Güncelleme Tarihi:
Basın Enstitüsü Derneği (BED), geçen perşembe günü Boğaziçi Üniversitesi Barış Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi ile birlikte önemli bir etkinlik düzenledi.
Barış Süreçleri ve Medya Semineri’nde, Türkiye ve dünyadan saygın akademisyenler ile gazeteciler yer aldı.
Ana konuşmacılardan biri, bu alanda dünyanın önde gelen uzmanlarından olan Washington Devlet Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Susan Dente Ross’du. Ross ile yaptığımız söyleşi Hürriyet’te yayımlandı.
Türk medyasına yıllar önce ilk kez BED’in tanıttığı “barış gazeteciliği,” günümüzde de şekillenmeyi sürdüren bir kavram.
Seminerdeki katılımcılar, barış gazeteciliğine farklı tanımlar getirerek bunu gösterdiler. Buna karşın ‘barış dili’nin her ülke medyasına, her zaman ve her şartta lazım olduğuna dair kimsenin şüphesi yok.
Dr. Ross, seminerde yaptığı konuşmada da bu noktaları vurguladı. Bence en önemli tespiti şuydu:
“Çatışmalarda en az iki taraf vardır. Genelde tarafların liderleri de vardır. Bu durumda sadece liderlerin söylediklerinin değil, farklı düşünen vatandaşların seslerini duyurmak da önemlidir. Çünkü liderler arasında anlaşmalar imzalandığı halde bazen barış gerçekleşmiyor. Empati kurma yeteneğini kaybetmiş liderlere rağmen, herkese, paylaşılan insanlık duygusunu anlatmak için barış gazeteciliğine ihtiyacımız var. Kimin kazandığı değil, kazanmanın neye benzediği; kaç kişinin öldüğü değil, neden bu kişilerin öldüğü; niçin bu çatışmaların yapıldığı; çatışma olmadan nasıl çözüm bulunacağı önemli.”
BED Başkanı ve Milliyet köşe yazarı Kadri Gürsel ise barış gazeteciliğinin “ad hoc” bir faaliyet olmaması gerektiğini açıklarken şunları söyledi:
“Türkiye'de yeniden barış gazeteciliğinin konuşulur olduğunu görüyoruz. Bunun iyiliğinin ne olduğunu öğrenememiş gazetecilerin ağırlıkta olduğu bir ülkede, medya eski savaş diline dönüş yapabilir. Bu çok kolaydır. Biz bunun olmaması gayreti içindeyiz. Bunun için bir bilinç aydınlanması gereklidir. Barış içselleştirilemezse medya üzerine düşeni yapamaz."
* * *
Ama bu nasıl mümkün olacak?
Boğaziçi Üniversitesi Rektör Danışmanı ve Barış Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Fatoş Erkman’a göre "barış kültürü kendiliğinden gelişmez; planlama ve uygulama sonucu yerleşir.”
İsrail-Filistin Diyalog Grubu Kolaylaştırıcısı ve Eğitimcisi olarak bu tür bir planlamanın içinde yer alan Marianne Perez de Fransius, seminerde kendi deneyimlerini anlatırken, sürecin yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya olması gerektiğini belirtti. Ve medyanın özellikle sözcük seçiminde dikkatli olması gerektiğini vurguladı.
Seminerdeki en umut verici göstergelerden biri, medyamızın, en azından seminerdeki temsilcilerinin, bu konuda özeleştiri yapmaktan kaçınmamasıydı.
Hürriyet Okur Temsilcisi Faruk Bildirici, Turgut Özal döneminden başlayarak, ana akım medyanın siyasi iktidarlardan ve toplumdaki hâkim ideolojiden bağımsız kalamadığını söyledi.
Agos Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş, “Son günlerde Kürtlerle ilgili çok fazla haber yayınlıyorsunuz” diye başlayan sert eleştiriler yollayan bazı Ermeni cemaati üyelerini de eleştirdi. Agos okuyucularının yarısını Ermeni cemaati üyeleri oluşturduğu halde...
Habertürk Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Doğan Satmış, sadece son bir yıl içinde gazetelerin “Kürt Sorunu” konusundaki yayın çizgisinde meydana gelen 180 derecelik değişimi, hemen tüm gazetelerin manşetlerinden örneklerle sergiledi.
Vatan köşe yazarı Ruşen Çakır, “barışa çok yakın ama barış gazeteciliğine çok uzak” olduğumuzu anlatırken, Türk medyasının soruna Kürtlerin gözünden, Kürt medyasının ise PKK çizgisi dışından bakmaya hemen hemen hiç yeltenmemesini yerdi.
Kadri Gürsel, “Türkler sadece Türk medyasını izliyor. Kürtler ise hem Türk, hem de Kürt medyasını izliyor. Bu açıdan Türklerin, Kürtlere oranla gerçeklik algısının daha zayıf olduğu söylenebilir” diye ekledi.
Doç. Dr. Esra Arsan, Türk ve Kürt medyasının karşılaştırılmalı bir içerik ve söylem analizini yaparak hem bu görüşleri doğruladı, hem de çözüm önerileri sundu.
