Bahçeli grup toplantısında konuştu

Güncelleme Tarihi:

Bahçeli grup toplantısında konuştu
Oluşturulma Tarihi: Nisan 08, 2014 11:57

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli 30 Mart seçimleri sonrasında ilk kez partisinin grup toplantısında konuştu.

Haberin Devamı

İşte Bahçeli’nin konuşmasından satır başları:

30 Mart Mahalli İdareler Seçimleri’nin hazırlık ve propaganda dönemi münasebetiyle Meclis Grup toplantılarımıza bir süreliğine ara vermiştik.
Hatırlarsanız en son Grup toplantımızı 18 Şubat 2014 Salı günü gerçekleştirmiştik.
Bu tarihten 47 gün sonra tekrar bir araya gelmiş bulunuyoruz.
Sonuçları itibariyle yakın tarihin en önemli Mahalli İdareler Seçimleri 30 Mart 2014 Pazar günü tüm yurdumuzda yapılmıştır.
Türk milleti mahalli idarelerde görev alacak yönetici ve temsilcilerini seçmek amacıyla sandık başına gitmiştir.
30 Mart’ta milli irade tezahür etmiş, tercihini yapmıştır.
Bu durum, sürekli olarak gölgelenmeye ve gevşetilmeye çalışılan demokrasimiz açısından sevindirici bir gelişmedir.
Ağır aksak da olsa, gizli veya açık engellemeler de bulunsa, Türkiye’de demokratik mekanizmalar işlemekte, millet egemenliği varlığını sürdürmektedir.
Her türlü olumsuzluğa rağmen bu somut gerçekler geleceğimiz adına umut vericidir.
Bizi umutlandıran bir başka gelişme ise aziz milletimizin 30 Mart seçimlerine göstermiş olduğu ilgi ve yoğun katılımıdır.
52 milyon 695 bin 831 seçmenin yaklaşık yüzde 90’nı sandığa gitmiştir.
Siyasal katılımın rekor düzeyde olması milletimizin egemenlik haklarına sahip çıktığının en açık, en kat’i göstergesidir.
Diğer yandan 30 Mart seçimleri genel anlamda huzur ve sükûnet içinde geçse de yurdumuzun değişik yörelerinde meydana gelen kavga ve şiddet sahneleri maalesef ki hepimizi üzmüştür.
Özellikle Hatay ve Şanlıurfa’da seçimler nedeniyle çıkan anlaşmazlıklar öfkeye dönüşmüş ve sekiz vatandaşımızın hayatına mal olmuştur.
Demokrasinin mana ve ruhuyla bağdaşmayan kavga ve karışıklığın önümüzdeki seçim süreçlerinde tekerrür etmemesi en öncelikli dileğimdir.
Sandık savaş meydanı, ölüm kalım arenası değildir.
Demokratik tercihlerin düşmanlık üretmesi, ortaya çıkan neticelerin hazmedilme güçlükleri emin olunuz ki kardeşlik ve vatandaşlık hukukunu zedeleyecek, toplumsal çatışmaları teşvik edecektir.
Nihayetinde sandığın bir kaybedeni, bir de kazananı vardır ve bu da demokrasinin doğası gereğidir.
Tahammül gösterilmeyip cebri yollarla sandıktaki irade karartılıp sakatlanırsa birlikte yaşama iradesi de ölümcül yara almaktan kurtulamayacaktır.
Temennim, 30 Mart’ın neden olduğu siyasi ve sosyal kamplaşmanın hafiflemesi, sağduyunun hakim olması ve herkesin milli iradeye saygı duymasıdır.
Siyasi partilerin kutuplaşmayı besleyecek, ayrımcılığı cesaretlendirecek üslup ve politikalardan sakınmaları ve sakin olmaları ülkemizin hayrınadır.

