Bahçeli: Türklük ve Türk Milleti ayrı şeyler

Güncelleme Tarihi:

Bahçeli: Türklük ve Türk Milleti ayrı şeyler
Oluşturulma Tarihi: Nisan 15, 2008 10:37

MHP lideri Devlet Bahçeli partisinin grup toplantısında TCK 301. Madde'de yapılacak değişikliğ isert bir dille eleştirdi. İşte Bahçeli'nin konuşmasından satırbaşları:

Bilindiği gibi, dünden itibaren, miladi takvimle Nisan ayının yirmisine rastlayan, Yüce Peygamberimizin dünyaya gelişi “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri ile kutlanmaya başlanmıştır.


İnanıyorum ki, kutlamaların kültürel zenginliği ile milyonlarca Müslüman tarafından paylaşılacak manevi iklim, onların mutlaka daha iyiye, doğruya ve yüksek ahlaka erişmelerine imkân tanıyacaktır.

Bu vesile ile yüce peygamberin yüksek şahsiyeti ve kutlu mesajlarının gönüllerde anlam bulmasını diliyor, Türk ve İslam alemi ile insanlık için huzur, barış ve kardeşlik getirmesini temenni ediyorum.


Milletimizi ayakta tutan manevi yapının zayıflaması, giderek çözülen değer yargıları, geleneksel ilişkiler ve güzel ahlakın zayıflama eğilimi toplumun bütün kesimlerine yansımakta, suçların ve suçluların artışı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye bugün en hunhar cinayetlerin işlenmeye başlandığı, en aşağılık suçların tırmandığı bir ülke haline gelmiştir.

Artan suçlar, özellikle büyük kentlerde halkımızın günlük yaşantısını ve moral değerlerini derinden etkileyecek boyutlara ulaşmıştır.


Geleceğimizin teminatı olmaları gereken çocuklarımız ve kadınlarımız başta olmak üzere, toplumun her kesimi, yayılan suçların ve artan suçluların açık hedefi haline gelmiştir.


Bizim yönetim anlayışımız, bir ülkenin huzur, güvenlik ve asayiş içinde bulunmasının, ancak millet fertleri arasında refah, adalet, ahlak ve eğitimin yükselmesi ile mümkün olacağını ön görmektedir.

Bir başka anlatımla, bir ülkede suç ve suçlular artıyor ise yoksulluk, adaletsizlik, çaresizlik ve yolsuzluk da artış göstermeye başlamış, ahlak zayıflamış ve sosyal doku yara almış demektir.


Son olarak, ülkemizde otostop yaparak seyahat eden bir İtalyan kızının hunharca katledilmesi elbette ki, can güvenliği Türk milletine emanet edilmiş olması nedeniyle, hepimizi derinden üzen ve utandıran ve bir hadise olmuştur.

Ülkemizdeki yürütme erkinin sorumlusu olan Sayın Başbakan’ın bu cinayet karşısındaki mesajları ve hassasiyeti bu bakımdan yerinde ve zamanındadır.


Ancak, hemen her gün ülkenin bir yerinde işlenen cinayetler, kapkaçlar, hırsızlıklar, saldırılar, tecavüzler ve töre katliamların da Sayın Başbakan’ın sorumluluğundaki gelişmeler olduğunu buradan hatırlatmak istiyorum.

Hükümetinin kayıtsız kaldığı asayişsizlik çocuklarımıza kadar uzanmış, ihmal ve tedbirsizlik neticesinde suç işleme ve suça maruz kalma yaşı giderek düşmüştür.


Bu konuda istatistiklere bile bakmaya gerek yoktur. Gazete sayfalarını incelemek tehlikenin büyüklüğü ve iğrençliği hakkında herkese fikir verecektir.


Ulaştığımız bu tablo geçmişte yaşanan olaylar karşısında  “Herkesin başına polis dikemeyeceklerini” söyleyerek sorumluluk almaktan kaçan ve “ayda bir iki olay, büyütmemek lazım” diyerek küçümseyen zihniyetin getirdiği kaçınılmaz neticedir.


