamamak gerekir. Birçok yönden bizim bugünkü kimliğimizi oluşturan getirileri vardır. Bugün İmparatorluk dönemindeki bir takım ülkelerle olumlu ilişkiler kurması da anlamlıdır benim için. Ama bu süreç, bizim dünyadaki diğer dostlarımızla ilişkilerimizi geri plana itme anlamına gelmemeli.
‘STRATEJİK DERİNLİK’ ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE BİR BOŞLUĞU DOLDURDU
- Başbakan Davutoğlu kongre konuşmasında akademik hayattan geldiğini ele veren ‘epistemoloji’ gibi bir takım kavramlar kullandı. Bunlar kitlelerin rahatlıkla alabileceği mesajlar mı?
Tabii ki tüm akademisyenlerin kendi deformasyonları vardır. Ne kadar siyasete atılırsanız atılın – ki Başbakanımız nispeten geç atılmıştır siyasete– gayriihtiyari alışma süreci içinde kendi çıkınındaki terminolojiyi kullanmadan edemeyebilir. Zaman içinde daha kitlelere dönük söylemlerde bunların dışlanacağını varsayıyorum. Ama akademiada hepimiz bu tür terimleri günlük dilimizde de kullanıyoruz.
- Başbakan Davutoğlu’nun ‘Stratejik Derinlik’ kitabındaki argümanları tarihçi gözüyle nasıl buluyorsunuz?
Onun yazıldığı dönem dünyada önemli değişimlerin olduğu bir evreydi. O veriler ışığında kaleme alınmış bir kitaptır. Akademik olarak anlamlı bir çalışmadır. Uluslararası ilişkiler bağlamında da Türkiye’de bir boşluğu doldurmuştur. Çünkü uluslararası ilişkiler bağlamında geleneksel bir söylemin dışına çıkılması gerekiyordu.
TÜRKİYE’DE TARİHÇİLİK MİSYONERLİĞE DÖNÜŞÜYOR
- En başa dönersek... Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son günlerdeki ‘Aziz Atatürk’ vurguları dikkat çekmeyecek gibi değil. Bu sistem son kertede Kemalist olmasa da Atatürkçü siyasetçiler mi üretiyor?
Şöyle ifade edeyim; Cumhuriyet’e sahip çıkıyorlar. Bu benim son derece olumlu gördüğüm bir husus. Belki 1938 sonrası kaygıları daha çok muhalefetteki partiyle olan ilişkilerinden kaynaklanıyor. Cumhuriyet’i kuran parti hâlâ orada ve bu durum belki günlük siyasette bir tavır almayı gerektiriyor. Ama şunu da unutmayalım; Türkiye çok partili döneme büyük ölçüde İnönü’nün dirayeti sayesinde ulaştı. Dünyada ‘milli şef’ olarak iktidardan ayrılan ve muhalefete geçen çok az lider vardır, belki de yoktur. Bizim bütün bu dönemleri aslında çok daha serinkanlı biçimde değerlendirmemiz gerekiyor. Günübirlik bir şekilde geçmişi sorgular duruma gelmemeliyiz. Bunu biz sürekli yapıyoruz ve bu sağlıklı bir şey değil. İşin kötüsü bu tarih camiasını da olumsuz yönde etkiliyor.
- Akademisyenler de ideolojiye teslim mi oluyor?
Bir noktada misyonerleştiriyorsunuz. İnsanları akademia içinde tavır almaya zorluyorsunuz. Kendinizi güncel politikayla konumlandırmak sağlıklı bir şey değil. Bugün Batı’da insanlar 30-40 yıl öncesini çok daha mesafeli biçimde değerlendirebiliyor. Çok daha tırnak içinde objektif biçimde ele alabiliyorlar. Türkiye’de maalesef bu yapılamıyor. Türkiye’de siyasi söylem kimi sosyal bilimlerde yönlendirici bir işlev görüyor.
MUTLAK OBJEKTİF BİR TARİH OLANAKSIZ
- Tamam da hocam, objektif tarih okuması diye bir şey hakikaten söz konusu olabilir mi ki? İlla ki belli bir siyasi çerçeveye oturacak...
Tabii ki mutlak objektif bir tarihten söz etmek olanaksız. Ama tarihçinin eleştirel bir perspektifi olması gerekir, şahsen buna inanıyorum. O eleştirel tavır içinde tarihçiyle iktidar arasında bir mesafenin olması gerektiği kanısındayım. Biz bu mesafeyi maalesef Türkiye’de oluşturamıyoruz, çünkü üniversitelerin özerkliği sorgulanacak noktada. Devletin ve iktidarın sizden beklentilerine yanıt vermediğiniz takdirde bunun bedelini ödemek durumda kalabiliyorsunuz. O nedenle de Türkiye’de tarihçilik çoğu kez misyonerliğe dönüşüyor.
