Güncelleme Tarihi:
Burada eksik olan nokta ise mali sistemin ne şekilde işlemesi gerektiği, bu işi ne kadar iyi yaptığı ve bunun getirdiği maliyetin ne olduğu tartışması.
Çoğunluğu serbest girişime dayalı bir ekonomide mali sistemin en önemli rolü sermaye yatırımlarının en verimli uygulamalara doğru yönlendirilmesidir. Batı ekonomilerinde yaşanan enerjik büyüme ve teknolojik gelişim süreci finansal sistemimizin uzun bir dönem boyunca gayet iyi işlediğini gösteriyor. Bu süreçte Apple, Microsoft, Google gibi başlangıç düzeyindeki şirketlerin rolü başarıda sadece yatırımcıların değil aynı zamanda finans piyasalarının da etkili olduğunu gösteriyor. 2008’in finans kaynaklı Büyük Resesyon’u bu geçmişi lekelese de tamamen silip atmıyor.
Durgunluk dışında sorulması gereken bir zamanlar hayran olunan bu mekanizmanın işlemesinin nelere mal olduğu sorusu. Eğer yeni bir gübre markası çiftçiye daha fazla ürün vaat ediyorsa, ama hem fiyatı hem de taşıma ve kullanmasının getireceği maliyet üründen elde edilen gelirden fazla olacaksa bu çiftçi için kötü bir anlaşmadır. Kısıtlı miktardaki yatırım sermayesini dağıtan bir mali sistem için de aynı şey geçerli.
Finans sistemimizin getirdiği maliyetlerin tartışması son zamanlarda yapılan hataların kağıt üzerindeki değeriyle ve vergi mükelleflerinin ilk yardım için nelere katlanması gerektiğiyle ölçülüyor. ABD’de mortgage fonlarında yaşanan tahmini 4 trilyon dolarlık kayıp buzdağının görünen yüzü. Bu kayıpların altında boşa harcanan kaynaklara bağlı yaşanan gerçek ekonomik maliyetler söz konusu: yanlış fiyatlandırılmış mortgage ABD’de aşırı sayıda ev inşa edilmesine sebep oldu. Bundan on yıl önce Telekom sektörü balonu şişkinken yapılan benzer fiyatlandırma hataları milyonlarca kilometre fiber-optik kablonun boşa gitmesine sebep olmuştu.
Yanlış kullanılmış kaynaklar ve durgunluk dolayısıyla ziyan edilen ürünler mali sistemin ne kadar verimli/verimsiz olduğunun hesaplanmasında kullanılmaya devam ediyor. Bir şekilde gözden kaçan şey ise sistemin işlemesinin maliyetinin ne olduğu.
Bu maliyetin bir kısmı öğrencilerin üniversitelere döndükleri bugünlerde özellikle açığa çıkıyor. Yıllar boyunca Batı dünyasında en parlak gençler hep özel finans firmalarına yönelmişti. Harvard’dan yeni mezun olup iş dünyasına giren öğrencilerimizin çeyreğinden fazlası kendilerine finans sektöründe yer buluyordu. Bu durum dünyanın başka yerleri için de geçerli. ABD’de finans sektöründe çalışanların üniversite mezunu olma oranı diğer mesleklere oranla son otuz yıl içinde üç katından fazlaya yükseldi.
Bireysel düzeyde kimse bu mezunları suçlayamaz. Ama genel ekonomi düzeyinde bakarsak bu en değerli kaynaklarımızdan birinin boşa harcandığı anlamına gelmektedir. Bu gençlerin yaptıkları için bir kısmı yatırım sermayemizi nasıl daha verimli kullanacağımız konusunda bize yol gösterirken, yaptıkları işin büyük bir çoğunluğunun ekonomik değeri yok.
Aksi gibi bireysel olarak en çok kazançlı çıkanlar da işleri varlık fiyatları ilişkilerindeki ölçülebilir düzenlilikten mikroskobik boyutlardaki sapmaların üç milisaniye yerine bir milisaniyede kalmasını sağlayanlar oluyor. Bu yetenekli ve enerjik gençlerin daha faydalı işlerle uğraşabilecekleri muhakkak.
Başka bir işle uğraşmıyor olmaları ise başlı başına kaynakların boşa harcanması demek. Pek çok başarılı öğrencimizi finans sektörüne çekilmesi ve dolayısıyla başka işler yapmamaları da finans sistemimizin ekonomimize ne kadar iyi hizmet ettiğini gösteriyor.
ABD’de hem finans şirketlerinin ödediği maaş ve ücretlerin yüzdesi hem de toplam karlılık içinde bu ülkelerin payı son on yıllarda çok yükseldi. 1950’lerin başlarında sigprtacılık ve emlak sektörlerini kapsamayan “finans” sektörü ABD’deki toplam maaş ve ücretlerin yüzde 3’ünü ödüyordu. İçinde bulunduğumuz on yılda bu rakam yüzde 7’ye yükseldi. 1950’lerden 1980’lere kadarlık dönemde finans sektörü toplam karlılığın yüzde 10’una tekabül ederken içinde bulunduğumuz on yılın ilk yarısındaki karlılık yüzde 34 oldu.
Bu ücret ve karlılık oranlarının yanı sıra ofis kiraları, hizmet faturaları ile reklam ve seyahat giderlerinin tamamı da ekonominin sermayesini dağıtan mekanizmanın işletim maliyetinin içinde sayılıyor. Hatırlatmak gerekirse piyasaya yeni çıkan gübreyi çiftçi için iyi bir anlaşmaya dönüştüren şey sadece dönüm başına elde edilen ürünü arttırması değil, elde edilen bu fazlalık ürünün gübreyi satın alıp çiftçinin gelirlerine katkı yapmaya yeterli olması.
Daha verimli bir finans sistemini değerli yapan şey sadece daha fazla üretim ve ekonomik büyümeye izin vermesi değil aynı zamanda ekonominin tamamının da bundan faydalanabiliyor olması. Mali sistemin işletme maliyetleri yükseldikçe çıta da yükseliyor. Yatırım dağıtma sistemimizin artan verimliliği bu çıtaya erişebilecek mi? Açıkçası bilmiyoruz.
Ekonomik kararların maliyetlerin ve kazançların tartılarak alınması gerekir. Finans sistemimizin ekonomimize neler kazandırdığı ve bunun maliyetinin ne olduğunun ciddiyetle tartışılmasının zamanı geldi.
*Yazar Harvard Üniversitesi’nde ekonomi profesörlüğü yapmaktadır. “The Moral Consequences of Economic Growth” (Ekonomik Büyümenin Ahlaki Sonuçları” isimli kitabın yazarıdır. Friedman’ın bu makalesi 26 Ağustos 2009 tarihinde Financial Times internet sitesinde “Overmighty Finance Levies a Tithe on Growth” başlığıyla yayınlanmış, çevirisi hurriyet.com.tr tarafından yapılmıştır.