Varılan bu noktada asayişsizlik, ülkemizin milli güvenliğini ve devletin bekasını bile etkileyecek kadar öncelikli ve asla ihmal edilemeyecek milli bir konu haline gelmiştir.


Aziz milletimiz, bugün, adaletsizlik ve yolsuzluğun kıskacında, açlıkla yoksulluk arasındaki çok ince çizgide gidip gelerek, zor ve sıkıntılı bir hayat sürdürmekte ve bu vahim süreçte ahlakı ve erdemi bir sadakat sınavından geçmektedir.

Ülkemizin huzur ve güvenliğinin, emniyet ve asayişinin tarihte görülmediği kadar bozulduğu bu dönemde, hükümetin artan suçları başka ülkelerle mukayese ederek sorun yokmuş gibi davranmaya devam etmesi, maalesef en isabetsiz yaklaşım ve en büyük aymazlıktır.

Suçun kaynağını ve gerekçelerini başka yerlerde sanal gündemlerde aramaya gerek ve mahal yoktur. Hadise bütün gerçeği ile ortadadır.


Bugün AKP’nin yönettiği Türkiye’de;

Yoklukla boğuşan yüz binlerce aile içinde şiddetli geçimsizlik had safhaya ulaşmıştır. Güçlü bir ülkenin kaynağı olması gereken aile kurumu huzursuzluklarla boğuşmaktadır.
Derin uçurumların bir arada yaşandığı bu ekonomik yapıda, adaletsiz ve hakkaniyetsiz bir gelir ve servet dağılımı vicdanları tahrik etmeye başlamıştır.

Milyonlarca vatandaşımız yılladır vaat edilen iş ve aşa bir türlü ulaşamamanın hayal kırıklığı ve öfkesini yaşamakta, gelecek ümidini giderek kaybetmektedir.
Yaşanan yaygın yolsuzluk, istismar ve adam kayırma, kitleleri güvensizliğe sevk etmekte, yasa ve ahlak dışı yöntemlerin bir norm halinde kabulüne neden olmaktadır.

Bütün bu olumsuz gelişmelere ilave olarak zayıflayan ahlak ve inanç değerlerimiz, kuralsızlığın neden olduğu kargaşa, kente göçün sonucunda yaşanan intibaksızlıklar ve çaresizlik, suçu besleyen suçluyu artıran bataklık haline gelmiştir.
Bu arada artan suça neden olan olayların medyada yer alış şekli, süresi ve tekrarları en az hadisenin vuku bulması kadar derin tahribat yapacak boyutlara ulaşmıştır.


Toplumun tamamına hitap eden ve etkileyen yönüyle önemli bir iletişim kaynağı olan medya kanallarının olayları veriş şekli insanlarda bir yanda infiale ve karamsarlığa diğer yandan ise suçların sıradanlaşmasına neden olmaktadır.

Bu konuda mesleki kaygıların ötesinde bir sorumluluk ahlakı ile hareket edilerek, suçların ve suçluların topluma aktarılmasında ölçülü olunmasının toplumun psikolojisinde ve suçla mücadelede mutlaka olumlu tesirler yaratacağını düşünüyorum.


Huzurunuzda, çok daha geç olmadan, suçlar bir ur gibi toplumsal bünyeyi daha fazla sarmadan hükümeti acilen sosyal, siyasal ve kültürel tedbirleri almaya çağırıyorum.


Milletimizin huzur ve esenliğini yakından etkileyecek olan bu konuda ihtiyaç duyulacak ve mutabık kalınacak her tedbir için, Milliyetçi Hareket Partisi Grubu’nun destek vermeye hazır olduğunu buradan açıklıyorum.

Hem ülkemizin hem de dünyanın birçok ekonomisinin derin bir bunalımın eşiğinde olduğuna, eğer önlem alınmazsa ortaya çıkacak sonuçların siyasal ve sosyal açıdan ciddi sonuçlar doğuracağına yönelik öngörülerimizi önceki konuşmalarımızda vurgulaşmıştık.


