Güncelleme Tarihi:
Şimdilerde vahşileştik ama...
Her geçen gün daha da bir hayvansever oluyoruz. Belediye başkanlarının köpekleri ölümüne dövüştürdüğü, kasapların kurbanlıkların önce dört ayağını birden kestiği Türkiye’de bir zamanlar atlara bile kitabeli mezarlar yaptırılır, köpeklere ağıtlar yakılan ağıtlar edebiyat kitaplarını süslerdi.
Milletçe her geçen gün daha da bir hayvansever oluyoruz. Hayvanlara karşı duyduğumuz muhabbet öylesine artıyor ki kedi ve köpekleri fırınlara atıp yakmamız bir yana belediye başkanlarımız bile artık üç kuruş gelir uğruna köpekleri ölümüne dövüştürüyor, kasaplar kaçmamaları için kurbanlık boğaların önce bacaklarını kesiyor, sonra bıçağı şahdamarlarına saplayıveriyorlar.
Günlerdir bu hayvan katliamlarını tartışırken ben hayvan sevgisi konusunda nereden nereye geldiğiğimizi düşündüm.
HAYVAN VAKIFLARI
Biz 19. yüzyıla kadar millet olarak hayvanlara ziyadesiyle düşkündük. Yüksek binaların duvarlarına kuşevleri inşa eder, hatta hayvanlar için vakıflar bile kurar yahut vakfiyelere bazı özel maddeler iláve ederdik. Meselá Mimar Sinan'ın Kayseri'deki vakfiyesinde ‘‘Ağırnas köyünde yaptırdığım çeşmeyle çeşmenin etrafındaki geniş arazi hayvanların su içmesi ve dinlenmeleri içindir’’ demiş, Kanuni'nin kızı Mihrimah Sultan ‘‘Hergün iki defa herkese birer tas buğday çorbasıyla ekmek dağıtılacak ve her at başına yem sadakası verilecektir’’ kaydını düşmüş, Ödemiş'te Mürselli Hacı İbrahim'in vakfiyesine ‘‘Yeni Cami'de kalan leyleklerin yiyecekleri için yıllık yüz kuruş verilecektir’’ maddesi konmuştu.
PEŞPEŞE KÖPEK KIYIMI
Derken 19. yüzyıla gelindi, ‘‘batılılaşmaya’’ başladık ve ilk hayvan katliamının emrini bizzat zamanın hükümdarı İkinci Mahmud verdi ve İstanbul'da ne kadar köpek varsa yakalanıp Hayırsızada'ya gönderilmesini buyurdu. Dediği yapıldı, birkaç gün boyunca şehirde belki de tek bir hayvan kalmadı ama halktan tepkiler yükseldi: ‘‘Hayvanlara eziyet uğursuzluk getirir, başımıza iş açılacak’’ diye homurdanmalar başlayınca Hayırsızadaya'da sağ kalan köpekler geri getirilip yeniden İstanbul sokaklarına salındı. Ama uğursuzluk da gecikmedi: Yunanistan isyan etti, bağımsız olduğunu duyurdu ve daha sonra Avrupa donanması Türk donanmasını Navarin'de ateşe verdi. Türkiye'nin elinde tek bir savaş gemisi bile kalmadı.
Sonra aradan gene seneler geçti, 1910'a gelindi ve bu defa da İstanbul'un ‘‘Şehremini’’, yani Belediye Başkanı Suphi Bey köpek meselesini çözmeye kalkıştı; Haziran başında İstanbul'daki bütün köpekler yeniden Hayırsızada'ya yollandı. Birkaç gün içinde 80 bin civarında köpek çatanalara yüklenip yeniden mecburi bir ada yolculuğuna çıkartıldı. Hepsi açlıktan birbirini yedi ve hemen arkasından Balkan ve dünya savaşları patladı.
Yandaki sütunlarda yeralan Genç Osman'ın atı Süslükız'la Neyzen Tevfik'in köpeği Mernuş'un öyküleri geleneksel hayvan sevgimizi gösteren iki küçük örnektir. Ben bu sevginin son senelerde birdenbire nefrete dönmesinin sırrını bir türlü çözemedim. Okuduktan sonra iyice bir düşündüğünüz takdirde belki siz çözebilirsiniz.
Son Osmanlı'nın hayvan feryadı
Neredeyse bir asırdır Türk’üm, Türklüğümden ilk defa utandım
Önceki gün çok garip bir tesadüf oldu; bu sayfayı hazırladığım ve yan sütunda gördüğünüz ‘‘Genç Osman'ın Atı’’ bahsini yazdığım sırada Osmanlı ailesinin New York’ta yaşayan reisi Şehzade Osman Efendi'den bir faks aldım. Yakın çevresinde hayvanlara düşkünlüğüyle bilinen ve Lexington Avenue'deki geniş evi bir zamanlar hayvanat bahçesini andıran şehzade Türk gazetelerinde Denizli'nin Baklan ilçesindeki ölümüne köpek döğüşü haberini görmüş ve bir hayvansever olarak hayli hiddetlenmişti. ‘‘Böyle bir vahşet karşısında göz yumup ses çıkartmamam mümküm olamazdı’’ diyor, hissiyatını káğıda döküyor ve daha da önemlisi, ‘‘Türk'üm demeye ilk defa utandığını’’ söylüyordu.
