Güncelleme Tarihi:
İnanıyorum ki, kutlamaların kültürel zenginliği ile milyonlarca Müslüman tarafından paylaşılacak manevi iklim, onların mutlaka daha iyiye, doğruya ve yüksek ahlaka erişmelerine imkân tanıyacaktır.
Milletimizi ayakta tutan manevi yapının zayıflaması, giderek çözülen değer yargıları, geleneksel ilişkiler ve güzel ahlakın zayıflama eğilimi toplumun bütün kesimlerine yansımakta, suçların ve suçluların artışı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Geleceğimizin teminatı olmaları gereken çocuklarımız ve kadınlarımız başta olmak üzere, toplumun her kesimi, yayılan suçların ve artan suçluların açık hedefi haline gelmiştir.
Bizim yönetim anlayışımız, bir ülkenin huzur, güvenlik ve asayiş içinde bulunmasının, ancak millet fertleri arasında refah, adalet, ahlak ve eğitimin yükselmesi ile mümkün olacağını ön görmektedir.
Son olarak, ülkemizde otostop yaparak seyahat eden bir İtalyan kızının hunharca katledilmesi elbette ki, can güvenliği Türk milletine emanet edilmiş olması nedeniyle, hepimizi derinden üzen ve utandıran ve bir hadise olmuştur.
Ancak, hemen her gün ülkenin bir yerinde işlenen cinayetler, kapkaçlar, hırsızlıklar, saldırılar, tecavüzler ve töre katliamların da Sayın Başbakan’ın sorumluluğundaki gelişmeler olduğunu buradan hatırlatmak istiyorum.
Bu konuda istatistiklere bile bakmaya gerek yoktur. Gazete sayfalarını incelemek tehlikenin büyüklüğü ve iğrençliği hakkında herkese fikir verecektir.
Ulaştığımız bu tablo geçmişte yaşanan olaylar karşısında “Herkesin başına polis dikemeyeceklerini” söyleyerek sorumluluk almaktan kaçan ve “ayda bir iki olay, büyütmemek lazım” diyerek küçümseyen zihniyetin getirdiği kaçınılmaz neticedir.
Varılan bu noktada asayişsizlik, ülkemizin milli güvenliğini ve devletin bekasını bile etkileyecek kadar öncelikli ve asla ihmal edilemeyecek milli bir konu haline gelmiştir.
Aziz milletimiz, bugün, adaletsizlik ve yolsuzluğun kıskacında, açlıkla yoksulluk arasındaki çok ince çizgide gidip gelerek, zor ve sıkıntılı bir hayat sürdürmekte ve bu vahim süreçte ahlakı ve erdemi bir sadakat sınavından geçmektedir.
Bugün AKP’nin yönettiği Türkiye’de;
Derin uçurumların bir arada yaşandığı bu ekonomik yapıda, adaletsiz ve hakkaniyetsiz bir gelir ve servet dağılımı vicdanları tahrik etmeye başlamıştır.
Milyonlarca vatandaşımız yılladır vaat edilen iş ve aşa bir türlü ulaşamamanın hayal kırıklığı ve öfkesini yaşamakta, gelecek ümidini giderek kaybetmektedir.
Yaşanan yaygın yolsuzluk, istismar ve adam kayırma, kitleleri güvensizliğe sevk etmekte, yasa ve ahlak dışı yöntemlerin bir norm halinde kabulüne neden olmaktadır.
Bütün bu olumsuz gelişmelere ilave olarak zayıflayan ahlak ve inanç değerlerimiz, kuralsızlığın neden olduğu kargaşa, kente göçün sonucunda yaşanan intibaksızlıklar ve çaresizlik, suçu besleyen suçluyu artıran bataklık haline gelmiştir.
Bu arada artan suça neden olan olayların medyada yer alış şekli, süresi ve tekrarları en az hadisenin vuku bulması kadar derin tahribat yapacak boyutlara ulaşmıştır.
Toplumun tamamına hitap eden ve etkileyen yönüyle önemli bir iletişim kaynağı olan medya kanallarının olayları veriş şekli insanlarda bir yanda infiale ve karamsarlığa diğer yandan ise suçların sıradanlaşmasına neden olmaktadır.
