Güncelleme Tarihi:
“Adı Aylin” adlı romanıyla geniş kitlelerce tanınmaya başlayan ve 1997'de yılın yazarı ödülünü, “Sevdalinka” kitabıyla 1999'da yılın romanı ödülünü alan, “Köprü”, “Geniş Zamanlar”, “Gece Sesleri” ve Türkan Saylan'ın hayatını anlattığı “Türkan” adlı eserleri televizyon dizilerine uyarlanan, son olarak da hayatının ilk kırk yılını anlattığı “Hayat” ve “Hüzün” adlı biyografik romanıyla okuruyla buluşan Ayşe Kulin, kendi dünyasını, yazma sürecini, başucundaki kitapları ve son romanını anlattı.
Kulin, erken uyanan bir insan olduğu için daha çok sabah erken saatlerde yazmayı tercih ettiğini söyledi. Sabah 06.30'dan 10.30'a kadar kimsenin telefon etmediği, kendisini rahatsız etmediği bir süre olduğunu anlatan ünlü yazar, “Ondan sonra hayat bütün gürültüsüyle akmaya başlıyor etrafımda. Ama sabah benim beynim çok berrak oluyor. Hem de kimse beni rahatsız etmiyor. Çünkü herkes uyuyor yahut yeni yeni kalkıyor. Daha hayat başlamamış oluyor çevremde. En sevdiğim saatler o sabah saatleri” dedi.
Yine de sabah yazmak gibi bir zorunluluğu olmadığını, boş bulduğu her anında yazdığını belirten yazar, “Ben hayatımın her anında yazabiliyorum. Çünkü benim çok kalabalık bir ailem var. 8 tane torunum, 4 tane çocuğum, dünürlerim var. Yani hasbelkader genişlemiş bir ailem var. Gelinlerimin de aileleri katılıyor bu aile içine. Onlara 'Ben yazı yazıyorum' yahut 'Bir roman bitirmek üzereyim. Sizin acılarınıza yahut sevinçlerinize katılamam' diyemem. Biri hastalanıyor, biri ölüyor, bir cenaze oluyor, bir düğün oluyor, yani hayat akaduruyor etrafınızda ve ben o hayata katılmak zorundayım” diye konuştu.
Bir yandan sanatı da takip etmek zorunda olduğunu hatırlatan Kulin, bütün sanatların birbirini tetikleyen şeyler olduğunu ve bu nedenle konserlere, tiyatrolara, sergilere gittiğini ifade etti. Birçok konuşmaya, imza günlerine de katıldığını söyleyen Kulin, böyle bir koşuşturmanın içinde olduğu için sürekli yanında dizüstü bilgisayarını ve referans kitaplarını taşıdığını aktardı. Sanatçı, bu nedenle bir ara ağır taşımaktan omzunun da sakatlandığını dile getirdi.
Hava meydanında, vapurda, otobüste, nereye giderse gitsin ya okuduğuna ya da yazdığına dikkati çeken Kulin, “Eğer teknolojinin bana getirdiği fırsatları değerlendirmeseydim, bu kadar çok eser üreten bir yazar olamazdım. Ona da şükrediyorum ki teknolojinin çok ilerlediği bir çağa yetiştim. Çabuk bitiriyorum, çabuk düzeltiyorum kitaplarımı” şeklinde konuştu.
YAZARLIĞA NEDEN GEÇ BAŞLADINIZ?
Yazarlığa geç başlamasının nedeninin hiçbir öykü ya da roman denemesini bir yayıncıya okutamamak olduğunun altını çizen yazar, şunları söyledi:
“Yayıncı bulamayınca yayınlatamıyorsunuz. Kendiniz yayınlattığınız zaman okura ulaştıramıyorsunuz. Dolayısıyla benim aşağı yukarı bir 20-25 yılım yendi. O arayı kapatmak için de çok üretkenim. Az vakit kaldığı için de çok üretkenim. Çünkü insan ömrü bir yere kadar. Benim yaşım kitaplarımda belli, yani yaşımı saklamıyorum. Benim yazmak için bir 10 yılım daha var yok. Yaşarım da akıl yerinde durur mu? Çünkü akıl belli bir yaştan sonra artık yavaş yavaş sizden ayrılıyor. Onun için elim hep dolu.”