Muhterem Arkadaşlarım,
Yaşadığımız sorunların temelinde Türkiye’nin nasıl yönetildiğinden ziyade, kim ya da kimler tarafından yönetildiğinin, hangi zihin merceğinden bakıldığının ön planda olması yatmaktadır.
Artık başta siyaset kurumu olmak üzere, ülke yönetiminde pay ve sorumluluğu olan herkes şu konu üzerinde düşünmeli ve değerlendirmelerini netleştirmelidir:
Demokrasiyi çoğunluğun yönettiği rejim olarak mı, yoksa azınlıkta kalan grupların çoğunluk karşısında vazgeçilemez, ötelenemez, ihmal edilemez haklara sahip olduğu sistem olarak mı tanımlayacağız?
Sorgulamamız gereken bir başka konu ise, demokrasinin adalet olmadan arzu edilen sonuçları verip vermeyeceği, beklentileri karşılayıp karşılamayacağı meselesidir.
Siyaset bir düzlemde mümkün olanı uygulamaya koyma çabası ise, bir diğer zeminde mümkün olanın sınırlarını genişletme ve esnetme mücadelesidir.
Bu kapsamda olmak üzere, hukuk ve adalet ölçüleri fren ve denge işlevi görmektedir.
Unutmayalım ki, demokrasi, adaletin tesisi için yeterli bir şart olmasa da, en azından gerekli bir unsurdur.
Demokratik süreçlerin adalet ilkeleriyle çelişmemesi yönetimde istikrarı ve milli vicdanlarda itidali temin edecektir.
Demem odur ki, demokrasinin sağlığı ve sürdürülebilirliği adaletle bire bir irtibatlıdır.
Siyasi çoğunluk vasıtasıyla ve sandıktan alınan yetki kanalıyla adaletin sağlanması, ardında da yargı fonksiyonlarının devre dışı bırakılması eşyanın tabiatına ve insan olmanın derin kavrayışına elbette aykırıdır.
Bu yüzden 30 Mart’ı zafer havasına çevirenlerin, kazandık, başardık, yendik, fark attık diyerek mangalda kül bırakmayanların evvela bunu hatırda tutması lazımdır.
Kabul ediyoruz ki, Mahalli İdareler Seçimleri öncesi ve sonrasıyla uzunca bir süre siyaset gündemini işgal edecektir.
Seçimlere katılan her siyasi parti meşrebine, mizacına, dünya görüşüne ve siyasetteki misyonuna göre bu seçimleri yorumlayacaktır.
30 Mart Mahalli İdareler Seçimleri’ni yalnızca sonuçları üzerinden analiz etmek, bitmiş bir futbol müsabakası hakkında ileri geri konuşmaktan, şöyle olsaydı böyle olurdu türünde vadesi geçmiş basit münakaşalardan farksızdır.
Türk milleti 30 Mart’ta siyasi aktörlere bir mesaj vermiştir. Bu doğrudur.
Türk milleti 30 Mart’ta bir tavır takınmış, sonuçta seçimini yapmıştır. Bu da kesindir.
Fakat daha önemlisi Türk milleti 30 Mart’a ayrı bir anlam yüklemiş, bugüne kadar benzerine rastlanmayan bir psikolojik ve sosyolojik atmosferde sandığa gitmiştir.
Ne olursa olsun, hangi tarafından bakarsak bakalım, 30 Mart’a; 17 ve 25 Aralık’ın gölgesi düşmüş, yeterli ve doyurucu değilse de tesiri dokunmuştur.
Başbakan Erdoğan, 30 Mart öncesinde “Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması”nı püskürtmek amacıyla canını dişine takmıştır.
Telaşla üslubunun ayarını kaçırmış, siyaseti bulandırmıştır.
Her iddiayı peşin peşin reddetmiştir.

Haberin Devamı


Yargıyı milli iradeye darbe vurmakla suçlamıştır.
Gezdiği, gittiği, konuştuğu her platformda paralelden girmiş, Pensilvanya’dan çıkmıştır.
Başbakan’a göre, devlet içinde yuvalanmış çeteler ve örgüt elebaşları harekete geçmiş, AKP hükümetini ve Türkiye’yi hedef almıştır.
Haşhaşi, neo-ergenekon, virüs, sülük, vaiz lobisi, beddua lobisi, kan lobisi, çıkarcılar, ananasçılar, sahte peygamberler, alim müsveddeleri, telekulaklar, röntgenciler, kaset imalatçıları gibi ithamlarla önüne gelene saldırmış, karşısında kim varsa bindirmiştir.
Başbakan milletimize karşı çok acımasız, çok vahşi, çok kalleş bir psikolojik harekât yürütmüştür.
Başbakanlık’ta kurgulanan algı operasyonlarıyla yalanı gizlemiş, rüşveti saklamış, yolsuzluğu örtmüş, para kasalarını hasıraltı yapmıştır.
Başbakan Erdoğan her sözünü, yolsuzluk ve rüşvet kisvesi altında Türkiye’nin milli değerlerine, milli kurumlarına, milli politikalarına saldırı düzenleniyor diyerek alevlendirmiştir.
Ayakkabı kutularından çıkan milyon dolarları görmezden gelmiş, ilgili Banka Genel Müdürü’ne “saflık yapmış” diyerek arka çıkmıştır.
Hükümeti rüşvet zincirleriyle bağlayan, bakan ve çocuklarını avucunun içine alan İranlı şarlatanı “hayırsever işadamı” olarak tanımlamış ve cezaevinden çıkarmıştır.
17 Aralık’tan sonra istifa etmek zorunda kalan bakanlarını her fırsatta savunmuştur.
Başbakan bu pişkinlikte öyle bir noktaya gelmiştir ki, çikolata kutularında milyon dolar rüşvet alan, Bakara-Makara diyerek yüce Kitabımızın kutlu ayetleriyle dalga geçen şahsiyetsiz eski bakanın dahi arkasında durmuştur.
Evdeki milyarları sıfırlamak amacıyla oğluyla yaptığı telefon konuşmalarını montaj, dublaj ve piyes sözleriyle yok saymıştır.
Başbakan Erdoğan yolsuzluk ve rüşvet iddialarını iftira, fitne, takiye, yalan, sabotaj, kirli eller, tuzak, komplo, suikast, uydurma operasyon, millete karşı kampanya olarak karalamıştır.
Anlaşılan bunda bir nebze de olsa başarı sağlamıştır.