Huzurunuzda, çok daha geç olmadan, suçlar bir ur gibi toplumsal bünyeyi daha fazla sarmadan hükümeti acilen sosyal, siyasal ve kültürel tedbirleri almaya çağırıyorum.
Milletimizin huzur ve esenliğini yakından etkileyecek olan bu konuda ihtiyaç duyulacak ve mutabık kalınacak her tedbir için, Milliyetçi Hareket Partisi Grubu’nun destek vermeye hazır olduğunu buradan açıklıyorum.
Bugün itibariyle bir çok ülkede bunun ilk işaretleri ortaya çıkmış, gerilim ve kaos hakim olmaya başlamıştır.
Ülkemizde de başta buğday olmak üzere bulgur, pirinç fiyatlarında son dönemlerdeki önlenemeyen artış; vatandaşımızın sofradan aç kalkmasını ortaya çıkarabilecek bir tehlikeli noktaya ulaşmıştır.
Fiyatlar bu şekilde artmaya devam ettiği takdirde, dünyada yüz binlerce insanın açlık çekeceği, açlıktan ölümlerin olabileceği dillendirilirken, siyasi iktidarın meseleyi basit sözlerle geçiştirmesi, temelsiz gerekçelerle sorunun ciddiyetini görmezden gelmesi yeni bir aymazlığın işareti olarak yorumlanmalıdır.
Eğer stoktan kast edilen açık denizlerde, ülkemizdeki durumu kollayan, içeri mal sokmak için uygun zamanı bekleyen vurguncuların ve sinsi fırsatçıların sahip olduğu hububat yüklü gemiler ise elbette söylenecek bir şey yoktur.
Altı yıla yakındır, simit-çay hesabıyla milletimizle alay eden Başbakan Erdoğan’ın sürekli tekrarlayıp durduğu istikrar ve gelişme masalının sonu gelmiştir. Bu sanal maceranın sonunda açlık vardır, yoksulluk vardır, yolsuzluk vardır.
Ekmeği büyüttüğünü iddia eden Başbakan Erdoğan, görünen odur ki yakında sofralardaki ekmeği tamamen küçültecek, hatta vatandaşımızı ekmeğe muhtaç bir hale getirecektir.
Mazot fiyatlarında ortaya çıkan artışlar neticesinde de, zorlukla geçinen, borçla yaşayan, ürettiği gıdasına bile yetmeyen çiftçimizin üretimdeki girdi maliyetlerini daha da yükseltecektir.
2001 yılında 19 milyon ton olan buğday üretiminin 2007’de 17 milyon 234 bin tona düştüğüne dikkatte alındığında, bir süre sonra ekmeği bile ithal etmeye başlanılacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Siyasette kısa sayılamayacak bu süre içinde siyaset kurumu anlaşılması güç bir atalet sergilemiş ve her yönüyle bir akıl, idrak ve basiret tutulması içine girmiştir.
Senaryo savaşları, darbe iddia ve suçlamaları, demokrasi ve vesayet tartışmaları, dış müdahale çağrıları ve yargıyı taciz ve tehdit kampanyalarıyla geçirilen bu süre heba edilmiş, siyaset kurumu, krizi demokrasi ve hukuk içinde aşacak bir çözüm üretememiştir.
Yapılan kamuoyu araştırmaları Türkiye’nin böylesine ağır bir kriz ortamına sürüklenmesinin sorumluluğunun AKP ve CHP’ye ait olduğunu, yüzde seksene yaklaşan büyük bir çoğunlukla kamuoyu vicdanında tescil etmiştir.
Bu iki gerilim kaynağının kayıkçı kavgasına benzeyen siyasi çekişmesi; rüşvet, melanet ve şeriatın kestiği parmak ekseninde gelişmekte ve Yunan filozoflarının yargılanması ve Büyük Atatürk üzerinden yapılan ucuz bir polemiğe dönüşerek sürmektedir.
İktidar ve ana muhalefet partisinin Türkiye’nin ortak milli ve manevi değerlerini böyle bir çatışma ve cepheleşmenin aracı haline getirmesi, temsil ettikleri siyaset anlayışında bu marazi hastalığın tedavi kabul etmez boyutlara ulaştığını ortaya koymuştur.
