Antik masalların peşinde

Güncelleme Tarihi:

Antik masalların peşinde
Oluşturulma Tarihi: Nisan 06, 2002 22:34

Geçen hafta Kuzey Ege'de, Truva, Assos ve İda Dağı'nda geçmişle bugün arasında gidip geldim. İnanılmaz manzaralara dalıp, geçmişin söylencelerini düşündüm. Bu gezimde bana Homeros rehberlik etti. Onun dizelerini okuyup, antik çağın yaşamından ipuçları yakalamaya çalıştım.

Bu kez antik söylencelerin peşine takılıp, yelkenlerimi Kuzey Ege'nin püfür püfür esen rüzgarıyla doldurdum. Güzergáhımı Truva (Troia, Troya) ardından Assos (Behramkale) en sonra da İda Dağı (Kaz Dağı) olarak belirledim. Her gezi öncesi yaptığım gibi kütüphaneme dalıp, gideceğim yerleri anlatan kitapları yazı masamın üstüne yığmaya başladım.

Kitaplar bir tepe haline dönüşünce, işin içinden nasıl çıkacağımı şaşırdım. Neye, nereden başlayacağımı araştırırken, kendimi birden söylenceler dünyasının tam orta yerinde buldum. Tanrılar, aşklar, ihanetler, savaşlar... Ölümsüzler ve sıradan insanlar... Akılları durduran antik hikayeler. Ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu bilmenin olanağı yok. Bir tek gerçek var ki o da, antik çağ insanının düşgücünün, bugünün insanından çok zengin olduğu.

Bu bahar yolculuklarının başıma bir iş açacağını ikide bir tekrarlıyorum. Bu mevsimde etrafta öylesine büyüleyici görüntüler oluyor ki, dikkatimi yola vermekte zorlanıyorum. Yeşermeye başlayan tarlalar, çiçeğe bürünmüş ağaçlar, öbek öbek gelincikler, sarılı beyazlı papatyalar... Tabii bu arada araba zikzaklar çizmeye başlıyor, karşıdan gelenlerin uyarısıyla direksiyonu düzeltip, yoluma devam ediyorum.

Bu kez de aynı heyecanları ve tehlikeleri yaşadım. İstanbul'dan gün ağarmadan yola çıktığım halde Truva'ya öğleye doğru varabildim. Kazı yerinde benden başka kimsecikler yoktu. Önce girişteki küçük tepeye çıkıp etrafa bakındım. Bir zamanlar gemilerin yanaştığı liman, artık uzaklaşıp gitmişti. Truva ile denizin arasına koca bir ova girmişti. Ege'den kopup gelen serin rüzgar, asırlık taşları yalıyor, incir ağaçlarının, selvilerin, meşelerin dallarını okşayıp, ıslıklar çalarak iç kesimlere doğru koşturup gidiyordu. Homeros buraya boşuna ‘rüzgarlı kent’ dememişti.

REHBERİM HOMEROS

Kitapları, içinde anlatılan mekánlarda okumayı bir ‘hobi’ haline getirdiğimi, daha önceki yazılarımda belirtmiştim. Bu kez de yanıma, Homeros'un Truva Savaşlarını anlattığı ‘İlyada’ adlı kitabı almıştım. Bir taşın üstüne oturup rastgele bir sayfa açtım ve okudum:

‘Gemilerden, barakalardan pıtrak gibi insan

Skamandros Ovası'na aktı yayıldı;

İnsanların, atların ayakları altında inledi toprak.

Baharda yeşeren yapraklar gibi durdu binlerce kişi

Çiçekli çayırlarında Skamandros ovasının...’

Satırlardan başımı kaldırıp, biraz ilerideki ovaya baktım. Savaş çığlıklarını duyar gibi oldum. 16.000 dizelik kitabın her bölümünden birkaç dize okuyarak, o günleri gözümde canlandırmaya çalıştım.

Truva, Gaflet Tanrısı'nın hüküm sürdüğü Hisarlık Tepesi'nde kurulmuştu. Kent, Anadolu Bronz çağının en önemli merkezlerinden biriydi. Burada ilk kazıyı, 1870 yılında Alman Heinrich Schliemann başlattı. Truva Kralı Priamos'un hazinesini ele geçirmeye çalışan Schliemann'ın hoyratça kazısı sonunda, kent kalıntılarının büyük bir bölümü yok oldu. 1893 yılında kazılara katılan Wilhelm Dörpfeld, burada dokuz kültür katının olduğunu saptadı.

Okları izleyerek dolaşmaya başladım. Bir zamanlar, dalga dalga gelen düşman saldırılarına cesurca karşı koyan savunma duvarları, aradan geçen onca zamana karşılık hala heybetini koruyordu. Taşların üstünde o günlerden kalma izleri boşu boşuna arayıp durdum. Athena Tapınağı'nın tabanını seyrederken, Truvalı kadınların kuşatma sırasında yardım gelsin diye dua edip, gözyaşı döktüklerini görür gibi oldum. Kentin her katmanında bir başka kültürün izine rastladım.