Haberin Devamı


Çünkü 30 Mart’tan çıkan sonuçlara baktığımızda rüşvetin ve yolsuzluğun sandığa yön verdiğini söylemek takdir edersiniz ki çok mümkün değildir.
Başbakan Erdoğan sözlerindeki ölçüyü öylesine kaçırmıştır ki, rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu Türkiye’ye, Türk milletine ve istiklalimize hasmane bir saldırı olarak göstermiştir.
Görünen odur ki, bu tez, bu asılsız ve düzmece görüş milletimiz de karşılık bulmuştur.
Başbakan Erdoğan 17 ve 25 Aralık’tan sonra her ne hikmetse milli çıkarları, milli bekayı, milli güvenliği hatırlamış, sanal istiklal savaşçısı kesilmiştir.
Meydanlarda Yeni Türkiye hezeyanından bahsetmiştir.
Milli çıkarların hedef alındığını, milli politikaların hedef yapıldığını, devletin ve milletin iç ve dış düşmanlarca kuşatıldığını yalana bin yalan katarak anlatmıştır.
Bilhassa Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan ve Suriye’ye muhtemel operasyonun konuşulduğu toplantının dinlenmesi ve sızdırılması Başbakan ve hükümetinin elini güçlendirmiştir.
Devletin en mahremine giren casuslar, ajanlar, hainler bir bakıma AKP’nin değirmenine su taşımışlardır.
Devletin güvenliğini tehdit eden bu alçakça dinleme kaydının seçimlere çok az bir süre kala internete düşmesi bize göre AKP’nin hanesine yazmıştır.
Başbakan rüşvet ve yolsuzluk sürecini devlete ve millete saldırı olarak saptırmış, şimdilik bunda da muvaffak olmuştur.
30 Mart’tan çıkan sonuç ne olursa olsun, AKP hükümeti;
? Türkiye’nin imajını bozmuş, itibarını sarsmıştır.
? Ülkemizin saygınlığıyla oynamış, helal kazancının peşinde olan milyonların hakkını yemiştir.
? Demokrasiye ket vurmuş, milletimizi aldatmıştır.
? Hırsızları kollamış, haram yiyenleri korumuş, milletin hazinesini hortumlamıştır.
? Hainlerle işbirliği yapmış, lafa değil soyguna bakmıştır.
Başbakan “Milet eğilmez, Türkiye yenilmez” dese de, eğilen de, yenilen de ortadadır.
Milli ekonomimizi sömüren, devleti söğüşleyen, millete küfreden intikam tugayları, yağma ve talana bel bağlayan çevreler 30 Mart’ta soluklanmış, rahat nefes almıştır.
Ama bu uzun sürmeyecektir.

Haberin Devamı


Kimse merak buyurmasın, Türk milletinin kazanacağı günler yakındır.
Türkiye’nin ayağa kalkacağı, üzerindeki ağırlığı fırlatıp atacağı mübarek ve aydınlık zamanlar uzak değildir.
Başbakan Erdoğan ve partisi değil yüzde 43, yüzde 99 alsa da, yolsuzluğun hesabını verecektir.
Sandık pisliğin temizleneceği bir yer değildir.
Sandık hukukun teslim olduğu, adaletin bozguna uğradığı, hırsızın, uğursuzun, arsızın meşruiyet elde ettiği aklama, paklama yeri de olmayacaktır.
Gün ola harman ola, şunu kararlı şekilde ifade etmek isterim ki, rüşvet alıp verenler yargı önüne mutlaka çıkarılacaktır.
Hezimeti hizmet, ihaneti iffet, hırsızlığı hayır işi, rüşveti bağış, kaçakçılığı ihracat, melaneti marifet sayanlar eninde sonunda yakayı ele vereceklerdir.

Değerli Milletvekilleri,
30 Mart Mahalli İdareler Seçimleri’nin kesin olmayan sonuçları bazı sorunlara ve kafa karışıklıklarına rağmen belli olmuştur.
Kararlı bir şekilde söylemek isterim ki, bu seçimlerin galibi gerçekte Milliyetçi Hareket Partisi’dir.
Türk milleti Milliyetçi Hareket Partisi’nin sesini duymuştur.
12 Haziran 2011 Milletvekilliği Genel Seçimlerine göre oyunu arttıran tek parti Milliyetçi Hareket Partisi’dir.
Malumlarınız olacağı üzere, 30 Mart Mahalli İdareler Seçimleri genel seçim havasında geçmiştir.
Bu açık gerçeği Başbakan’da doğrulamıştır.

Haberin Devamı


Bu itibarla 30 Mart seçimlerini en son yapılan Milletvekilliği Genel Seçimiyle mukayese etmek tutarlı ve dengeli bir yaklaşımdır.
Partimize yönelik engellemeleri, içten ve dıştan yoğun baskı ve yönlendirmeleri ele aldığımızda ulaştığımız netice kayda değerdir.
Başarımızı sulandırmaya, anlamsızlaştırmaya, değersizleştirmeye kalkışanlar hiç kuşku yok ki hayal kırıklığına uğramaktan kaçamayacaklardır.
Bakınız, Türkiye genelinde partimizin oy sayısı 2011 seçimlerine kıyasla yaklaşık 2 milyon 200 bin artış göstererek 7 milyon 700 bin civarına varmıştır.
Bu oy miktarı 45 yıllık siyasi tarihimizde bir rekordur.