Bugün itibariyle bir çok ülkede bunun ilk işaretleri ortaya çıkmış, gerilim ve kaos hakim olmaya başlamıştır.

Gıda fiyatlarındaki artışlara tepki olarak Mısır, Haiti, Filipinler, Bolivya gibi ülkelerde açlık ve yoklukla boğuşan halk yönetimlerine karşı ayaklanma halindedir.


Ülkemizde de başta buğday olmak üzere bulgur, pirinç fiyatlarında son dönemlerdeki önlenemeyen artış; vatandaşımızın sofradan aç kalkmasını ortaya çıkarabilecek bir tehlikeli noktaya ulaşmıştır.

Son günlerde gıda fiyatlarındaki artışların ortaya çıkaracağı infial haliyle ilgili içten ve dıştan yapılan uyarılarda bir yoğunlaşma olduğu anlaşılmaktadır.


Fiyatlar bu şekilde artmaya devam ettiği takdirde, dünyada yüz binlerce insanın açlık çekeceği, açlıktan ölümlerin olabileceği dillendirilirken, siyasi iktidarın meseleyi basit sözlerle geçiştirmesi, temelsiz gerekçelerle sorunun ciddiyetini görmezden gelmesi yeni bir aymazlığın işareti olarak yorumlanmalıdır.

Özellikle buğday ve pirinç fiyatındaki artışa mazeret bulmaya çalıştığı görülen AKP Hükümeti; daha şimdiden fiyat artışının müsebbibi olarak “enerji tarımını” göstermiştir.  Ayrıca buğday ve pirinç stokundaki alarm zillerini hafife alan hükümetin ilgili bakanı; bu konuda bir sorunun olmadığını belirtmiştir.


Eğer stoktan kast edilen açık denizlerde, ülkemizdeki durumu kollayan, içeri mal sokmak için uygun zamanı bekleyen vurguncuların ve sinsi fırsatçıların sahip olduğu hububat yüklü gemiler ise elbette söylenecek bir şey yoktur.

Buradan başta Başbakan Erdoğan ve ilgili Bakan’a sormak lazımdır:

-  Madem buğday ve pirinçte yeterince stok vardır; bu fiyat artışlarının ve piyasadaki telaşın asıl sebebi nedir?

-  Yaşanılan fiyat artışlarından dolayı elini ovuşturan ve spekülasyon yaparak anormal kazanç elde etmenin peşinde olan fırsatçılarla ve böylesi zamanların değişmez simaları olan vurguncularla ilgili bir tedbir alınmış mıdır?

-  Piyasayı düzenlemekle görevli kuruluşların etkisi şimdiye kadar neden hissedilmemiştir?

-  Böylesine bir durumun ortaya çıkma haline karşılık daha önceden herhangi bir önlem alınmış mıdır? Alındıysa, bunlar hangileridir?

Ve daha da önemlisi, bu karaborsa ortamından yararlanarak servetine servet katmayı planlayan AKP’li yandaşlar ve aile fertleri var mıdır?


Altı yıla yakındır, simit-çay hesabıyla milletimizle alay eden Başbakan Erdoğan’ın sürekli tekrarlayıp durduğu istikrar ve gelişme masalının sonu gelmiştir. Bu sanal maceranın sonunda açlık vardır, yoksulluk vardır, yolsuzluk vardır.

Bu bunalımın en ağır yaşandığı yer olan mutfaklar ne hazindir ki tam anlamıyla yangın yerine dönmüş, bulgurdan kuru fasulyeye kadar ortaya çıkan fiyat artışları, orta halli vatandaşımızı gerçek anlamda krize sokmuştur.

Sabahın erken saatlerinde, sadece ucuz ekmek alabilmek için saatlerce kuyrukta bekleyen aziz vatandaşlarımızın manzarası iflas eden ekonomik politikaların, ucuz siyasi polemiklerin, belagat yüklü hamasi sözlerin artık bir anlamının kalmadığını çok net bir şekilde resmetmektedir.