Yazmaya başlarken ilk cümleyi yazma anının çok sancılı olduğundan bahseden Ayşe Kulin, “O ilk cümle anı makinenin başına oturmadan aklıma gelmez. En azından bende öyle oluyor. Yani, 'oturup düşüneyim de şöyle bir cümleyle başlayayım' diye bir şey hiç olmadı. Ben ne zaman ki makinemi önüme çektim, oturdum, parmaklarımı üstünde gezdirmeye başladım, sanki o zaman bir sihirli değnek değiyor ve bütün o ilk cümle, sonraki cümle, sonraki cümle ancak o zaman geliyor dilimin ucuna” ifadelerini kullandı.
Geçmişte gazetecilik yapan ve uzun yıllar kamera arkasında da çalışan Kulin, kendisini yazarlık anlamında besleyen şeyin kamera arkasındaki yılları olduğunu belirtti. O süreçte değişik tabakalardan bir çok insanla tanıştığını dile getiren yazar, eserlerinde o insanları da anlattığını vurguladı.
Gazeteciliğin yazarlığına çok da katkısı olmadığını savunan başarılı yazar, şöyle devam etti:
“Zaten gazeteciliği de serbest gazeteci olarak yaptım. Yani yazılarımı Cumhuriyet'e götürürdüm. Bir Dünya'da bir de Güneş'te kadrolu gazetecilik yaptım. Çok da sevdiğimi söyleyemem. Çünkü Türkiye'de yazdığınız yazıya hakim olamıyorsunuz. Yazdığınız yazının ortasından biri bir cümle çekiyor, başlık atıyor. Birdenbire bütün yazdığının ruhuna ters düşen bir cümle olabiliyor. Ben ona hakim olamıyorum. Tekrar verdiğiniz zaman yazınızı baştakini uca, uçtakini başa getirebiliyorlar. Yazdığınız yazı birdenbire sizin kafanızdaki konseptle uyuşmayabiliyor. Ben ona tahammül edemedim. Ben yaptığım işin kendi kontrolümün altında olmasını isterim. O yüzden ben gazetecilikte başarılı olamadım. Kimseyi sıkıştıramam, kimsenin üstüne gidemem. Gazetecilik biraz bunları gerektiren şeyler. Özellikle politikaya filan da bulaştınızsa, birilerini köşeye sıkıştırmanız lazım. Benim karakterime uymadı. Onun için ben çok başarılı bir gazeteci olamadım.”
“BEN EDEBİYATI NEZİHE MERİÇ'LE SEVDİM”
Kitapla ilk kez 5-6 yaşlarındayken babasının kendisine okuduğu Almanca hikayelerle tanıştığını anlatan Kulin, kendisini edebiyata sokan kitabın ise o olmadığını söyledi.
“Ben edebiyatı Nezihe Meriç'le sevdim” diyen yazar, 15 yaşlarındayken Nezihe Meriç'in 'Topal Koşma'sını, 'Boz Bulanık'ını ve yine aynı kuşaktan Yusuf Atılgan'ı okuduğunu aktardı. Bu iki yazarını kendisi üzerinde büyük bir tesir bıraktığına işaret eden Kulin, “Daha sonra Türk edebiyatını adeta bir oburlukla okumaya başladım. Türk edebiyatına çok ilgiliydim ama şiirle ilgiliydim. Şiir seviyordum. Nezihe Meriç beni edebiyatın içine atan en değerli ustamdır” dedi.
