‘‘İstanbul Hatırası’’ yazmasa da onu andıran panoyu, her seferinde farklı bir semte yeniden kurarlar ve yoldan geçenleri ‘‘kesmeye’’ başlarlar. Tabii hepsini ikna edemez, kiminden küfür, kiminden çanta yerler. Yıllar süren çalışma sonucu, ikna edebildikleri yüzlerce kişiyi fotoğraflarlar. Öyle oldukları gibi, tüm hikayeleriyle, poz verdirmeden. Bir mezuniyet ödevi olarak başlayan çalışmaları, Hürriyet İstanbul'da
haber olunca iş değişir. Reklamcı Serdar Erener'in yıllardır düşündüğü bir şeyle çok örtüşmektedir çünkü... Birbirine hiç benzemeyen ama aslında aynı bütünün parçası olan insanların fotoğraflarından oluşan ‘‘Biz’’, Reklamevi'nin sponsorluğunda kitaplaşır. Projenin diğer ayağı sergi ise yine bir sanatseverin ilgisini beklemektedir.
Her şey, bir mezuniyet ödevi diye başladı. Mimar Sinan Üniversitesi Fotoğraf Bölümü öğrencisi Ergün Turan ve Süreyya Yılmaz Dernek, kendi yaptıkları bir ‘‘İstanbul Hatırası’’ panosuyla 1998 eylülünde İstanbul yollarına döküldü. Panoyu ‘‘stratejik’’ bir noktaya koyacak ve şehrin insanlarının fotoğraflarını çekeceklerdi. Ancak çalışmaları, bir mezuniyet ödevinin sınırlarını aştı ve onu onaylayan ve gelişmesi için her türlü desteği veren danışman hocaları Kamil Fırat'ın da yardımıyla büyük bir projeye dönüştü. Yüzlerce fotoğraf, ‘‘aynı göğün altında’’ yaşayan bizlerin kim olduğunu saptayacaktı.
O güne kadar fotoğraf onlar için ‘‘başkalarının hayatına göz gezdirmek’’ti, ama ellerinde yüzlerce fotoğraf biriktikçe şöyle tanımlandı: ‘‘Yaşadığımız bu kentin sokaklarında her gün sayısız yüzlerle, 'diğerleri'yle göz gözeyiz. Bütün bu kent onların sesleri, onların acı ve sevinçleri ile dolu. Onlarla soluk alıp veriyor. Kentin köşesinde kara bir pano. Panonun önünde duran birbirinden farklı insanlar. Kendilerine ait ne varsa, bütün hikayeleri ile bize bakıyorlar. onlar bizim dünyamız.’’ Yani aslında başkaları diye bir şey yoktu, 'ben' de bir başkası için 'diğeri'ydi. Hepimiz aynı özün parçalarıydık, Onlar, Biz'di.
41 yaşındaki Ergün Turan Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde hoca, 31 yaşındaki Süreyya Yılmaz Dernek serbest fotoğrafçı olduğunda da devam etti proje. İstanbul'un Taksim, Bağdat Caddesi, Kadıköy, Üsküdar, Bebek, Süleymaniye, Kasımpaşa, Ortaköy, Dolapdere, Fatih, Sulukule sokaklarından gelip geçenler, panolarının önüne geçip kendileri gibi fotoğraf verdiler onlara. Sadece bu projeye bir destek gerekiyordu. Beklemedikleri bir anda geldi.
ÖDEV KİTABA DÖNÜŞTÜ
Y & R Reklamevi'nin ortaklarından Serdar Erener üniversitede tarih okurken ona en ilginç gelen şey ‘‘verstehen’’ metoduydu; yani tarihi yazarken kendini tarihte yaşamış insanların yerine koymaya çalışmak... Bu metod hakkında ödevler bile yazmış ama sonunda tarihçi değil reklamcı olmuştu. Ama hayat! Metod yeniden karşısındaydı; reklamcılık, size hiç benzemeyen bir insanın bile ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlama, onun aklını, gönlünü çelecek sözleri, sesleri, görüntüleri bulma sanatıydı! ‘‘Hedef kitle kimdir?’’ tamamen yanlış sorulmuş bir soruydu ona göre. Doğru soru ‘‘Reklam tam olarak kimi etkileyecek’’ti ve cevabı genellikle kaba saba genellemelerle geçiştirilirdi. Çünkü o ‘‘trendy’’ hanımların ve beylerin ya tanımadıkları ya da kişisel hayatlarında unutmak istedikleri birileriydi onlar. Hedef kitle çoğunlukla alaturkaydı, reklamcılar ise ‘‘en alafranga.’’
Bu durumdan sıkılmış, ‘‘keşke elimde şu yaşadığım zamanın karakterlerinden oluşan bir fotoğraf envanteri olsa da her 'brief'e bir fotoğraf iliştirsem belki o zaman herkesin gözünde reklamın muhatabı daha iyi belirir’’ diye düşünürken... 31 Temmuz 2000 tarihinde Hürriyet İstanbul'da bir haber çarptı gözüne: İki fotoğrafçı onun hayalini kurduğu şeyi çoktan yapmaya başlamışlardı bile! Heyecanlandı, onları ajansa davet etti. Fotoğraflara uzun uzun bakarken: ‘‘Benim hayalim reklamcılıkla ilgili bir ‘gözde canlandırma' projesiydi. Oysa onlar bu işi büyük bir sanata çevirmişler’’ diye düşündü. O aslında bu fotoğrafların büyük baskılarını yapıp, Reklamevi’nin duvarlarına, altında veciz sözler olan diğer büyük posterlerin arasına koymak istemişti. ‘‘Bakın bu insanlara reklam yapıyorsunuz’’ demek için... Ama kitapsever damarı kabardı.