Ekmeği büyüttüğünü iddia eden Başbakan Erdoğan, görünen odur ki yakında sofralardaki ekmeği tamamen küçültecek, hatta vatandaşımızı ekmeğe muhtaç bir hale getirecektir.


Mazot fiyatlarında ortaya çıkan artışlar neticesinde de, zorlukla geçinen, borçla yaşayan, ürettiği gıdasına bile yetmeyen çiftçimizin üretimdeki girdi maliyetlerini daha da yükseltecektir.

Gözünü toprak doyursun, diyerek azarlanan ve yanlış tarım politikaları sonucunda çok zor şartlar altına giren Türk çiftçisinin artık dayanılacak durumu kalmamıştır.


2001 yılında 19 milyon ton olan buğday üretiminin 2007’de 17 milyon 234 bin tona düştüğüne dikkatte alındığında, bir süre sonra ekmeği bile ithal etmeye başlanılacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

İktidar partisinin kapatılması için Anayasa Mahkemesinde başlatılan hukuki sürecin birinci ayı geride kalmış bulunmaktadır.


Siyasette kısa sayılamayacak bu süre içinde siyaset kurumu anlaşılması güç bir atalet sergilemiş ve her yönüyle bir akıl, idrak ve basiret tutulması içine girmiştir.


Senaryo savaşları, darbe iddia ve suçlamaları, demokrasi ve vesayet tartışmaları, dış müdahale çağrıları ve yargıyı taciz ve tehdit kampanyalarıyla geçirilen bu süre heba edilmiş, siyaset kurumu, krizi demokrasi ve hukuk içinde aşacak bir çözüm üretememiştir.


Yapılan kamuoyu araştırmaları Türkiye’nin böylesine ağır bir kriz ortamına sürüklenmesinin sorumluluğunun AKP ve CHP’ye ait olduğunu, yüzde seksene yaklaşan büyük bir çoğunlukla kamuoyu vicdanında tescil etmiştir.

Laiklik, din ve vicdan özgürlüğü ve demokratik rejim konularında bu iki siyaset kutbunun çatışmasının ve karşılıklı istismar anlayışlarının bugünkü çıkmaza sürüklenilmesinde büyük payı bulunduğu bir gerçektir.


Bu iki gerilim kaynağının kayıkçı kavgasına benzeyen siyasi çekişmesi; rüşvet, melanet ve şeriatın kestiği parmak ekseninde gelişmekte ve Yunan filozoflarının yargılanması ve Büyük Atatürk üzerinden yapılan ucuz bir polemiğe dönüşerek sürmektedir.


İktidar ve ana muhalefet partisinin Türkiye’nin ortak milli ve manevi değerlerini böyle bir çatışma ve cepheleşmenin aracı haline getirmesi, temsil ettikleri siyaset anlayışında bu marazi hastalığın tedavi kabul etmez boyutlara ulaştığını ortaya koymuştur.


Sayın Başbakan, krizin geliştiğini ve kemikleşmekte olduğunu görememekte, akıl ve hafızaya sığmayan bir aymazlıkla kriz ortamın derinleşerek sürmesini geçerli bir strateji olarak benimsemektedir.

İçinde bulunduğumuz bunalımı sağduyu ile Türkiye’nin çıkarına olacak şekilde yönetmek yerine, bu belirsizlik ortamını siyasi çıkar sağlayacağını vehmettiği mecralara yönlendirme arayışına girmiştir.

Son dönemde yaşanan gelişmeler geçtiğimiz hafta Meclis grup toplantımızda AKP’nin tutumu hakkında yaptığımız değerlendirmeyi doğrulamış ve bu konudaki tespitlerimizin haklılığını ortaya koymuştur.

Mahkeme sürecinin yol açacağı çok ağır sonuçlara siyaset kurumunun kayıtsız kalamayacağını, demokratik siyaset içinde çözüm arayışlarının süreceğini ifade eden Sayın Başbakan, bu sözlerinin gereğini yerine getirmekten çok uzak bir noktada çıkmaz sokak stratejisini hayata geçirmek gibi tehlikeli bir oyun planı uygulama hesabı içindedir.