Ayşe Kulin, zaman zaman şiir de yazdığını ifade ederek, evde duran çok fazla şiir denemesi olduğunu ama zaten tepeden inme gelen bir yazar olduğu için edebiyat dünyasının kendisini hiç benimseyemediğini belirtti. Kulin, “Şimdi bir de şiir kitabıyla çıkarsam iyice bir dayak yiyeceğim. Onun için hiç oraya girmiyorum. Yayıncılar da meraklı değil. Çünkü şiir satmıyor biliyorsunuz. Yani getir de şiirlerini basalım diye kimse demedi şimdiye kadar. Ama ben kendimi romancı olarak betimledim. Öyle gidiyoruz” şeklinde konuştu.
Romanlarını yazarken karakterlerini oluşturma aşamasında düşündüklerini ya da yazdıklarını kimseyle paylaşmadığını aktaran Kulin, şunları anlattı:
“Kendi karakterlerimi kendim yaratmayı seviyorum ama birilerinden etkilenmiyorum dersem yalan olur. Mesela “Gece Sesleri”nde bir kötü adam karakteri vardı. Ben o adamı tanıdım. O kadar nefret ettim ki ondan, yani o kadar beğenmedim ki onu, bir kötü adam tiplemesi olarak biraz değiştirerek romanıma soktum mesela. O bana kötü bir adamı işlemem için ilham verdi. Aşağı yukarı romanda yaptıklarını bir başka biçimde o da yapmıştı.”
“HER ROMAN BİR BİYOGRAFİDİR ASLINDA”
Yarattığı eserlerin çoğu biyografik roman özelliği taşıyan, bazı eserlerinde de yaşamından tanıdığı insanları anlatan Kulin, dünyanın en iyi yazarlarından Umberto Eco'nun “Her roman bir biyografidir aslında” sözünü şöyle değerlendirdi:
“Elbette her roman bir biyografidir aslında ama o adamın benim hayatımda çok önemli bir yeri mi vardı? Hayır,, hiç ilgisi yok. Yani çok yakınım mıydı? Akrabam mıydı, arkadaşım mıydı? Hayır hiç ilgisi yok ama tanıdım. Hayatınızda bir çok tip tanıyorsunuz. O tipler iyi olabiliyor, kötü olabiliyor ama sizin dışınızda bir etki bırakmışsa siz onu bir tür işleme olanağı buluyorsunuz. Zaten roman nedir? Hayatın ta kendisidir. Hayatı anlatmaktır. Hayatı da insanlar üstünden anlatırsınız.”
“SİZ KARAKTERLERİ YARATIYORSUNUZ, ONLAR KENDİ HAYATLARINI YAŞIYOR”
Roman yazma sürecinin gittikçe kolaylaşan bir şey olduğunu anlatan Kulin, “Siz yazmaya başlarsınız ve bir süre sonra bir şey akmaya başlar. Sonra karakterleriniz belirir ve artık siz o karakterlerinize hakim olamazsınız. Onlar kendi hayatlarını yaşamaya başlarlar. Mesela “Sevdalinka” adlı romanımda karakterlerim birdenbire yoruldular. Ve artık ben onlara başka hiçbir şey yaptıramıyordum. Adeta isyan ediyorlardı ve “bizi rahat bırak” diyorlardı. Onun için biraz da böyle birdenbire bitti gibi oldu “Sevdalinka” çünkü gitmediler, durmak istediler karakterler, dinlenmek istediler. Öyle tuhaf bir şey. Tanrıyla kulları gibi. Siz yaratıyorsunuz ama onlar kendi hayatlarını yaşıyorlar, kendi kaderlerini yaşıyorlar” dedi.
“Hayat” ve “Hüzün” romanları dışındaki romanlarında özel hayatın etkisi olmadığını savunan yazar, ailesinden bazı sahnelerin yer alabildiğini belirtti. “Nefes Nefese” romanını buna örnek gösteren Kulin, o eserinde teyzesinin hayatının akışını değiştirerek romana kattığını söyledi.
