Güncelleme Tarihi:
Bir süredir Avrupa’daki Türk göçmenlerle ev sahibi ülkeler, toplumlar arasındaki ilişkiyi tartışıyoruz. Önce şunu sorayım, Avrupa’daki Türkler tek bir grup olarak tanımlanabilir mi?
- Avrupa’daki Türkler son derece heterojen. Farklı dönemlerde giden, etnik, kültürel, sosyoekonomik ve demografik açıdan birbirinden farklı gruplar var. Almanya ile başlayan; Fransa, Hollanda, Belçika gibi ülkelere yayılan, 1960’lı yıllardaki göçmen işçi anlaşmalarıyla giden bir grup var. Daha sonra Türkiye’de yaşanan birtakım politik gerilimler nedeniyle 1970’li ve 1980’li yıllarda iltica etmek suretiyle giden, Türkiye’de yabancılık çeken, dışlandığını hisseden gruplar var. Süryaniler, Kürtler, Aleviler... Bunlar, az önce saydığım gruptaki ülkeler dışında İsviçre, İsveç gibi ülkelerde yoğunlaştı. Ama herkesin aklındaki rota daima Almanya’ydı.
Bugünkü gerilimler ilk günlerde de yaşanıyor muydu? Türk kimliği, İslam bu toplumlarda bir mesele olmuş muydu?
- O dönemde etnisite ya da din çok belirleyici değildi. Bu insanlar, Almanlar, Fransızlar ya da Hollandalılar tarafından, ülkelerini kalkındırmak için gelen işçiler şeklinde algılanıyordu. Kimsenin aklında din ya da milliyet yoktu. Sendikalara baktığınızda örneğin İtalyan, İspanyol, Yunanlılar ve Türklerin, Almanlarla birlikte durduğunu, sınıfsal bir örgütlenme biçimi içinde olduklarını görüyoruz. Ev sahibi toplum ile göçmenler arasında sınıfsal bir dayanışma olduğunu anlıyoruz.
Peki ne zaman ‘öteki’ olarak görülmeye başladı göçmenler?
- 1974 OPEC kriziyle. Bu tarihin ardından Batı’da refah politikaları yavaş yavaş reddedildi; hükümetler daha neoliberal ekonomi politikalarına yöneldi. Madenlerde üretim durdu ve sanayi üretimi Avrupa dışındaki ülkelere kaydı; el emeğinden başka sermayeleri olmayan göçmen işçiler işsiz kalmaya başladılar. Giderek artan işsizlik ve yoksulluk sorunlarını çözemediklerinden, popülist liderler, göçmenleri yaşanan yapısal sorunların müsebbibi olarak lanse etti. Böylece kendi toplumlarını ve seçmenleri kontrol etmeye çalıştılar. İşte o dönemlerde işçilerin birden Türk, İtalyan, Yugoslav, Yunan olarak algılanmaya başladığını görüyoruz.
İslamofobi ne zaman devreye girdi?
- Onun da kökeni 1974’te aranabilir ancak ‘Müslüman’ olarak tanımlanmak esasen 90’lı yılların ürünü. Salman Rüşdi’nin ‘Şeytan Ayetleri’, Humeyni iktidarı, Huntington’ın ‘Medeniyetler Çatışması’ tezi üzerinden bu insanlar Müslüman olarak tanımlanmaya, bir blok olarak görülmeye başladı. Türklük ve diğer etnik özellikler de bir anda unutuldu. Yani siyasetçiler ve çoğunluk toplumları tarafından bu grupların nasıl tanımlandığı çok önemli. 60’lı yıllarda sadece işçi olan bu insanlar 70’li yıllarda ‘Türk’, 90’lı yıllardan sonraysa ‘Müslüman’ olarak görüldü.
Kendilerini Osmanlı’nın devamı kabul ediyorlar
Bugün Avrupa’daki Türk göçmenler kendilerini nasıl tanımlıyor? Ortak özellikler var mı?
- Göçmenler, hayatta kalma stratejilerini iki nokta üzerinde inşa etmeye eğilimlidir. Birincisi, içinde bulundukları yerele fazlasıyla vurgu yapmaları. Türk göçmenlerin önemli bir kısmı, kendilerini Berlin’de Kreuzberg, Amsterdam’da Bos en Lomer semtleri üzerinden tanımlarlar mesela. Çünkü orada bir komşuluk, bir akrabalık biçimi gelişmiştir. Kısmen kendilerince ve kısmen devletler tarafından yaratılan gettolarda kendilerini rahat hissederler. Bir diğer önemli kimliklenme biçimiyse kendini ulusötesi kimliklerle tanımlama eğilimidir. Bazı Türk göçmenler açısından Avrupalı kimliğidir bu.
