Güncelleme Tarihi:
Turizm Bakanlığı bu yıl İnanç Turizmi turlarının beşincisini düzenledi. Geziye dünyanın 17 ülkesinden gelen ayrı din ve inançları paylaşan 39 gazeteci katıldı. Gazeteciler güneydoğuda camileri, kiliseleri, sinagogları, manastırları gezdiler. İsa Peygamberin 2000. doğum yıldönümü kutlamalarına az bir zaman kala, Türkiye Antakya'daki St. Pierre, Tarsus'taki St. Paul kiliselerine gelecek turistleri karşılamaya hazır.
Bir yanda ezanlar ‘‘haydin namaza‘‘ diyordu, öte yanda çanlar ‘‘ayin‘‘e çağırıyordu... Uçsuz bucaksız Anadolu güzelliğinin bir başka yanıydı bu. Ve dünyanın dört bucağından gelen gazeteciler, bu dinler buluşmasını bir başka duygu, bir başka heyecan içinde izliyorlardı. Türkiye'ydi burası, farklı inançlardaki insanların, dostlukla, omuz omuza yaşayışlarına hayretle şahit oluyorlardı. Ve sonra o ülkelerin insanları şu yakıştırmaları yapıyorlardı kendilerince: Kimi, ‘‘Hoşgörülü, misafirperver insanlar ülkesi‘‘ diyordu, kimileri ‘‘Dinlerin beşiği bir cennet ülke‘‘...
Amerikalı'sı, Japon'u, Rus'u, Alman'ı, İngiliz'i, Fransız'ı, Kuveytli'si, İsrailli'si, Finli'si, Çinli'si, İspanyol'u, İtalyan'ı Müslümanların Büyük Mecidiye Camisi, Hıristiyanların Phakos Ortodoks Kilisesi, Musevilerin Etz Ahayım Sinagogu'nun bulunduğu İstanbul'un Ortaköy'ünde buluştu. Üç dinin nasıl birarada yaşadığını gördü. Ve İnanç Turizmi 98, Türkiye'ye ilk kez gelen gazetecilerle birlikte başladı.
ST. PAUL ANIT MÜZESİ
İstanbul'dan sonra ilk durak Tarsus'taki St. Paul Anıt Müzesi oldu. Genişçe bir avlu içerisinde duvarları kesme taşlarla kaplı kilise Hıristiyanlar için Antakya'daki St. Pierre Kilisesi kadar önemliydi. Kilise başta Hz. İsa olmak üzere Yohannes, Mattaios, Marcos ve Lucas'ın freskleriyle süslü. Tarsus'un antik çağa ait yerleşim biçimini ortaya koyan ‘‘Antik Cadde’’ modern kent merkezinde insanları adeta geçmişe götürüyordu. Adana'ya gelindiğinde 1507 yılında Ramazanoğlu Beyliği döneminden bugüne kadar dimdik ayakta kalan 22 kubbesi ile Ulu Cami ve Külliyesi son depremden izler taşıyordu. Payas'taki Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi'nin kapısı üzerindeki kitabede ‘‘Fani dünyada kalıcı bir eser olması için 1574 yılında yaptırıldı’’ yazıyordu. Külliye kervansarayı, çarşısı, medresesi, camisi ve kalesi ile yıllara meydan okurcasına sapasağlam ayaktaydı. Yabancı gazeteciler caminin bahçesindeki 1300 yıllık zeytin ağacını görünce büyülendiler.
Antakya'da ilk durak 1963 yılında Papa 6. Paul tarafından Hıristiyanlar için hac yeri olarak ilan edilen St. Pierre Kilisesi idi. Kudüs'teki kiliseden sonra dünyanın en eski kilisesiydi. Hıristiyanlar ‘‘Hıristiyan‘‘ adını burada almışlardı. Antakya'dan Gaziantep'e gelmeden ilk durak Islahiye'nin Yesemek Köyü oldu. Yesemek'te dağ daş dev heykellerle kaplı. Yüzlerce dev heykel Paskalya Adaları’ndaki heykeller kadar büyük olmamasına karşın yine her biri 1.5 ile 10 ton arasında. Köylüler buraya ‘‘Heykel Tarlası‘‘ adını vermişler. Heykel tarlası dünyada eşi olmayan bir açık hava heykel atölyesini andırıyor.
Gaziantep'teki gecelemeden sonra asırlara meydan okuyan Rumkale'ye geliyoruz. İsa peygamberin havarilerinden Johannes İncil müsvettelerini bu kalede saklamış. Rumkale'yi de merkez yapıp Hıristiyanlığı buradan yaymış. Daha sonra yazılan bu İncil'i Romalılardan Beyrut'a kaçırmış. Fırat Nehri ile Merzimen Çayı arasında sarp kayalıkların doruklarındaki kale, asırlar boyunca Asurlulara, Perslere, Medlere, Romalılara, Araplara mekan olmuş.
FOTOĞRAF YARIŞI
Adıyaman'dayız. Nemrut'ta güneşin doğuşu bir başka, batışı bir başka oluyor. Güneşin doğuşu ile dev heykel başları renkten renge giriyor. Kafaları bir anda allak bullak olan yabancı gazeteciler o heykel başından, diğerine koşup fotoğraf çekmekte birbirleriyle yarış ediyorlar.
Otobüsümüz Şanlıurfa'ya doğru yol alırken Cendere Köprüsü ve Karakuş Tepesi'nden geçiyoruz. Peygamberler Şehri Urfa'ya gelmeden önce gazetecilere Atatürk Barajı'nı gösteriyoruz. Öğle vakti Şanlıurfa'da Balıklı Göl'deyiz. Halil-ür Rahman da denilen gölün etrafında çocuklar tarzanca bir İngilizce ile Hz. İbrahim'in Nemrut tarafından mancınıkla ateşe nasıl atıldığını ama sonra ateşin göl, balıkların da birer odun olduğunu anlatmak için birbirleriyle yarış ediyorlar. Ertesi sabah Harran'dayız. Harran Evleri'nin bir benzeri dünyada yok. Harran 4 kilometreye varan surlarıyla, Harran Üniversitesi ve Ulu Cami kalıntılarıyla zamanında ne kadar ihtişamlı bir kent olduğunu gösteriyor.
ORTAÇAĞ MANASTIRI
Sonraki durak Mardin'deki Deyrulzaferan Manastırı. 1600 yıl önce güneşe tapanlar burada bir tapınak yeri aramışlar. Öyle bir tapınak yeri olsun istemişler ki, tapınak Mezopotamya Ovası'na uzansın, dağlar ise çevresinde kale olsun. İşte Süryanilerin Deyrülzaferan Manastırı bu tapınağın üzerine kurulmuş. Adeta bir Ortaçağ manastırı görünümünde. Deyrülzaferan 1116 yılından 1932 yılına kadar patriklerin merkezi olmuş.
Gezinin son gününde ise Diyarbakır'dayız. Artık yabancı gazetecilere misafir gazeteciler demiyoruz. Gezdiler, gördüler ve bizleri tanıdılar. Gezi başlamadan önce bizlere ‘‘fanatik misiniz?‘‘ ‘‘barbar mısınız?‘‘ diyenler karşılaştıkları misafirperverlik ve hoşgörü karşısında, ‘‘Ülkeniz cennet. Ülkenizin kıymetini bilin‘‘ dediler.