Demek ki, il genel meclisi ve büyükşehir belediye meclis üyeleri için kullanılan oyların yüzde 17,8’i partimizin hanesine yazılmıştır.
Sorarım sizlere, Türkiye’nin bugünkü ortamında, siyasetin bu denli kutuplaştığı bir dönemde bu başarı değildir de nedir?
Gazete köşelerinde, internet sayfalarında, içimizden veya dışımızdan dedikodu imalatı yapan, MHP’ye kefen biçme iştahıyla, başarısız gösterme kurnazlığıyla yanıp tutuşan uyuşuk beyinler, sipariş kalemler nereye kadar gerçekleri çarpıtacaklardır?
Allah muhafaza ama, MHP’nin en ufak gerilemesi, en küçük kaybı bu çevrelere bayram havası yaşatacaktır.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin başarısızlığı için adeta dua eden, dilek tutan, yaygara koparan, iddiaya giren, gıybet ve hakaret kuyruğuna takılan kim varsa AKP’nin hafiyesi, PKK’nın gizli hizmetkârıdır.
Biz kutsal ittifakı, klonlanmış koalisyonu sekiz gündür takip ediyor ve niyetlerini de çok iyi görüyoruz.
Hayatlarında MHP’ye hayrı dokunmamış, anılarımızı paylaşmamış, ülkülerimizi anlamamış, mücadelemize katılmamış, katılsa bile hep kenarda durmuş zihniyeti kömürleşmiş, kalbi taşlamış güruh kendilerine başka meşguliyet bulmalıdır.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin başarısını çekemeyenlerin seçimden aldığımız desteğe kulp takmaya çalışması, tartışma ve hizip çıkarma arayışları boş bir çabadır.
Ve mutlaka da terse dönüp sahibini vuracaktır.

Haberin Devamı


Bizim üzerinde durduğumuz bir diğer husus ise ittifak söylentileridir.
Bazı sözde aydın, kiralık yazar ve omurgasını kaybetmiş isime göre MHP ile CHP 30 Mart’ta ittifak yapmıştır.
Bu hayasız ithamın tutacak ve ciddiye alınacak hiçbir yanı yoktur.
Milliyetçi Hareket Partisi ittifakı yalnızca büyük Türk milletiyle yapar ve yapmıştır.
Bunun dışındaki her söz, her beyan, her açıklama tezvirattır, bühtandır ve terbiyesizliktir.
Cemaatle hükümet arasında mekik dokuyan, korkudan 30 Mart’tan sonra birden bire MHP’ye yüklenen ve bu şekilde AKP’nin sempatisini kazanmayı uman kimliksiz ve köşesi olmayan kalemlerin hakkımızda ileri geri konuşmaları ise sadece gürültü kirliliğidir.
Medya maskaralarının, AKP beslemelerinin MHP’ye akıl verme teşebbüsleri, karalama ve itibarsızlaştırma senaryoları esasen düştükleri çukurun derinliğine bariz kanıttır.
Bunların çapları, kıratları, zeka düzeyleri, bilgi dağarcıkları bizimle boy ölçüşecek, laf yetiştirecek evsafta, seviyede ve klasmanda değildir.
Bu zevat önce adam olmayı öğrenmelidir.


Nerede durduklarını, kimin yanında olduklarını ve kimlerin kılıcını salladıklarını belirlemelidir.
Ve tabii olarak karakter sahibi olmayı hedeflemeli ve sonra vakit kalırsa şahsım ve partimiz hakkında fikir ileri sürmeyi göze almalıdır.
Bilinsin ki, kimi zaman AKP’yle, kimi zaman CHP’yle bizi bir tutan, aynı karede gösterme densizliğine soyunan ahlaksızlar sabırlarımızı zorlamaktadır.
AKP’nin kapısında nöbet tutan bostan korkuluklarının bize söyleyeceği söz olamayacaktır.
CHP’nin teknesine binip de hala etrafımızda dönen, akıl çelici kampanyalarla dava arkadaşlarımız üzerinde siyaset manevraları yapan fırıldaklara kanacak kimseler de kalmamıştır.
30 Mart’ta özellikle Ankara ve İstanbul’da MHP’nin zayıflaması üzerine kurulan siyaset denklemini, tarafları gün gibi açık olan bayat projeyi etraflıca gördük ve şahit olduk.
Türkiye’yi iki partili kulvara sokmak için MHP’nin erimesini bekleyen hain niyetler 30 Mart’ta bizi tökezletmek ve yıldırmak için var güçleriyle mücadele ettiler.
Bunun bir ucunda AKP, diğer ucunda süt kardeşi CHP ve içimizden devşirilenler yer almıştır.
Biz bunları çok yakından takip ettik.


İçimize kadar sokulmuş olanları da elbette tespit ettik, ediyoruz.
Aziz dava arkadaşlarımın tercihlerine duygusal saiklerle, korku seansları düzenleyerek, vicdan istismarı yaparak kimlerin ambargo koymak için çırpındığının da farkındayız.
Milliyetçi Hareket Partisi; 45 yıllık siyasi mazisinde buna benzer bir çok ayak oyunu, düzen, kumpas ve provokasyonla yüze yüze kalmıştır.
Hamd olsun ki, Milliyetçi-Ülkücü Hareket dün olduğu gibi bugün de tüm oyunları bozacak, tüm düzenekleri harabeye çevirecektir.
Hızımızı yavaşlatmaya çalışanlar tozumuzda boğulacaktır.
Bizi AKP-CHP arasına sıkıştırmaya görevli olanlara tavsiyem, akıllarını başlarına almaları ve etrafımızda fazla dolaşmamalarıdır.