Avrupa’daki Türkler kendilerini Avrupalı olarak görüyor mu?
- Almanyalılar kendilerini öncelikli olarak ne kadar Avrupalı olarak tanımlıyorsa (yüzde 4 civarı), Almanya’daki Türkler de aynı oranı tutturuyor. Yani göçmen Türkler, Almanyalılar kadar Avrupalı aslında. Ya da Fransızlar ve Hollandalılar kadar. Ama ulusötesi bir faktör daha var. İçinde yaşadığımız neoliberal çağda yoksul, işsiz, kendini dışlanmış hisseden insanlar, rahatsız oldukları devlet politikaları karşısında kendilerini daha küresel bir güce entegre etmek suretiyle psikolojik olarak güçlenmeye çalışırlar. İslam da böyle bir güçtür mesela. Yani kimisi Avrupalı kimliğine sarılır; kimisi Müslüman kimliğine...
İslam demişken, popülist partiler seçmenlerini etkilemek için Türklere karşı İslamofobi’yi çok kullanıyorlar. Gerçekte bir karşılığı var mı bunun?
- Avrupa’da IŞİD veya El Kaide gibi örgütler Türkler arasından çok az sayıda insan devşirebilmiştir. IŞİD’in devşirdiği insanların yüzde 30’u sonradan Müslüman olan Avrupalılar. Geriye kalanların çok büyük kısmı da Kuzey Afrika ya da Pakistan kökenli ikinci ve üçüncü kuşak göçmen çocukları. Bu çocuklar aslında pek İslam ile alakaları yokken, birden Selefi İslami anlayışı benimseyebiliyorlar. Türkler ne kadar İslamcı olursa olsun, bu radikalizme yönelmiyor.
Nedir peki Türklerin öncelikleri?
- Yıllardır yaptığım çalışmalarda her zaman çok önemli bir unsurun ön plana çıkarıldığını gördüm: Osmanlı geçmişi... “Biz Osmanlı’nın torunlarıyız” söylemi hep yaygındı. İşte Hollanda polisini arayıp ‘Mehter Marşı’ dinleten Türkler, tarihteki o karşılaşmayı sembolik bir şekilde yeniden üretmiş oluyor. Osmanlı’nın estetiğini, müziğini, tarihini, mirasını yeniden üreterek içinde bulundukları sosyoekonomik ve politik dışlanmışlık halini sembolik düzeyde aşmaya çalışıyorlar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a da böyle bir tarihi anlam mı yüklüyorlar?
- Evet; Erdoğan, Osmanlı’nın reenkarne olmuş, bu insanların hayallerinin vücuda gelmiş hali gibi. Bu hayaller, popüler kültür, özellikle diziler tarafından da besleniyor bugün. Kendini muhafazakâr, Türkiye’deki iktidar partisine yakın olarak tanımlayan insanlar arasında müthiş bir Recep Tayyip Erdoğan hayranlığı var. Bunun nedeni de bugüne kadar kendilerini dışlanmış, ezilmiş gören insanların, Erdoğan sayesinde kendilerine bir alan yaratmaları, güç kazanmaları ve ses getirdikleri hissine kapılmaları. Bir boşluğu dolduruyordu Erdoğan. Diğer bir deyişle, göçmen kökenli gençler, güçlü bir imaj çizen Erdoğan’ı yıllarca rencide edilmiş, aşağılanmış babaları yerine koyuyorlar. Erdoğan, bir anlamda onların psikolojik olarak ihtiyaç duyduğu ‘güçlü lider’, ‘baba’ veya ‘reis’ kültünü ifade ediyor olmalı.
Lobi faaliyetleri zarar veriyor
Göçmenler çoğu zaman fazla göze batmamayı seçer. Rotterdam’daki protestolar entegrasyonun bir aşaması sayılır mı?
Tabii ki. Aslında bu durum bir anekdot şeklinde sosyal medyaya da yansıdı; iki genç Türk protestocu birbirleriyle konuşuyor; birisi “Abi yapma, bizi de içeriye atarlar” deyince “Burası Türkiye mi” diye cevap veriyor diğeri. Sahadaki çalışmalarımda benzeri durumları çok gözlemledim. Demokratik bir toplumda yaşıyor olmanın verdiği güvenle ilgili bu.
Demokrasi bilinci gelişkin mi Türk göçmenler arasında?