‘YENİ TÜRKİYE’ SOMUT İHTİYAÇ DEĞİL, İKTİDAR TUTKUSUYLA BAĞLANTILI
- İktidar ‘Yeni Türkiye’ diyor, siz iktidarla o mesafeyi koruyan bir tarihçi olarak girdiğimiz yeni dönem için ne dersiniz?
Eğer siyasi tarih yapıyorsanız farklıdır, iktisat tarihi yapıyorsanız farklıdır dönemlendirmeler. 2008 mesela dünya ekonomisi açısından önemli bir kırılma noktasıdır. Hatta biz yüzyılları bile farklı eksenlerde ele alırız. 19. yüzyılı Fransız İhtilali’nden başlatıp 1914’te bitiririz. 19. yüzyıl uzundur, oysa 20. yüzyıl kısadır. 1914’te başlatıp Sovyetler’in çöküşüyle bitiririz. Türkiye’deki dönemlendirmeleri de global dünyadaki gelişmelerle birlikte ele almamız gerektiği kanısındayım. Tabii ki 2001-2002 belirli bir kırılma noktası ifade ediyor. Ama Türkiye’de bu tür siyasal dönüşümleri biz epey sık yaşıyoruz. Türkiye’de askeri müdahaleler nedeniyle siyasal yapıların kalıcı olamaması aslında en büyük sorun. Çünkü o kırılma noktaları sürekli sıfırdan başlamayı gerektiriyor. 27 Mayıs sonrası yeniden başladık, 12 Eylül sonrası yeniden başladık.
- Bugün zaten 12 yıldır iktidarda olan parti bugün yola devam ediyor. Neden yeniden başlamaya ihtiyacımız var hâlâ? Tek mesele başkanlık sistemi mi?
Ben yeniden başlama ihtiyacını görmüyorum şahsen. Bunun Türkiye’nin somut gereksinimlerinden çok bir iktidar tutkusuyla bağlantılı bir husus olduğu kanısındayım. Yoksa Türkiye’de parlamenter rejim bugüne kadar belirli bir performans gösterdi. Bundan sonra da göstermemesi için bir neden yok. Evet Türkiye’de yeni bir anayasaya ihtiyaç var ama bunu çok daha uzlaşmacı bir biçimde yapmamız gerekir. Türkiye’nin en büyük sorunu bu çatışma zihniyeti. Umudum Türkiye’de tekrar uzlaşmacı bir ortamın yaratılabilmesi.
ATATÜRK DÖNEMİNİ REHABİLİTE ETTİ
- 12 yıldır Erdoğan’ın söylemlerinde Menderes ve Özal’ın önemli yeri vardı. Şimdi bu 1938 sonrasını yok sayan söylemde onlara referans azalacak mı? Bir tek Atatürk’le eşitlenmeye giden bir eğilim mi var?
Öyle bir vurgu oldu devir teslim sırasında. Şöyle ifade edeyim; Atatürk dönemi rehabilite edildi. Ama Demokrat Parti ya da Özal dönemlerinin bu iktidar tarafından dışlanacağı kanısında değilim.
- Bu sadece dönemsel bir öykünme mi, yoksa liderlik kalibresi anlamında da bir eşitlenme hevesini içinde barındırıyor mu?
E tabii Atatürk’ün karizmatik bir kimliği ve dünyada seçkin bir konumu vardı. Bu her siyasetçinin bir şekilde özlemle bakabileceği bir husustur. Ama hangi gerekçelerle olursa olsun Cumhuriyetimizin inşa evresine sahip çıkmak son derece olumlu bir perspektiftir. Ben bunu bir artı olarak değerlendiriyorum. Şimdiye kadar Birinci Meclis’in ötesine geçilmiyordu. Artık Birinci Meclis sonrasındaki meclislerin de anlamlandırıldığı bir evredeyiz.
- Atatürk’ün popülizmiyle Tayyip Erdoğan’ın popülizmi arasında bir paralellik var mı?
Önemli farklar var. Atatürk’ün popülizmi iki dünya savaşı arasında bir ‘interregrum’a (eski halin iadesi) denk gelir. Son derece sorunlu bir evredir. Türkiye’nin inşa evresindeki popülizmin kendine özgü bir anlamlılığı vardır. Popülizm liberal demokrasiyle bağdaşmayan hususlar içerir. Büyük kitleyi yanına alıp diğerlerini dışlama noktasında sorun yaratabilir. Bugün bunu yaşadığımızı düşünüyorum. İktidarın yeterince kucaklayıcı olduğu kanısında değilim.