Sayın Başbakan, krizin geliştiğini ve kemikleşmekte olduğunu görememekte, akıl ve hafızaya sığmayan bir aymazlıkla kriz ortamın derinleşerek sürmesini geçerli bir strateji olarak benimsemektedir.
Bu oyun planı ve yol haritasının kilometre taşları giderek açıklık kazanmıştır.
Sayın Başbakan’ın “siyasetin sorun çözme kapasitesi”nden anladığının bu olduğu ortaya çıkmıştır.
AKP’nin bu amaçla ödemeye hazırlandığı ilk diyetin Türklük değerlerine hakareti serbest bırakmak olduğu anlaşılmıştır.
Bir Başbakan’ın ülkesinin, milletinin ve tarihinin onuru ve haysiyetini böyle bir pazarlık denkleminde ucuz bir meta haline getirmesi karşısında, bizim söyleyeceğimiz tek husus; bu durumun, başlı başına Türklük değerlerine ve Türk milletine en büyük hakaret olduğudur.
Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Sayın Barosso’nun geçtiğimiz hafta Türkiye’ye yaptığı ziyaret kamuoyunda geniş akis bulmuş ve ciddi tartışmaları davet etmiştir.
Komisyon Başkanı bu ziyaret ve öncesinde; laiklikten başörtüsüne, demokrasi’den parti kapatmaya, yargı reformundan 301. maddeye ve Güneydoğu sorununun siyasi çözümünden Kıbrıs’ta Türkiye’nin atması gereken adımlara kadar uzanan birçok konuda, bir müfettiş tavrıyla Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye önyargılı bakış açısını ortaya koyan beyanlarda bulunmuştur.
Kapatma davasına karşı Avrupa Birliği’nin kayıtsız kalmayacağını ifade eden Komisyon Başkanı, bunu Türkiye’nin içişlerine karışma hakları olduğuyla açıklamış ve Anayasa Mahkemesi’nin vereceği kararın AB ilkeleri temelinde nasıl olması gerektiğini de tarif etmiştir.
- AB temsilcisi, bu yolla Türk yargısına gözdağı niteliğinde örtülü ikazda bulunmuş ve bu şekilde hukukun üstünlüğünden ne anladığını kendince bir kere daha ortaya koymuştur.
- Güneydoğu sorununun kapsamlı bir stratejiyle çözülebileceğini belirten Sayın Barosso “Kürt kökenli Türk vatandaşlarına kültürel ve siyasi hakların” verilmesi gerektiğini ifade etmiştir.
AB temsilcisi Kıbrıs konusunda da Rum tarafının taleplerinin sözcülüğünü yapmış ve bayatlamış Berlin duvarı benzetmesiyle Türkiye’nin sorunun Rumların istediği şekilde çözümü için çalışmayı sürdürmesinin ve limanlarını Rum uçak ve gemilerine açmasının şart olduğu konusunda uyarıda bulunmuştur.
- Barusso’nun bu çerçevede Lokmacı sınır kapısının açılmasına, sanki çok önemli bir gelişmeymiş gibi özel atıf yapması ve Türkiye’nin Kıbrıs sorununu AB’nin çizdiği şablona uygun olarak çözmek hususunda attığı somut adımlara teşekkür etmesi dikkat çekmiştir.
Bu gerçekler ışığında, AB Komisyonu Başkanı’nın bu kritik dönemde Ankara’ya yaptığı ziyaretin amacı ve sonuçları;
- AKP hükümetinin Avrupa Birliği’nin dayatmalarını yerine getirme sicilini denetlemek,
- Kısa süren bu görüşmede, Avrupa Birliği’nin 49 yıl boyunca Türkiye’ye karşı sergilediği ön yargılar, önşart, dayatma ve çifte standartlardan oluşan samimiyetsiz tutumu hakkındaki görüşlerimiz bütün açıklığıyla muhataplarına iletilmiştir.
Milletimizden aldığı siyasal desteği yetersiz bulan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin meşruiyetini ve dayanağını artırmak için Avrupa Birliği’nin dayatmalarından medet umduğu, altı yıllık icraatıyla bilinen bir gerçektir.
Bu açıdan müzakerelerden dışlanan Türkiye’nin bu aşamadan sonra “biz açar biz kapatırız” denilerek sanal bir müzakere sürecini kendi başına sürdürmeye çalışması emsali görülmemiş bir traji-komik siyaset örneği ve siyasi pişkinlik olarak yorumlanmalıdır.