Gerek Arsan’ın, gerekse seminerdeki yabancı uzmanların üzerinde durduğu konu, barışı inşa ederken “yaratıcı” çözümlerin gerekliliğiydi.
Nadire Mater bunu somutlaştırdı: Kurucusu olduğu Bianet ile Anadolu’nun ortak kültürel değerlerini vurgulamak üzere başlattıkları “Çorbaların Kardeşliği” gibi girişimler, salt gazeteciliği ve hatta Kürt sorununu da aşan evrensel barış projeleri...
* * *
Elbette, Türkiye’de medyayı etkileyen yapısal gerçekliğin, barış gazeteciliğine hiç de yardımcı olmadığı ortada.
Prof. Dr. Haluk Şahin, bir gazeteci olarak, ifade özgürlüğüne yönelik ihlallerin arttığı bir dönemde barış gazeteciliği yapmanın zorluğuna dikkat çekti.
Cumhuriyet Ankara Temsilcisi ve köşe yazarı Utku Çakırözer de “Basın özgürlüğünün baskı altında olduğu bir yerde barış gazeteciliği, ülke içinde de, dışında da zor yapılır” derken, bu gerçeğin bir cephesini vurguluyordu.
Medyadaki temsil sorunu, zorlu gerçeğin bir diğer cephesi:
Prof. Dr. Sevda Alankuş, “Savaş gazeteciliğinde kadın sadece mağdur olduğunda haberdir” dedi.
Nadire Mater de yazı işlerinde tüm toplumsal grupların eşit temsil edilmediğine dikkat çekerken özellikle kadınların yokluğunu vurguladı. Ruşen Çakır, benzer bir tespiti Kürt gazetecilerin Türk medyasındaki varlığı/yokluğu açısından yaptı.
İdeolojik zihniyet ve onu yansıtan dil, başka bir sorun...
Rober Koptaş, “milliyetçilikten arındırılmadığı sürece ana akım medyanın bağımsız olamayacağını” söyledi.
En az bunlar kadar önemli, belki çözmesi daha da zor olan bir başka mesele, medyanın teknolojik dönüşümle birlikte karşılaştığı ekonomik zorluklar.
Radikal köşe yazarı Doç. Dr. Koray Çalışkan, “Tirajın internetle beraber yeniden tanımlanması, her yazının ‘tık’lara göre ölçülebilmesi, barış gazeteciliğini zorlayabilecek gibi görünüyor. Ancak savaş gazeteciliğinin reyting numaraları barış gazeteciliğine uyarlanarak, yani yaratıcı yöntemlerle bu sorun çözülebilir” dedi.
* * *
Son yıllarda hakkında epey makale okuduğum “barış gazeteciliği” üzerine saatlerce konuşabilir, sayfalarca yazabilirim.
Ancak bu yazıyı daha fazla uzatmadan sonlandırırken, sadece şu noktalara değinmek istiyorum:
Barış gazeteciliğinde konjonktürel tutarlılık olmalı; yani medyanın barış dili, siyasi-toplumsal iklimle beraber değişmemelidir.
Barış gazeteciliğinde nesnel tutarlılık olmalı; yani barış gazeteciliği sadece Kürt Sorunu’nda değil, uluslararası çatışmalarda da uygulanmalıdır.
Elbette, maddi kaynaklar ve dilin doğası gibi kısıtlamalar nedeniyle barış gazeteciliğinin uygulanması bir öncelikler sorunudur:
Örneğin, bir silahlı çatışma sonucu iki taraftan ölenler varsa, tek muhabirinizi önce görgü tanıklarına mı, polise mi, yoksa kurban ailelerine mi göndereceğinizi yahut haber başlığında hangi kelimeleri seçeceğinizi, bu kısıtlamalar çerçevesinde belirlersiniz.
İşte bu aşamada inatla barış gazeteciliğinin ilkelerine başvurmak, toplum açısından hiç şüphesiz en yararlı sonuçları verecek duruştur.
Son tahlilde Türkiye’de Türklerin de, Kürtlerin de farkına ve bilincine varması gereken, sorunun “Onlar” yahut “Biz” olmadığıdır.
Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Yürütme Komitesi Üyesi Ferai Tınç’ın seminerdeki ifadesiyle “sorun, çatışma ve şiddetin kendisidir."
Barış yolunda, her iki taraftan yapılan propagandaya karşı yalın gerçeğin, ama eksiksiz olarak ve tüm yönleriyle yalın gerçeğin taşıyıcısı olma sorumluğunu cesaretle üzerine alan barış gazetecisinin varlığı mümkün ve elzemdir.
İster güç odaklarına karşı büyük bir risk alıyor olsun, isterse muhalif kesimler tarafından siyasi ikbal aramakla suçlanıyor, fark etmez; Dr. Ross’un da dediği gibi “onu tarih hayırla yâd edecektir.”
* Hürriyet Gazetesi Dış Haberler Şefi Emre KIZILKAYA’nın iletişim bilgileri ve bloguna http://about.me/emrekizilkaya adresinden ulaşılabilir. Ayrıca: http://www.twitter.com/ekizilkaya