Homeros'un anlattığı Truva Savaşı'nın geçtiği 6. ve 7. katmanların etrafında biraz daha fazla oyalandım. Savaşın nedeni, diğer bütün savaşların nedenine benziyordu: Aşk, kıskançlık ve para...Sparta Kralı Menelaos'un dünyalar güzeli karısı Helena'yı, Truva Kralı Priamos'un oğlu Paris kaçırınca kıyamet kopmuştu. Aslında gerçek suçlu tanrıça Afrodit'ti. Çünkü ‘Altın Elma’yı alabilmek için Paris'e Helena'yı vaadetmişti. Truva kenti on yıl süren bir kuşatmadan sonra ele geçirilmiş, yakılıp yıkılmış ve Piamos öldürülmüştü. Bir bakışı ile binlerce gemiye yelken açtıran ve onca kan dökülmesine neden Helena'yı doğrusu çok merak ettim. Böylesine büyüleyici bir güzelliğin neye benzediğini hayal ettim ama şekillendiremedim.

Her ne kadar söylenceler savaşın nedenini bu aşk hikáyesine bağlasalar da, bence asıl neden Akhalıların ticaret yollarını ele geçirme isteğiydi. Akhalılar'ın amacı bölgeyi ele geçirip, Karadeniz'den gelip Ege'ye yönelen ticarette söz sahibi olmak istiyorlardı. Paris'in güzel Helena'yı kaçırması savaş için bahane olmuştu.

Bu savaşta tanrılar ikiye bölünmüştü. Afrodit ve Ares Truvalılar’ı, Hera ile Athena da Akhalılar’ı tutuyordu. Ölümlüler arasında sürüp giden savaşta tanrılar gerek gördükleri zaman işe karışıyorlardı. Silahları istedikleri yöne çeviriyorlar, yaralıları hemen iyileştiriyorlar, insanları dumanlarla örtüp, gizliyorlardı. Savaşı bir o yana bir bu yana çekiştirip duruyorlardı. Koca Zeus ise bu savaşta tarafsız kalmayı yeğlemişti. İda Dağı'nın zirvesindeki altarın üstünden, savaşı seyretmekle yetiniyordu.

Savaş, Truva'nın kaderi olsa gerek. Bugünlerde bu kent yine kıran kırana bir savaşa sahne oluyordu. Bu ‘Bilimsel Meydan Savaşı’nın taraftarları, Tübingen Üniversitesi'nin iki profesörüydü. 1988 yılında başlatılan yeni dönem kazıların başkanı Prof. Dr. Manfred Korfmann, Truva'ya toz kondurmuyor ve şu tezi öne sürüyordu: ‘Truva yalnızca kale surları içinde kalan bir yerleşim değildir. Surların dışında da önemli bir yerleşme vardı. Bu kesimin çevresi de hendek ve savunma duvarlarıyla çevrilmişti...’

BİLİMSEL KÜFÜRLER

Eskiçağ Tarihî Bölümü profesörü Frank Kolb ise bu teze şiddetle karşı çıkıyordu: ‘Korfmann'ın anlattıkları bilimsellikten uzaktır. Truva, söz konusu dönemin uluslararası ticaretinin, özellikle Karadeniz ticaretinin dışındaydı. O dönemde Truva yalnızca kale içinde tarımsal bir kentti...’ Bu kavga sırasında ‘Bilimsel Küfürler’ havada uçuştu. Sonunda savaşı, asırlar öncesinin aksine bu kez Truvalılar kazandı.

Antik yolları tek başıma arşınladım. Taşlara dokunarak asırlar öncesine gittim. Antik tiyatronun basamaklarında, ters dönmüş kaplumbağaları düzelttim. Geçmiş zamanın içinden sıyrılıp, yeniden şimdiki zamana döndüm. Bu antik söylencelerin kahramanı kentten istemeye istemeye ayrıldım. İmkánım olsaydı, asırlık incir ağacının gövdesine dayanıp, yıldızların altında geçmişe doğru yaptığım düş yolculuğuna devam ederdim. Park yerinden çıkıp, Assos'a giden arka yollara doğru direksiyon kırdım.

Yarı yoldaki Dalyan Köyü'nde mola verip, Ege'nin lacivert sularına doğru dizilmiş masalardan birine oturdum. İskeleye halat atmış bir kayığın livarında zıplayıp duran, ağdan henüz kurtulmuş orta boy çipurayı gözüme kestirdim. Kuyruğundan tutup, aşçıya teslim ettim. Aklımda Truva, önümde salata ve balık, karşımda Bozcaada, bir güzel ziyafet çektim. Sonra Assos'un zirvesinde, Athena Tapınağı'nda güneşi batırmak için yoluma devam ettim.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!