Güncelleme Tarihi:
Ön not: İnternette bu yazının sadece türbanla ilgili bölümü geziyor. Bölmek yazarına ayıp. Aşağıda yazının tamamını bulacaksınız.
Ayrımcılık mı dediniz?
Mine G. Kırıkkanat (Radikal, 31 Ekim 2003)
Bilmem anımsatmama gerek var mı, bendeniz Süleyman Demirel'in 'baba'lığını kabullenen Meryem çocuklarından değildim. Zaten Devlet Ana'nın zevceliğine soyunan er kişilerin şahsıma 'kızım' demesine asla izin vermediğim gibi, bir ara devletle 'eş tinsel' ilişkiye girerek 'ana' diye anılan ve memleketin tüm dişilerini 'kızım' diye çağıran tombul sarışına da öksüz yetim olmayıp, kendisinden de doğmadığımı hatırlatmak zorunda kalmıştım.
Ne olur, ne olmaz. Bizim ellerde ensest yaygındır, ben manevi babalığa analığa eğilimi olan 'erişkinlerden' işkillenirim. Dolayısıyla Ankara'ya sık gitmem, Çankaya'daki köşkün yolunu da bilmezdim. Ama önceki gece eşiğini aştım. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in davetine katıldım. Çünkü...
80. yılında, benim yurttaşlığından gurur duymak istediğim Türkiye Cumhuriyeti'ni, varlığında özümleyen ve elli yıldan beri gelip geçen cumhurbaşkanları arasında, en iyi temsil eden kişi Ahmet Necdet Sezer. Baba gibiler, ana gibiler, amca, dayı, abi gibiler, demokrat gibi yapan iktidar, Avrupacı gibi yapan hükümet ve muhalefet gibi bile yapamayan iktidarsızlar arasında, 'gibi' yapmasına gerek kalmadan, devlet adamı olan tek adam. Ölçüsü belli: Hukuk. Yaptırımı sınırlı ve o sınırları asla aşmaya kalkışmıyor, Türkiye'ye ve Türkiye'yi yönetenlere yasallığın ne kadar önemli, hatta devlet olmanın birinci koşulu olduğunu eylemleriyle örnekleyerek anlatmaya, kavratmaya çalışıyor. Başbakanı tarafından, 'Biz yaparsak meşrudur' diye yönetilen bir ülkede, yasallığın önemini gerek anlamak, gerekse anlatmak zor tabii.
Dikkat ederseniz, tüm dedikleri doğru çıkıyor Cumhurbaşkanı'nın. Irak'a asker göndermek konusunda, 'uluslararası meşruiyet' aranmasını öğütlemiş,
'BM kararı' istemişti. Başbakan Erdoğan, "Biz yaparsak meşrudur," dedi ve ABD'ye yaranmak için çıkarılan tezkere, kaldı mı ellerinde? Tezkere onların ellerindeyken, 'beceriksizliği' ABD'ye mal etmek Abdullah Gül'e düşer miydi, o belli değil.
Türbanlı eşlerin çağrılmadığı Çankaya Köşkü'ndeki törene AKP hükümet üyeleri damsız katıldı, milletvekilleri ve bazı 'mühim' şahsiyetlerse türbanlı eşleri ya da eşlerinin türbanıyla dayanışma içine girip, katılmadılar. Ancak gelenler gelmeyenler ve hatta kimi türbansız eşliler bile, Cumhurbaşkanı'nı 'ayrımcılık'la suçlayıp, 'eşitliğe aykırılık' nutukları attılar. Başbakan Tayyip Erdoğan, kendisine törene katılamayan eşinin neler hissettiğini soran bir gazeteciye: "Siz kendinizi eşimin yerine koyun, neler hissederdiniz?" sorusuyla yanıt verdi. Gazeteci hanım ne hissetti, bilmiyorum. Ama ben Başbakan'ın çağrısına uydum. Benim kendimi Emine hanım yerine koymam, gerek Emine hanım, gerekse Recep Tayyip beyin ne derece hoşuna gider, bilmiyorum.
Ama benim için kolay oldu: Adıma bir harf ekleyip, başımı güzelce örttüm. Yakamı paçamı tilki kürkleriyle sarmalayıp kapandım ve düşündüm:
Düşündüm ki başbakan eşim benimle asla cuma namazına gitmedi. Cuma namazını bırakın, bir cenaze namazında bile birlikte saf tutmadı. Cenazeyi bırakın, bir bayram namazı bile kılmadık birlikte. Bayramı bırakın, herhangi bir günün beş vaktinden birinde, yan yana secdeye gelip iki rekât kılabildiğimiz görülmedi tarihte. Üstelik benim başbakan eşim, kadınlı erkekli dua edebilen Alevi Müslümanların Cemevlerini, cami eşdeğeri ibadet yeri saymadığını Almanya gezisi sırasında açıkladı! Üstüne üstlük aynı Almanya gezisinde, bir Alman ve kadın gazeteciye, karısı hasta, düşkün, yaşlı (çirkin?) erkeğin başka karılar alabileceğini açıkladı. Sordum kendi kendime: Cumhurbaşkanlığı törenine de türbanlıyım diye alınmamışım, ayrımcılık bunun neresinde?
Ayrımcılığın ta kendisi, benim türbanla saklanan, Tanrı'nın evine bile erkeklerle birlikte sokulmayan kafam değil mi? Tanrı'nın huzuruna çıkabilmek, secdeye varabilmek için gittiğim camilerde, erkekler ön sıralarda saf tutarken arkalarda bana ve hemcinslerime ayrılan bölümlerin, efendilerin gözünden uzakta tutulan uşak müştemilatından ne farkı var? Üstelik eşitlik, asıl Tanrı nezdinde, katında ve karşısında, en azından ibadet yerinde başlamaz mı?
Ben Allah'ın emri diye başımı örtmüşüm, erkeklerin arkasında durmayı, kocamın sözünden çıkmamayı, onun buyurganlığını ve üstünlüğünü, yani eşitsizliği, peşinen kabullenmişim.
Eşitliği ve birlikteliği, dini olmayan resmi bir törende mi ararım?
Tanrı katında olmayan eşitlik, eğlencede mi var yoksa? Öyleyse niye plajlarımız, havuzlarımız bile ayrı? Niye birlikte secdeye varamamaktan başka, el ele tutuşup denize bile giremiyoruz, 'ötekilerle' birlikte?
Zaten ne zamandan beri ve hangilerimiz erkek eli sıkar oldu ki, resepsiyona davet edilmedik diye naralanıyoruz, 'Ayrımcılık yapıyorlar' diye? Kim yapıyor ayrımcılık, ayrımcılık ne demek?
Kafamızı erkek kafalarından türbanla ayıran biz değil miyiz? Biz takmadık mı bu ayrımı kendi kellemize? Bak, o erkekler çıkardılar takkeleri, kestiler sakalları, taktılar kravatları, kimse 'günah' işlediniz demiyor. Öyleyse niye türban çıkarmak, başını açmak HÂLÂ günah kadınlara?
İşte böyle düşünürdüm sevgili okurlar, ben Emine Erdoğan olsaydım. İyi ki değilim. İyi ki o da ben değil. Çünkü aslında kanadı kırık doğan o, er doğan benim. Ben farkındayım, o değil, o kadar.
http://www.radikal.com.tr/veriler/2003/10/31/haber_93833.php