Değerli Arkadaşlarım,
30 Mart’ın sonucunda AKP’nin 2011 seçimlerine göre oy sayısındaki azalma 2 milyon 100 bini bulmuştur.
Bilhassa iktidar partisinde umduğunu bulamayan, yaşananlara tepki gösteren, artık yeter diyen aziz vatandaşlarım Milliyetçi Hareket Partisi’ni tercih etmişler, saflarımızda toplanmışlardır.
İnanıyorum ki, AKP’den kopmalar hızlanacak ve MHP’ye yönelecektir.
CHP her türlü zorlama ve çirkefliğe rağmen yerinde saymış, esasen de bir varlık gösterememiştir.
Milliyetçi Hareket Partisi tüm seçim çevrelerinde ipi ya önde göğüslemiş, ya da ikinci sırada yer almıştır.
Şunu gönül huzuruyla ve tam bir iddiayla belirtiyorum ki, Milliyetçi Hareket Partisi iktidarın yegane alternatifi olduğunu 30 Mart seçimlerinde tescil ettirmiştir.
Biz manşetleri yenerek, düzmece anketleri aşarak, üzerimizdeki hesapları bozarak 30 Mart’ta başarı sağladık.
Emrimizde devletin imkânları yoktu.


Yalnızca büyük milletimize inandık, yalnızca milletimizin vereceği karara güvendik.
Vatanımızı il il, ilçe ilçe, belde belde dolaştık, karış karış gezdik.
Buradan Milliyetçi Hareket Partisi’ne oy vermiş kardeşlerime şükranlarımı sunuyorum.
Milli ve manevi değerlere sahip çıkan tertemiz millet evlatlarına en içten sevgilerimi gönderiyorum.
MHP’ye bir nedenle oy vermemiş, ama mesajlarını duymuş ve kalbinin bir köşesine koymuş vatandaşlarımı saygılarımla selamlıyorum.
Yakalarında rozetimizi taşıyan, Üç Hilal’e ümit bağlayan, gönüllerinde vatan ve bayrak aşkını barındıran, ellerinde bayrağımızı sallayan, konvoylarımıza katılan,
Sokak aralarından, caddelerden, meydanlardan heyecanlarını gösteren, bize kucağını açan, AKP ve CHP’nin kutuplaştırıcı sözlerine aldırış etmeyen, milli devlet, milliyetçi Türkiye, bin yıllık kardeşlik, birlik, dirlik ve bölünmez bütünlükte karar kılan,
Dik baş, tok karın ve mutlu yarın sözümüze güvenen aziz milletimizin muhterem fertlerine gönül dolusu selam ve dualarımı bildiriyorum.
Partimizin değişik kademelerinde bulunup da canhıraş bir şekilde çalışan değerli dava arkadaşlarıma ve siz muhterem milletvekillerine teşekkür ediyorum.
Şunu da belirteyim ki, elde ettiğimiz neticeyle yetinmemiz mümkün değildir.
Bundan sonra kararlı bir şekilde eksikliklerimizi gözden geçireceğiz.
Milletimizin daha fazla desteğini niçin alamadığımızın ısrarlı şekilde cevabını arayacağız.
Her ihtimalin üzerine giderek önümüzdeki seçim süreçlerine sıkı bir şekilde hazırlanacağız.
Atıl kalan, hedeflerin gerisine düşen, enerjileri ve hevesleri yetişmeyen teşkilatlarımızı baştan ayağa gözden geçireceğiz.
Allah’ın izniyle iktidar olacağız, milletin ve tarihin yüklediği milli sorumluğu harfiyen yerine getireceğiz.

Değerli Milletvekilleri,
30 Mart Mahalli İdareler Seçimleri’nden sonra sandıklardan yayılan şaibeler, dalga dalga büyüyen itirazlar, seçim hileleriyle ilgili yorumlar epey konuşulmuş ve konuşulmaya da devam etmektedir.
Sandık sonuçlarının tartışmalı olması demokrasinin özüyle ve milli iradenin temsiliyle kesinlikle uyumlu değildir.
Mesela Ağrı’da il merkezindeki seçimler iptal edilmiştir.
Bazı ilçe ve beldelerde de seçimlerin yenilenmesine karar verilmiştir.
Yine bazı illerde gerilim bitmemiş, Yüksek Seçim Kurulu’na kadar sirayet etmiştir.
Ayrıca oy sayımına dönük itirazlar bir kısım il, ilçe ve beldelerde sonuç vermiş, belediye yönetimleri el değiştirmiştir.
Geçersiz oyların çokluğu, bir haftadır süren hengame ve pis kokuların yayılması bir yönüyle 30 Mart’tan çıkan demokratik neticeyi de ister istemez sorgulatmıştır.
Şu tesadüfe bakınız ki, 30 Mart akşamı oyların sayımı sırasında 41 ilde görülen elektrik kesintisi herkesi kuşkulandırmıştır.
Hükümet üyesi bir bakanın yaşanan elektrik kesintisini trafoya giren kedilere yüklemesi milletimizin aklıyla dalga geçmek olarak tarihe geçmiştir.
Herhalde kedilere dava açılması gündemdedir ve trafolar Başbakan’ın adamları tarafından kuşatılmış olsa gerektir.
Allah’tan, doğadaki vahşi hayvanlar baraj sularını içip bitirmemiş, enerji nakil hatlarını kuşlar kemirmemiş, termik santrallerine meteor taşı düşmemiş, sadece paralel kediler suçlanarak vaziyet kurtarılmıştır.
AKP hükümeti çok yakında yaşanan aksaklıkları, sandıklardaki şayiaları dünya dışı varlıklara ihale ederse kimse şaşırmamalı ve hayrete kapılmamalıdır.
Seçim sandığı üzerindeki sis perdesi acilen aralanmalıdır.
Çünkü sandık milletin namusudur.
Namusa el uzatan, sandıklarda yolsuzluk yapan kim varsa teşhis edilip en ağır şekilde cezalandırılmalıdır.