Ancak son aylarda, özellikle partisi hakkında kapatma davasının açılmasından sonra Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Avrupa Birliği defterini yeniden aralamaya çalıştığı, düştüğü yalnızlığın tesellisini tekrar Avrupa’da aradığı görülmektedir.
Açılmış olan bir dava sürerken siyasetin müdahalesinin uygun ve ahlaki olmayacağını sonunda anlayan Adalet ve Kalkınma Partisi, bu niyetini meşrulaştıracak bir talebin Avrupa’dan yapılmasını dört gözle bekler hale gelmiştir.
Bu hafta Meclis gündemine gelecek olan 301. madde değişiklik teklifi, böylesi bir basit hesabın ve muhtemel bir desteğin diyeti olarak karışımıza çıkarılmak istenmektedir.
Bu ilkesiz tavır ve gelişme ne üzücüdür ki Sayın Başbakan’ın ifadesi ile “Türk demokrasisini daha da ileri taşıyacak bir adım” olarak yorumlanmıştır.
Bu yasanın değişmesi halinde Türk milletinin mukaddesatına yapılacak saldırıların önünün açılması, Türk demokrasisine nasıl bir katkı sağlayacaktır?
Biz Milliyetçi Hareket Partisi olarak, Türklük ile Türk milleti arasında kavram olarak ayırt edilemeyecek kadar ince bir çizgi var ise, o halde Sayın Başbakan’a yasanın mevcut halini korumasını öneririz.
Ancak, değişiklikte ısrarını sürdürecekse Türklük ve Türk milleti arasındaki anlam farkını bizden öğrenmesini istiyoruz.
Üçüncü husus ise, Türklükle anlaşılması gereken, yalnızca bugünü değil, coğrafyaları ve zamanı aşan bir derinlik ve perspektifle, bu tanıma uyan, maddi, manevi, beşeri, kültürel, sosyal, ekonomik, antropolojik ve arkeolojik vb. bütün Türk varlığını, eserlerini ve geleceğini ihtiva etmektedir.
Türk milletini yirminci yüzyılın başlarında tesadüfen bir araya gelmiş 36 etnik gruptan oluşan bir melez topluluk zanneden Sayın Başbakan’ın ilgi ve tefekkür sahasına hiç girmeyen bu alandaki derinliği bilmemesi elbette ki Türk milliyetçileri için şaşırtıcı değildir.
Ancak ilginç olan, Türklük ve Türk milleti arasındaki ilişki ve farkı bilmeden bir yasa değişikliğine soyunması ve “kabile” düzeni zannettiği millet mefhumu ile iptidai bir asabiyyet zannettiği milliyetçilik konusundaki cehaletini bir kez daha ortaya koymuş olmasıdır.
Son gelişmelerden, Başbakan Erdoğan’ın tereddütlerle geçirilen ayların ardından, bir yasa değişikliği ile “Türklüğe” hakareti meşru sayarak, Avrupa’dan umduğu “icazetin ve desteğin kaporasını” ödemeyi göze aldığı anlaşılmaktadır.
Sayın Başbakan’ın şimdilik “Türklük” kavramından vazgeçmeyi göze aldığı bu yolculukta son durak neresi olacak ve önümüzdeki mola yerinde başka hangi kutlu kavram istismara ve ihanete uğrayacaktır?
Buradan şunu yüksek sesle söylüyoruz ki, biz, hiçbir şey uğruna ne Türklükten vazgeçeriz, ne de Müslümanlıktan cayarız. Bunlar bizim için iç içe geçmiş mukaddes hayat pınarları olup, yeryüzünde değiştirilmesi mümkün olmayan mana yüklü değerlerdir.
Yüzyıllarca çok sayıda milleti, büyük bir coğrafyada barış, huzur ve kardeşlik içinde yaşatmış bir imparatorluğun manevi mirasını taşıdığımızın bilincindeyiz.
Ancak başkalarının da bizim ecdadımıza, tarihimize, eserlerimize, inancımıza ve değerlerimize saygı göstermelerini beklemek hem medeni bir hak talebi, hem de aziz millet varlığının bize yüklediği tarihi bir sorumluluktur.