Bu oyun planı ve yol haritasının kilometre taşları giderek açıklık kazanmıştır.

Buna göre;

- Önümüzdeki süreçte kontrollü ve bilinçli bir gerginlik siyaseti izlenmesi,

- Yargının içerden ve dışardan baskı ve abluka altına alınmasına çalışılması,

- Bu amaçla Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin müdahalelerinin bir tehdit aracı olarak kullanılması ve,

- Bu puslu ortamda AKP’ye verilecek desteğin bir bedeli olarak reform adı altında Avrupa Birliği’nin dayatmalarının sırayla hayata geçirilmesi öngörülmektedir.


Sayın Başbakan’ın “siyasetin sorun çözme kapasitesi”nden anladığının bu olduğu ortaya çıkmıştır.

Bir taraftan zorlama bir gayretle sahte demokrasi kahramanlığı yapmaya çalışan AKP, öte yandan siyasi geleceğini kurtarmak hesabıyla Avrupa Birliği’ne sığınmış, siyasi ömrünü uzatmak için etnik bölücülerden medet umar duruma düşmüştür.


AKP’nin bu amaçla ödemeye hazırlandığı ilk diyetin Türklük değerlerine hakareti serbest bırakmak olduğu anlaşılmıştır.

Sayın Erdoğan’ın Türkiye’nin onurunu ve haysiyetini, AKP’nin siyasi ikbali için bir finansman aracı olarak kullanması, bir siyasi parti liderinin düşebileceği en olumsuz durumdur.


Bir Başbakan’ın ülkesinin, milletinin ve tarihinin onuru ve haysiyetini böyle bir pazarlık denkleminde ucuz bir meta haline getirmesi karşısında, bizim söyleyeceğimiz tek husus; bu durumun, başlı başına Türklük değerlerine ve Türk milletine en büyük hakaret olduğudur.


Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Sayın Barosso’nun geçtiğimiz hafta Türkiye’ye yaptığı ziyaret kamuoyunda geniş akis bulmuş ve ciddi tartışmaları davet etmiştir.


Komisyon Başkanı bu ziyaret ve öncesinde; laiklikten başörtüsüne, demokrasi’den parti kapatmaya, yargı reformundan 301. maddeye ve Güneydoğu sorununun siyasi çözümünden Kıbrıs’ta Türkiye’nin atması gereken adımlara kadar uzanan birçok konuda, bir müfettiş tavrıyla Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye önyargılı bakış açısını ortaya koyan beyanlarda bulunmuştur.


Kapatma davasına karşı Avrupa Birliği’nin kayıtsız kalmayacağını ifade eden Komisyon Başkanı, bunu Türkiye’nin içişlerine karışma hakları olduğuyla açıklamış ve Anayasa Mahkemesi’nin vereceği kararın AB ilkeleri temelinde nasıl olması gerektiğini de tarif etmiştir.

- AB temsilcisi, bu yolla Türk yargısına gözdağı niteliğinde örtülü ikazda bulunmuş ve bu şekilde hukukun üstünlüğünden ne anladığını kendince bir kere daha ortaya koymuştur.

- Türkiye’de demokrasinin yargı vesayeti altına sokulduğundan şikayet eden bazı çevrelerin, Avrupa Birliği’nin vesayeti altına girmeyi bir kurtuluş yolu olarak görmeleri de, bunların demokrasi inancını ve anlayışını gösteren hazin bir tecelli olmuştur.

Avrupa Birliği’nin Türkiye’de etnik temelde zorla milli azınlık yaratma saplantısının sürmekte olduğu, Komisyon Başkanı’nın Ankara’daki beyanlarıyla bir kere daha teyid edilmiştir.
- Güneydoğu sorununun kapsamlı bir stratejiyle çözülebileceğini belirten Sayın Barosso “Kürt kökenli Türk vatandaşlarına kültürel ve siyasi hakların” verilmesi gerektiğini ifade etmiştir.

- AB temsilcisi, bu vesileyle AKP hükümetinin siyasi boyutu olan bir plan üzerinde çalıştığını da açıklamıştır.