Değerli Arkadaşlarım,
Türkiye’nin iç ve dış sorunları artmaktadır.
Bölgesel meseleler tehlikeli bir eşiğe dayanmıştır.
Ukrayna’da yaşanan trajik ve kabul edilemez Rus zorbalığı, bundan kaynaklanan Kırım’ın perişanlığı hepimizi tedirgin etmektedir.
Kırım bir oldubittiyle Rusya’ya bağlanmıştır.
Akmescit’e hüzün çökmüştür.
Soydaşlarımız yaslı ve endişelidir.
Kırım Türklüğü zulmün ve esaretin pençesindedir.
Kırım Yarımadası’nda tansiyon zirvededir.
Ukrayna’da savaş çanları her gün biraz daha yoğun çalmaktadır.
Bu ülkenin doğu ve güney kentlerinde ayaklanan Rus yanlısı gruplar devlet binalarını işgal etmektedir.
Rusya’nın muhtemel askeri müdahalesi bölgesel gerginliği tırmandıracaktır.
Öte yandan Türkiye’nin Suriye’yle ilişkileri pamuk ipliğine bağlıdır.
Başbakan Erdoğan, 30 Mart akşamı balkondan yaptığı konuşmasında Suriye’yle savaşta olduğumuzu söylemiştir.
Ve bu iddia çok fazla kamuoyunda konuşulmamıştır.
Başbakan, balkondan Rıza Zarrap’ın, millete küfreden yandaş işadamlarının, İmralı canisinin, Barzani’nin, rüşvetçilerin, yolsuzluğa bulaşanların, yanına aldığı hanedan mensuplarının nam ve hesabına konuşurken savaşa girdiğimizi de haykırmıştır.
Sayın Başbakan, Türkiye, Suriye’yle ne zaman savaşa girmiştir?
Savaş kararını alacak TBMM’nin niçin bundan haberi yoktur?
Sayın Erdoğan, söyler misin bize, savaş kararını kimlerle konuştun, kimlere söz verdin, nasıl bir tezgâha düştün?
Sen Türk milletini ne zannediyorsun?
Türkiye’yi kafana göre savaştırıp, canının istediğiyle dövüştürmek mi istiyorsun?
Bu nasıl bir aymazlık, bu nasıl bir düşüncesizlik, bu nasıl bir sorumsuzluktur?
Milletimizin sorunları çözüm beklerken Başbakan 110 güne yakın bir süre içinde paralel örgüt avına çıkmış, çiftçiyi, esnafı, memuru, emekliyi, işçiyi, sanayiciyi kaderine terk etmiştir.
Meğerse bir de savaşa girmişiz de haberimiz olmamıştır.
Başbakan derhal sözlerine açıklık getirmelidir.
Türkiye Kaddafi’nin çadır devleti, Saddam ve Esad’ın Baas rejimine sahip değildir.
Başbakan durduk yere kalkıp da Türkiye’yi savaşa sokamaz, savaşa itemez.

Değerli Milletvekilleri,
30 Mart Mahalli İdareler Seçimleri tamamlanır tamamlanmaz Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili görüşler de gün yüzüne çıkmıştır.
Türkiye önündeki ikinci seçim güzergâhına sabitlenmiş, siyaset ikinci imtihan sahasına dümen kırmıştır.
Cumhurbaşkanı Sayın Gül’ün “vakit geldi” sözü adeta işaret fişeği olarak kabullenilmiştir.
AKP cenahından peş peşe gelen açıklamalardan Çankaya Köşküne en güçlü adayın Başbakan Erdoğan olduğu anlaşılmıştır.
Sayın Gül ise adaylığın aralarında görüşmeyle halledileceğini ifade ederek zımnen ben de varım mesajı vermiştir.
Başbakan Erdoğan Azerbaycan ziyareti öncesinde Sayın Gül ile görüşlerini paylaşacağını ifade etse de, 30 Mart’la beraber Cumhurbaşkanlığına sıcak baktığını şifreli sözlerle ima etmiştir.
Türkiye, halihazırda Cumhurbaşkanlığı seçim takviminin başlamasına 82 gün kala “Gül mü, Erdoğan mı” sorusuna kilitlenmiştir.
Başbakan Erdoğan’ın aday olması halinde Sayın Gül’ün buna saygı duyacağı ve kendisinin de Bayburt Modeli olarak dillendirilen bir yöntemle milletvekili yapılıp Başbakanlık koltuğuna oturtulacağı AKP’li bazı isimlerce projelendirilmektedir.
Yani ağzı olan konuşmaktadır.
Canı sıkılan Cumhurbaşkanlığı seçimi hakkında ahkam kesmekte, rol biçmekte, kamuoyu oluşturmaktadır.
Gelişmelerden çıkardığımız sonuç şudur ki, Cumhurbaşkanlığı seçimini yapmak bile aslında gereksiz ve zaman kaybıdır.
Sayın Gül ile Başbakan Erdoğan aralarında anlaşmaları halinde her şey netleşecektir.
Anlaşamadıkları takdirde Cumhurbaşkanlığı makamına oturacak kişinin kurayla bile belirlenmesi ihtimal dahilindedir.
Demokrasiyle yönetilen bir ülkede peşin yargılarla iki kişinin keyfine ülkeyi teslim etmek olmayacak bir şeydir.
Yaklaşık 77 milyon nüfusu olan Türkiye’de, Cumhurbaşkanlığı’na iki şahsiyetin layık görülmesi milletimizin egemenlik ve tercih haklarını bir defa hiçe saymaktır.
Buna da hiç kimsenin hakkı yoktur.