Aşksız bir hayatın olamayacağı gibi aşksız bir romanın da tuzu biberinin eksik olduğunu kaydeden başarılı yazar, eserlerinin genelinde aşk olduğunu ama “Köprü” adlı romanında olduğu gibi içinde aşkın anlatılmadığı eserlerinin de olduğunu hatırlattı.
“KENDİNE AİT BİR ODASI VE ZAMANI OLMALI KADININ”
Genç yaşlarında yaptığı 2 evliliği de boşanmayla sonuçlanan yazar şu an evli olmasa da 25 yıllık bir hayat arkadaşı olduğunu ifade etti. Virginia Woolf'un kadının kendine ait bir odası ve bu odada vakit geçirecek zamanı olması gerektiğine ilişkin olarak, “Kesinlikle kadının kendine ait bir odası olmalı. Benim var. Benim kendime dair bir nefes alma alanım vardır, özelim vardır. Oraya pek kimseyi sokmam” yorumunu yaptı.
Başucunda hep okumakta olduğu bir kitabın durduğunu dile getiren Kulin, son olarak İskender Pala;nın “Şah&Sultan”ını okuduğunu söyledi. Hep iki roman birden okuduğunu aktaran ünlü yazar, şöyle devam etti:
“Biliyorsunuz ben bir ödülün aday listesindeyim. Uluslararası bir ödül olan “Dublin Impact” ödülünün. Onu son kazanan Herta Müller'in 'The Appointment' adındaki romanını okuyorum. Bitiremedim, çünkü bu ara çok koşturuyorum. Yani çok az vaktim var kitap okumak için. İnce olanı yanıma aldım. Kalın olan İskender Pala'nın kitabını yanımda taşıyamıyorum. Onu ancak akşam evde okuyabiliyorum. Sürekli, iki kitap bitirdiğim zaman diğer iki kitaba başlıyorum.”
Hayatında yaşadığı şeylerin yazarlık yapmasında çok da itici bir güç oluşturmadığının altını çizen Ayşe Kulin, “Bütün bunları yaşamasaydım yine de yazar olabilirdim. Çünkü insanlar yetenekleriyle doğuyor. Kimi müzik yapıyor, kimi yazı yazıyor, kimi resim yapıyor, kimi yemek yapıyor, kimi çok iyi dikiş dikiyor. Sporcu olmak, dansçı olmak, bütün bunların hepsi bir yetenek işi. Yeteneğiniz varsa yapabiliyorsunuz. Bende vardı. Ben o yetenekle İsviçre'de bile yaşasam çikolatamı yiyerek bir roman yazardım diye düşünüyorum. Ama tabi Türkiye'de yaşamakta olduğum için olağanüstü şanslıyım. Çünkü beni namütenahi besleyen bir ülke” şeklinde konuştu.
Bir kadın yazar olarak varolmaktan son derece mutlu olduğuna işaret eden Kulin, kadın yazarların erkek yazarlara göre çok daha duyurlı olduğundan bahsederek, “Kadın ve erkek yazar arasında bir fark var mı derseniz, evet var. Çünkü ben okurken bu farkı hissediyorum. Kadın yazarlar benim çok sevdiğim yazarlar arasında. Kesinlikle kadınların daha renkli, daha içten ve daha değişimlere açık olduğunu düşünüyorum”ifadelerini kullandı.
Erkekler içinden de çok önemli, iyi yazarlar çıktığını belirten Kulin, Murathan Mungan, Cemil Kavukçu gibi isimlerin öykücülüğünü, Atilla İlhan'ın romanlarını çok sevdiğini anlattı. Yaşar Kemal, Orhan Pamuk gibi yazarların tartışmasız çok başarılı olduğunu söyleyen Kulin, “Bunlar çok iyi yazarlar ama kadın yazarların tuzu, biberi biraz daha farklı oluyor” dedi.