- Evet. Hatta bu kişiler ne kadar muhafazakâr olsalar da, Türkiye’ye geldiklerinde kendilerini yabancı hissediyorlar. Avrupa’da 50 yılı aşkındır edindikleri demokratik değerlerle çelişen uygulamalar gördüklerinde rahatsızlık duyuyorlar. Avrupa’da yaşamaktan, refah devletinin onlara sunduğu imkânlardan memnunlar. İşte örnek ortada: Polisin bir gösteri sırasında kendine uygulayacağı muamelenin niteliğinden eminler. Göçmenler bir yandan da çok dil bilen, bulundukları ülkeyle oldukça ilgili insanlar. Göçmenlerin yüzde 30’u üçüncü bir dil biliyor; öyle gariban, ilgiye muhtaç insanlar değil.
Avrupa’daki göçmenlerin Türkiye’deki siyasete bu kadar ilgi duymaları normal mi?
Türkiye’yle her zaman ilgiliydiler. Ancak bu ilgileri her zaman bir takım siyasal oluşumlar tarafından politize edilmiş ve sömürülmüştür. Bu yapılar yeri gelmiş askerler olmuş, yeri gelmiş aşırı sol ve sağ örgütler olmuş, yeri gelmiş PKK, yeri gelmiş Süleymancılar, Milli Görüş teşkilatı olmuş... Bugün ise bir süredir Avrupalı Türk Demokratlar Birliği (UETD) adlı oluşum Avrupalı Türklerin hamisi olma rolüne soyunmuş gibi görünüyor. UETD’nin Türkiye’de iktidar partisine yakın çalışmak suretiyle birtakım lobi faaliyetleri yürüttüğünü biliyoruz. Ben Türkiye’nin bu tür lobi faaliyetlerinden her zaman uzak durması gerektiğine inanıyorum. Bu tür yöntemler, göç tarihimiz boyunca o veya bu şekilde hep birtakım grupları yabancılaşmıştır. Sözgelimi, eskiden militarist eğilimli lobi faaliyetleri Süryanileri, Kürtleri dışlarken, bugün UETD; Kürt, Alevi, liberal, sosyal demokrat, seküler ve sol grupları dışlayabiliyor. Çünkü kimse kendilerine Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından sunulan kaynakları paylaşmak istemiyor.
Kutuplaşma Avrupa’daki Türkler arasında da var mı?
Maalesef var. Bugün Avrupa’da yaşayan Türk diasporası Türkiye’de yaşanandan çok daha büyük bir kutuplaşma biçimi sergiliyor. Normalde kahvehanelerde, sokakta birbiriyle konuşan ve iletişim kurabilen, komşuluk geliştiren insanlar, bu lobici siyaset biçimi yüzünden parçalanıyorlar, bölünüyorlar.
Avrupa’da sosyal demokratlara yakınlar
Avrupalı Türkler bulundukları ülkelerde kime oy veriyor? Benzerlikler var mı?
- Var. İlk gittiklerinde, oy kullanma hakları yoktu ama sempatileri Hıristiyan Demokrat partilere dönük olmuştur. Daha muhafazakâr oldukları için. Eğitim ve yurttaşlık haklarıyla birlikte, Türkiye-AB ilişkileri üzerinden düşünmeye de başladıklarından, 1990’lar ve 2000’li yıllar itibariyle siyasi yelpazenin daha ortasında, daha demokrat, Türkiye’nin AB ilişkisine daha sıcak bakan partilere olumlu yaklaşmaya başladılar. Almanya’da Sosyal Demokrat Parti ve Yeşiller, Hollanda’da İşçi Partisi ve Sosyalist Parti çok önemli ama son dönemde oradan da Yeşiller’e kaymış gibiler. Fransa ve Belçika’da sosyal demokrat partileri tercih ediyorlar.
Yaşadıkları ülkede sosyal demokratlara, Türkiye’de muhafazakârlara mı oy veriyorlar yani?
-Hayır, böyle bir genelleştirme hem eksik hem yanlış olur. Sosyal medyada böyle bir algı var ama doğru değil. Yüzde 40’lık bir kitle Türkiye’de kendini AKP’ye yakın hissediyor ama karşısında da yüzde 60’lık bir kitle var sonuçta.
SAYILARLA EURO TÜRKLER
4.6 MİLYON: Avrupa ülkelerinde yaşayan Türk sayısı
31 EKİM 1961: Almanya ile imzalanan Türk İşgücü Antlaşması’nın tarihi
2500: İşgücü Anlaşması çerçevesinde Almanya’ya giden ilk Türk işçilerin sayısı