Biz Cumhurbaşkanlığı meselesini konuşmak için daha erken olduğu kanaatindeyiz.
İttifak söylentilerini de çok çiğ ve ham değerlendirmeler olarak görüyoruz.
Bizim açımızdan kimin Cumhurbaşkanı olacağı bir yana, nasıl birisinin bu önemli makama layık olduğu çok daha önceliklidir.
Bilelim ki, 10 Ağustos’ta ilk turu yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi de Türk demokrasisi için çok önemli bir sınav olacaktır.
Cumhurbaşkanlığı seçimi ile arkasından 7 Haziran 2015 tarihinde yapılması güçlü ihtimal olan 25. Dönem Milletvekilliği Genel Seçimleri iç içe geçmiş ve birbirlerini doğrudan etkileyen bir organik mahiyet kazanmıştır.
Türkiye’de çok partili siyasi hayata geçilmesinden bu yana Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde zaman zaman sancılı süreçler yaşanmıştır.
Ancak, önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimi, geçmiş örneklerine benzer şekilde bir krize dönüşme potansiyeli de taşımaktadır.
Nitekim bu konunun aylar öncesinden siyasi gündemin merkezine oturması ve yapılmakta olan siyasi ve hukuki meşruiyet tartışmaları bunun somut bir göstergesidir.
Parti olarak nasıl bir Cumhurbaşkanı istediğimizi geçmişte çok defa gündeme getirdik ve aziz milletimizle görüşlerimizi paylaştık.
Hatırlatmak isterim ki, 11 Ocak 2007 tarihli Basın Toplantımızda aynen şunları ifade etmiştim:
“Cumhurbaşkanı, devletin başı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin birliğini temsil etmektedir.
Bu bakımdan, bu yüce makama seçilecek şahsiyetin geçmişi, siyasi hüviyeti ve temsil ettiği zihniyet hayati önem taşımaktadır.
Bu çevrede, bu şahsın her türlü şaibeden uzak temiz bir sicile sahip olması vazgeçilmez bir ön şarttır.
Hakkında çok ciddi iddia ve dosyalar bulunanların, geçmişlerinin hesabını vermeden ve aklanmadan bu göreve talip olmaları düşünülemeyecektir.
Cumhurbaşkanlığı makamı, bu hesaptan kurtulmak için bir sığınma limanı olarak görülemeyecektir.”
25 Şubat 2007 tarihinde İzmir’de düzenlediğimiz 1.Bölge İstişare Toplantımızda aynen şöyle demiştim:
“Kendisine taraf olmayan vatandaşlarımızı ağır bir üslupla ve argo kullanarak hakaretamiz sözlerle eleştiren,
Cumhuriyetin temel kurumları ile çatışma içinde olan ve bürokrasiyi sürekli aşağılayan,
Hakkında çok ciddi iddia ve dosyalar bulunan, geçmişlerinin hesabını veremeyen ve aklanamayan,
Türkiye’nin milli değerleriyle derin sorunlar yaşayan ve Türk milleti sözünü ağzına almamak için “Türkiyelilik” gibi hezeyanların savunucusu olan,
Anayasamızın değişmez ilkelerini sorgulayan, lekeli ve özürlü siyasi sicile sahip bir şahsiyetin bu yüksek makama her şeyden önce ahlâken ve vicdanen yükselmesi mümkün değildir.
Şayet bu liyakatsizliğine rağmen bir şahıs, elindeki sayısal gücü kullanarak bu makama sığınmaya çalışırsa, oradan indirmenin yolu vatana ihanetten Yüce Divana yollamak olmalıdır.”
25 Mart 2007 tarihinde İstanbul’da düzenlediğimiz 4.Bölge İstişare Toplantımızda aynen şunlardan bahsetmiştim:
“Hatırlatmak isteriz; Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlığı makamı; Atatürk’ün seçilmesi ile birlikte, Kurtuluş Savaşı kahramanlığının simgelendiği kutlu bir yer olmuştur.
Buraya heves eden Başbakan’ın seçimi halinde Çankaya, ne ile ve hangi erdemle temsil edilecektir?