İşte, Genç Osman'la aynı ailenin mensubu olan Şehzade Osman Ertuğrul Efendi'nin faksında yazdıkları:
‘‘Hemen hemen bir asır boyunca Türklüğümle iftihar ettim, vatandaşlığımı kaybetmeme rağmen başka hiçbir devlete sığınmadım. Ama gazetelerdeki köpek döğüşlerine ait haberleri okuyunca hayatımda ilk defa ‘‘Ben Türk'üm’’ demeye utandım.
Dünyanın bazı yörelerinde memleketin en aşağı tabakasından gelen birkaç kişi üç-beş köpek toplayıp gizliden gizliye bir klübede hayvanların birbirlerini parçalamasını vahşi bir zevkle seyrediyor olabilirler. Fakat belediye başkanı tarafından tertip edilmiş ve kaymakam tarafından izin verilmiş gösterilerde köpek veyahut başka bir hayvanın vahşice öldürülmesi ve bunun halk tarafından sevinçle seyredilmesi eski Roma devrinden beri dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir!
Avrupa Birliği'ne dahil olmaya çalışıyoruz. Bu vahşet karşısında değil Avrupa, eğer varsa Afrika'nın en geri kalmış kabilelerinden oluşan bir cemiyet bile bizi arasına haklı olarak kabul etmeyecektir.
Millet Meclisi'nin böyle bir vahşeti yasak etmesini Cenáb-ı Hak'tan temenni ederim. Maksat yalnız diğer medeni memleketler arasına katılmak değil, bize muhtaç olan mahluklara da insaniyetimizi göstermektir. Neticede teessüf edilecek birkaç kişiye rağmen milletimizin insaniyetini ve merhametini göstereceğinden eminim. Osman Ertuğrul'
Padişah atının mezartaşı
‘‘Süslükız’’, tarihlere ‘‘Genç Osman’’ diye geçen Sultan İkinci Osman'ın sevgili atıdır. Hükümdar günün birinde dünyasını değiştiren can yoldaşının ismini sonsuza kadar yaşatmak ister ve Süslükız'ın Üsküdar'daki Kavak Sarayı'nın avlusuna defnedilmesini buyurur.
Emir garip bir netice verir, ortaya tarihin hem ilk, hem de son ‘‘at evliyası’’ çıkar. Artık hastalık çeken atlar Süslükız'ın mezarına getirilecek ve mezar üç defa tavaf ettirilecektir.
Asırlar geçer, Kavak Sarayı yıkılıp gider ve Süslükız'ın mezartaşı sokağa düşer. Yüzyılın ilk çeyreğinde Asar-ı Atika Müzesi'nin yani bugünün Arkeoloji Müzeleri'nin müdürü olan Halil Edhem Bey taşı Çinili Köşk'e naklettirir.
Süslükız'ın 96’ya 62 santim ölçüsünde olan taşında şunlar yazılı:
‘‘Zıll-i Hak (Allah'ın gölgesi) Hazret-i Osman Han'ın / Süslükız nám (isimli) atı öğülmüştür / Emr-i Yezdán ile mevt irişecek (Allah'ın emriyle ölüm gelince) / Bu makam içre (buraya) o gömülmüştür’’
Neyzen Tevfik köpeğine mersiye yazmıştı
Türk şiirinin, özellikle de mizahi şiirin büyük ustası Neyzen Tevfik geçmiş zaman İstanbul'unun en namlı hayvan dostlarındandı ve van yoldaşı Mernuş ismindeki köpeğiydi. Neyzen neredeyse Mernuş da oradaydı, hatta şairin arada bir içki tedavisine gittiği Bakırköy Akıl Hastahanesi'nde bile biraradaydılar.
Mernuş 1934'te yine sahibiyle beraber Bakırköy'de bulunduğu sırada dünyaya veda etti, göçüp gitti. Şair ipekli gömleğini köpeğine kefen yaptı, Mernuş'u aralarında doktorların da bulunduğu bir cemaatin refakatinde hastahanenin bahçesine defnetti ve sonra Mernuş için bir mersiye yazdı.
İşte, Neyzen'in samimi ifadelerle dolu ‘‘Mernuş’’ mersiyesi:
‘‘Bu engin ayrılık canıma yetti / Başımdan aşıyor kederim Mernuş / Bu yolda yazılmış fermán-ı kaza / Bunu da gösterdi kaderim Mernuş
Bağlanmıştım bütün kalbimle sana / Şu fáni cihanı okuttun bana / Sen göçtükten sonra ben yana yana / Hicranla gözyaşı dökerim Mernuş
Bu yolda cahilim, bildiğim kısa / Sen girdin toprağa ben düştüm yasa / Haklı haksız hatırını kırdımsa / Affeyle günahım, beşerim (insanım) Mernuş’’