- Sayın Başbakan’ın sürekli inkar ettiği siyasi paket hazırlığı, ABD yetkililerinden sonra bu kez de AB Komisyon Başkanı tarafından Türk kamuoyuna bir müjde (!) olarak duyurulmuştur.


AB temsilcisi Kıbrıs konusunda da Rum tarafının taleplerinin sözcülüğünü yapmış ve bayatlamış Berlin duvarı benzetmesiyle Türkiye’nin sorunun Rumların istediği şekilde çözümü için çalışmayı sürdürmesinin ve limanlarını Rum uçak ve gemilerine açmasının şart olduğu konusunda uyarıda bulunmuştur.

- Barusso’nun bu çerçevede Lokmacı sınır kapısının açılmasına, sanki çok önemli bir gelişmeymiş gibi özel atıf yapması ve Türkiye’nin Kıbrıs sorununu AB’nin çizdiği şablona uygun olarak çözmek hususunda attığı somut adımlara teşekkür etmesi dikkat çekmiştir.

- Avrupa Birliği’nin AKP hükümetinin izlediği Kıbrıs politikasından memnun olması, adada son olarak başlatılan çözüm arayışları sürecinin çürük bir zemine oturduğunu göstermiş ve bu sürecin Türkiye’nin önüne çok tehlikeli gelişmeleri çıkaracağı konusundaki endişeleri arttırmıştır.


Bu gerçekler ışığında, AB Komisyonu Başkanı’nın bu kritik dönemde Ankara’ya yaptığı ziyaretin amacı ve sonuçları;
- AKP hükümetinin Avrupa Birliği’nin dayatmalarını yerine getirme sicilini denetlemek,

- Sayın Başbakan’ın bu konularda verdiği sözlerin tahsilat döneminin geldiğini hatırlatmak,

- Bu konularda somut adımlar atmayı sürdürmesi durumunda, kapatma davasında AKP’ye aradığı desteği vereceğini göstermek olarak özetlenebilecektir.

Avrupa Birliği temsilcileri Ankara’daki temasları kapsamında partimizi de ziyaret etmişlerdir.
- Kısa süren bu görüşmede, Avrupa Birliği’nin 49 yıl boyunca Türkiye’ye karşı sergilediği ön yargılar, önşart, dayatma ve çifte standartlardan oluşan samimiyetsiz tutumu hakkındaki görüşlerimiz bütün açıklığıyla muhataplarına iletilmiştir.

- Bu çerçevede, yargıya içerden ve dışardan müdahalenin hiçbir şart altında kabul edilemeyeceği hatırlatılmış ve Milliyetçi Hareket’in parti kapatma yerine yöneticilerinin bireysel sorumluluğunu esas alan ilke tutumu ile terörle organik bağı ve eylem birliği olan ve terörü bölücü amaçlar için bir vasıta olarak gören siyasi partilerin bu uygulamadan ayrı tutulmasına yönelik teklifi bir kere daha ortaya konulmuştur.


Milletimizden aldığı siyasal desteği yetersiz bulan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin meşruiyetini ve dayanağını artırmak için Avrupa Birliği’nin dayatmalarından medet umduğu, altı yıllık icraatıyla bilinen bir gerçektir.

Siyasi maksatlarını ve emellerini Avrupa Birliği hedeflerine oturtmak için büyük bir gayret içinde olan hükümet, kendisini iktidarda tutacak, sanal başarılarına katkıda bulunacak her türlü tavizi bugüne kadar vermiştir.

Ancak tam bir teslimiyetle geçen bu ilişkilerin sonunda aradığını bulamamış, Avrupa Birliği Türkiye’yi dışlayan bir anlayışı benimseyerek AKP’ye kapıları kapatmıştır.


Bu açıdan müzakerelerden dışlanan Türkiye’nin bu aşamadan sonra “biz açar biz kapatırız” denilerek sanal bir müzakere sürecini kendi başına sürdürmeye çalışması emsali görülmemiş bir traji-komik siyaset örneği ve siyasi pişkinlik olarak yorumlanmalıdır.