Kendi çiftçisinin “anasına” hakaret eden,
Mehmetçiği “yan gelip yatmakla” suçlayan,
Aziz şehitlerini “kelle “olarak tanımlayan,
Bölücü katile “sayın” diyen,
Milletimizi “kimliksiz” yapmaya çalışan,
Hakkındaki suçlardan aklanamayan Başbakan, bu sabıkalarından hangisi ile anılacaktır?
Çankaya’da, taviz ve teslimiyet mi, bağımlılık ve ilkesizlik mi, peşkeş çekme ve işbirlikçilik mi, argo ve hakaret mi? hangisi temsil edilecektir?”
6 Mayıs 2007 tarihinde Erzurum’da düzenlediğimiz 8.Bölge İstişare Toplantımızda şu görüşlerimi aziz milletimizle paylaşmıştım:
“Türkiye Cumhuriyetine Cumhurbaşkanı olacak şahsın;
Türkiye'nin bütünlüğü ve Türk devletinin millî ve üniter yapısını temsil ve taşıma konusunda milletimizde tereddüt bırakmayacak bir fikri maziye,
Cumhuriyetimizin kurucu felsefesini özümsemiş, geçmişinde Cumhuriyetin temel değerlerine samimiyet ve sadakati hakkında kuşku bırakmayacak bir milli duruşa,
Türk milletinin birlik ve beraberliğini, millet olma hasletlerini ve yüksek kültürünü benimseme konusunda mutlak güvenilecek ilkeli, berrak ve açık bir düşünce yapısına,
İlkeli, dürüst, şaibesiz ve manevî değerlere saygılı hüviyeti ile tebarüz etmiş, demokrasinin ilkeleri konusunda tam duyarlık ve kararlılığa sahip bir şahsiyet olmalıdır.”
Milliyetçi Hareket Partisi bugün de aynı fikirdedir, bugün de aynı noktadadır.
Cumhurbaşkanlığı makamına ilkesel bakışımız değişmemiştir.
Demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimizde 29 Ekim 1923 tarihinden bugüne kadar 10 Cumhurbaşkanı görev yapmış, 11’ncisinin görev süresi de devam etmektedir
Türk milleti kral seçmeyecek, sultan atamayacak, emir tayin etmeyecek, özgürlük ve demokrasiye mütecaviz bakan bir diktatör muavinine koltuk ihdas etmeyecektir.
Peki, ne yapacaktır?
Cumhuru temsil edecek, Cumhuriyet’in anlam ve birikimlerine sadakatle bağlı kalacak, milli kimliğe saygı duyup benimseyecek, hakkında hiçbir şaibe olmayan tertemiz bir isme Cumhurbaşkanı olma şerefini verecektir.
Devletin en tepesinde bulunan kutlu görevi sulandırmaya, ayağa düşürmeye, karanlık niyetlere tapulamaya kimsenin gücü de yetmeyecektir.
Buradan muhataplarına ilan ediyorum ki;
Önce özerkliğe, arkasından Kuzey Kürdistan’a açık kapı bırakandan Cumhurbaşkanı olmaz.
Türkiye’yi birbirine düşürmeye azmedenden, toplumu kamplara ayırandan Cumhurbaşkanı olmaz.
Şehitlerin vebalini ve kanını taşıyan bebek katiliyle müzakere yapandan, teröristlere kucak açandan Cumhurbaşkanı olmaz.
Vatanı bölme, milleti 36’ya ayırma hedefinde olandan Cumhurbaşkanı olmaz.
Twitter’i engelleyen, Youtube’u kapatan, kişisel hak ve hürriyetleri budayandan Cumhurbaşkanı olmaz.
Hukuka saldırandan, adaletten kaçandan, rüşvetçilere ve hırsızlara kol kanat gerenden Cumhurbaşkanı olmaz.
Villalara balya balya dolar yığandan, kamu arazilerini zimmetine geçirenden, evdeki parayı sıfırlarken haysiyet ve inandırıcılığını da sıfıra düşürenden Cumhurbaşkanı olmaz.
TSK’ya kumpas kurandan başkomutan olmaz.
Türklüğü reddeden, TC’yi silen, milliyetçiliği ayaklar altına alan bir inkârcıdan Türkiye’ye Cumhurbaşkanı olmaz, olamaz, olamayacaktır.
Kısacası iki yanlıştan bir doğru çıkmaz, tekeden süt sağılmaz, balda tuz bulunmaz, suda ateş yanmaz, Recep Tayyip Erdoğan’dan da Cumhurbaşkanı olmaz.
Siyasi görüşü, fikri aidiyeti, mezhebi ve yöresi ne olursa olsun, ister AKP’li, ister MHP’li, isterse de CHP’li olsun her vatan evladı Cumhurbaşkanı olabilir, ne var ki Recep Tayyip Erdoğan olamaz, milletin terazisi bu sıkleti çekmez.

Değerli Arkadaşlarım,
25’nci dönem Milletvekilliği Genel Seçimleri normal süresi içinde 7 Haziran 2015 tarihinde yapılacaktır.
8 Nisan itibariyle seçimlere 425 gün kalmıştır.
Milliyetçi Hareket Partisi bugünden itibaren 25. Dönem Milletvekilliği Genel Seçimleri için çalışmalarını başlatmış ve heyecanla yola koyulmuştur.
Siz değerli milletvekili arkadaşlarımın ve partimizin her seviyesinde görev alan dava arkadaşlarımın gayret ve çabalarını misliyle artıracağına inancım tamdır.
Mahalli İdareler Seçimlerine 431 gün kala, 24 Ocak 2013 tarihinde Söğüt’ten attığımız tohumlar 30 Mart’ta meyvesini vermiştir.
Yine ecdadımızın aziz hatıralarından güç ve feyiz alarak 12 Nisan 2014 tarihinde Söğüt, Domaniç ve Dumlupınar’a gidip; belediye başkanlarımıza tebrik, teşkilatlarımıza takdir ve vatandaşlarımıza da teşekkür ziyaretinde bulunacak ve yolumuza emin adımlarla devam edeceğiz.
Kuruluşumuzun ve kurtuluşumuzun tarihi anılarından ilham alarak mücadelemizi tüm vatan sathına aşkla, sevdayla ve inanmışlıkla yayacağız.
Kazanacağız, başaracağız ve Milliyetçi Hareket’in iktidar vizesini büyük milletimizden inşallah alacağız.
Milli iktidar, güçlü devlet, kudretli millet hedefimizdir.
Allah yolumuzu açık etsin, yar ve yardımcımız olsun.
Bu düşüncelerle konuşmama son verirken hepinizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.



Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!