Turan ve Dernek'in projesi, iki yıl sonra Y&R Reklamevi'nin sponsorluğunda bir kitaba dönüştü.
ÖNSÖZÜ ORHAN PAMUK YAZDI
Hem de Orhan Pamuk'un önsözüyle... ‘‘Basit ve alçakgönüllü bu fikirde başka kimsenin aklına gelmeyecek öyle pek şaşırtıcı bir yan yok belki. Ama Süreyya Yılmaz Dernek ile Ergün Turan'ın bende hayranlık ve saygı uyandıran asıl büyük başarıları, akıllarındaki bu basit fikri dört yıl uğraşarak gerçekleştirmeleri ve bizlerin inanılmaz güzellik ve hakikilikte portrelerini çekebilmiş olmaları. Bu kitaptaki resimlerin her birine defalarca bakmış olmama rağmen onlara yeniden yeniden zevkle dönebiliyorum’’ dedi Orhan Pamuk. Aslında bir dizinin parçasıydı her fotoğraf, ama her biri aynı zamanda benzersizdi: Pantolonu boyalar içinde, ayakkabısı delik boyacıyı, kara gözlüklü sivri yüzlü iki kardeşi, aynı ceketten giyen başları bağlı iki kızı, elleri torbalı, beyaz saçlı ince ve kemikli iyi niyetli teyzeyi ya da leopar taklidi kürklü kadını, kocaman bir Özkurt Kundura torbası taşıyan teyzeyi, ceketinin kolunda ‘‘Chabou’’ yazan kara gözlüklü bitirimi benzersiz oldukları için sevdi.
Peki Erener'in, Pamuk'un hayranlığını kazanan fotoğraflar nasıl çekilmişti? Hiç de kolay değil. Turan ve Dernek, önce semti, sonra da semtteki gölgelik mekanı belirlemişler; makineleri ve tripodlarıyla birlikte, direkler, ip ve siyah fondan oluşan malzemeyi mekana taşımış ve her seferinde birbuçuk saat süren bir uğraşla panoyu kurmuşlardı. Sonra sıra yoldan geçecek ‘‘müşteri’’ ya da deyim yerindeyse ‘‘av’’ı beklemeye gelmişti. Her önlerine geleni fotoğraflamak istemediler elbette; seçtikleri kişi, bir gruba, yaşam tarzına, varoluş biçimine uygun, hocaları Sabit Kalfagil'in söylediği ‘‘temsil’’ yeteneğine sahip olmalıydı. Yani ‘‘bir balıkçıyı çekeceklerse, balıkçıları temsil etmeliydi.’’ Sırt sırta vererek yolun iki yanını da ‘‘kesiyor’’, göz işaretleriyle ‘‘uygun mu?’’ diyorlar, yüzde 95 aynı kişiyi seçmiş oluyorlardı.
Ama panonun önüne oturtulacak insan seçmek bir yana, seçimden sonra fotoğrafa ikna etmek meseleydi. Kiminden bol küfür işittiler, kiminden kafalarına çanta yediler. En zoru kadınlara dert anlatmaktı. Bunun için derhal bir strateji geliştirdiler ve genç bir fotoğraf öğrencisi kadından yardım aldılar. Boş gezenin boş kalfaları daha kolay kabul etti. Zengin semtlerdekiler daha çok rol kesmeye kalktı. Yaşlı insanlar daha olumlu tepkiler verdi; ‘‘Bu bitirme ödevi. Sınıfta kalırız. Sizin de torununuz da böyle reddedilse, zor durumda kalsa...’’ cümlesi hemen empati geliştirmelerini sağlıyordu.
SERGİ PROJESİ İLGİ BEKLİYOR
Orhan Pamuk'a göre fotoğraflardaki yumuşaklık, mizah duygusu ve iyimserlik, işte bu ‘‘yardıma muhtaç öğrenciye bir iyilik’’ havasından kaynaklanıyordu. Her şey bittiğinde biz, şehirden iyi gözlenmiş insan manzaraları seyrediyorduk. Ama İstanbul sokaklarında başkalarıyla karşılaştığımız zaman duyacağımız tekinsizliği, yabancılık ya da gerginliği hissetmiyorduk hiç. Pamuk, tüm fotoğraflarda alttan alta izini sürebileceğimiz bir mizah da görüyordu. Belli ki hafifçe gülümseyen birileri seçmişti sokaklardan bu insanları...
Sonuçta, 10 kişiden birini ikna edebildiler, sabah 11.00'den hava kararana dek çalışmaları gerekti ama 3,5 yıl sonra 400'ü aşkın fotoğraf karesi birikmişti ellerinde. Onlardan 150'si, Reklamevi'nin desteğiyle çıkan Biz adlı kitaba girdi.
Ergün Turan, daha sonra bu çalışmayı ‘‘Hakkari Hatırası’’ olarak tek başına tekrarladı. Ekimde üçüncüsü yapılacak Hakkari-İstanbul Sanat Köprüsü festivalinde küçük bir ön sergisi olacak çalışmayı, Güneydoğu ve Karadeniz'de de gerçekleştirmeyi düşünüyor. Biz, önümüzdeki hafta İstanbul İstiklal Caddesi'ndeki Robinson Kitabevi'nden temin edilebilecek. Ama bir de fotoğrafların dev baskılarından oluşan -mesela bir metro istasyonunda ya da İstiklal Caddesi'nde- düzenlenebilecek sergi projesi var. O yeni sanat ya da reklamseverlerin ilgisini bekliyor.