Ancak son aylarda, özellikle partisi hakkında kapatma davasının açılmasından sonra Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Avrupa Birliği defterini yeniden aralamaya çalıştığı, düştüğü yalnızlığın tesellisini tekrar Avrupa’da aradığı görülmektedir.

Özellikle uzunca bir süredir derin bir hayal kırıklığı yaşayan Avrupa sevdalılarından oluşan koronun, kapatma davasının panzehirinin sözde demokratik reformlarda olduğunu söylemesi, hükümetin yüzünü Avrupa’ya çevirmesinde en önemli etken olmuştur.


Açılmış olan bir dava sürerken siyasetin müdahalesinin uygun ve ahlaki olmayacağını sonunda anlayan Adalet ve Kalkınma Partisi, bu niyetini meşrulaştıracak bir talebin Avrupa’dan yapılmasını dört gözle bekler hale gelmiştir.

Aylardır dile getirip bir türlü cesaret edemediği Anayasa değişikliklerini apar topar gündeme getirmesini de bu kapsamda, dava sonuçlanmadan kendisini kurtaracak bir çare arayışının ürünü olarak görmek doğru olacaktır.

Ancak Avrupa treninden dışlandığı son bir yıl boyunca yaşadığı kırgınlıkla ilişkileri soğutmuş olan AKP’nin, süreci yeniden ısıtacak, Avrupalı dostlarını mutlu edecek bir jest yapmaya hazırlandığı anlaşılmaktadır.


Bu hafta Meclis gündemine gelecek olan 301. madde değişiklik teklifi, böylesi bir basit hesabın ve muhtemel bir desteğin diyeti olarak karışımıza çıkarılmak istenmektedir.


Bu ilkesiz tavır ve gelişme ne üzücüdür ki Sayın Başbakan’ın ifadesi ile “Türk demokrasisini daha da ileri taşıyacak bir adım” olarak yorumlanmıştır.

Buradan sormak isteriz ki, Türk demokrasinin gelişmesindeki en büyük engel Türklüğe hakareti önleyen bir yasa maddesinin varlığı mıdır?


Bu yasanın değişmesi halinde Türk milletinin mukaddesatına yapılacak saldırıların önünün açılması, Türk demokrasisine nasıl bir katkı sağlayacaktır?

Sayın Başbakan yaptığı bir konuşmada, değişiklik önerisine atıf yaparak “Türklük” ile “Türk milleti” arasındaki ince farkı nasıl anladığımızı sormuştur.


Biz Milliyetçi Hareket Partisi olarak, Türklük ile Türk milleti arasında kavram olarak ayırt edilemeyecek kadar ince bir çizgi var ise, o halde Sayın Başbakan’a yasanın mevcut halini korumasını öneririz.


Ancak, değişiklikte ısrarını sürdürecekse Türklük ve Türk milleti arasındaki anlam farkını bizden öğrenmesini istiyoruz.

Birinci husus: Türklük kavramı, bir insan ırkını değil, kucaklayıcı bir genel yaklaşımla bütün Türk milletini kapsayan, “Türk olma halini” içeren geniş ve zengin bir tanımdır.

İkinci husus; Türklük, Türk milletinin yalnızca Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki varlık ve değerlerini değil, dünyanın her yöresindeki Türkleri ve ortak eserlerini içine alan kolektif bir kavramdır.


Üçüncü husus ise, Türklükle anlaşılması gereken, yalnızca bugünü değil, coğrafyaları ve zamanı aşan bir derinlik ve perspektifle, bu tanıma uyan, maddi, manevi, beşeri, kültürel, sosyal, ekonomik, antropolojik ve arkeolojik vb. bütün Türk varlığını, eserlerini ve geleceğini ihtiva etmektedir.


Türk milletini yirminci yüzyılın başlarında tesadüfen bir araya gelmiş 36 etnik gruptan oluşan bir melez topluluk zanneden Sayın Başbakan’ın ilgi ve tefekkür sahasına hiç girmeyen bu alandaki derinliği bilmemesi elbette ki Türk milliyetçileri için şaşırtıcı değildir.


Ancak ilginç olan, Türklük ve Türk milleti arasındaki ilişki ve farkı bilmeden bir yasa değişikliğine soyunması ve “kabile” düzeni zannettiği millet mefhumu ile iptidai bir asabiyyet zannettiği milliyetçilik konusundaki cehaletini bir kez daha ortaya koymuş olmasıdır.


Son gelişmelerden, Başbakan Erdoğan’ın tereddütlerle geçirilen ayların ardından, bir yasa değişikliği ile “Türklüğe” hakareti meşru sayarak, Avrupa’dan umduğu  “icazetin ve desteğin kaporasını” ödemeyi göze aldığı anlaşılmaktadır.

Nitekim AB Komisyon Başkanı ve Genişlemeden Sorumlu Üyesinin ülkemize geliş tarihi ile hükümetin uluslar arasında tutunacak bir dal aradığı dönem ve yasa teklifinin görüşülmesinin planlandığı gün arasındaki şaşırtıcı tesadüf kuşkularımızı haklı çıkaracak bir gelişme olarak dikkatlerimizden kaçmamıştır.


Sayın Başbakan’ın şimdilik “Türklük” kavramından vazgeçmeyi göze aldığı bu yolculukta son durak neresi olacak ve önümüzdeki mola yerinde başka hangi kutlu kavram istismara ve ihanete uğrayacaktır?

Onun vazgeçeceği değerler, terk edeceği mukaddesat elbette ki bizleri hiç ilgilendirmemektedir. Ancak kendisi ile birlikte elindeki siyasi gücü kullanarak Türkiye’ye yapacağı kötülüğün kabul edilmesi mümkün değildir.


Buradan şunu yüksek sesle söylüyoruz ki, biz, hiçbir şey uğruna ne Türklükten vazgeçeriz, ne de Müslümanlıktan cayarız. Bunlar bizim için iç içe geçmiş mukaddes hayat pınarları olup, yeryüzünde değiştirilmesi mümkün olmayan mana yüklü değerlerdir.


Yüzyıllarca çok sayıda milleti, büyük bir coğrafyada barış, huzur ve kardeşlik içinde yaşatmış bir imparatorluğun manevi mirasını taşıdığımızın bilincindeyiz.

Irkçılıktan, ayrımcılıktan ve aşağılamadan uzak durarak her milletin ve her insanın saygın ve hürmete değer olduğuna yürekten inanıyoruz.


Ancak başkalarının da bizim ecdadımıza, tarihimize, eserlerimize, inancımıza ve değerlerimize saygı göstermelerini beklemek hem medeni bir hak talebi, hem de aziz millet varlığının bize yüklediği tarihi bir sorumluluktur.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, İstiklal Savaşımızın verildiği şartlar altında aziz millet varlığının korunması, yaşatılması ve yüceltilmesi için oluşturulmuş bir kurum olarak bugün tarih ve millet karşısında bir vebal ile karşı karşıyadır.

Bilinmelidir ki, kısır ve ucuz hesaplar ve dayatmalarla kendi milletine saygı göstermekten ve onun şerefini savunmaktan imtina edecek olan bir parlamentonun, başka milletler nazarındaki saygınlığını korumak ve onlardan kendisine hürmet edilmesini beklemek nafile bir çaba olacaktır.

Bu nedenle, Milliyetçi Hareket aziz milletimize yönelik böyle bir suikastın içinde asla ve asla yer almayacak, bu teklifle sonuna kadar mücadele edecektir. Buradan yanlış bir hesap için olanlar bunu asla gözden uzak tutmamalıdır.

Bilinmelidir ki, Türk milliyetçileri bu gafleti ve işbirlikçi tavrı hiç bir zaman unutmayacaklar, milletimizin partimize tek başına iktidar nasip ettiği bir dönemde Türklüğün hak ettiği iltifatı yeniden yasa maddesi haline getirecek, bu dönemin sorumlularından büyük Türk milleti adına mutlaka hesap sorulacaktır.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!