Buyurun... İşte size bugünün Amerika Birleşik Devletleri... Gorge W.Bush'u Başkanlık koltuğuna oturtan
seçim bittikten sonra yaklaşık 300-400 kadar oyu sayabilmek için neden bir ay kadar süreyle uğraşmalarına akıl erdirememiştik değil mi? Bu şekilde işleyen Amerika'dan başka ne bekleyebilirsiniz ki?
Amerika'ya ben ilk 1968 yılının Ekim ayında gittim. Amerikan hükümeti istediğim yerleri görmeme olanak veren bir davet yapmıştı. O sayede 45 gün süreyle doğudan kuzeye, oradan batıya ve sonra güneyden yine doğuya uzanan bir daire çizdim. Her yerde olumlu, sıcak, kibar, konuksever insanlarla tanıştım. 'Açık, dürüst ve özgür bir toplum' görmüş olmanın izlenimleriyle geri döndüm.
Aradan geçen yıllar boyunca ABD'ye kısa süreli sekiz, on gezi daha yaptım. New York'ta indiğimiz havaalanında pasaportları inceleyen ve yolcuları sorgudan geçiren kaba ve olumsuz tavırlı görevliler hariç beni rahatsız eden hemen hiçbir şeyle karşılaşmadım.
Tüm izlenimlerim, 'sorun çözen, karşısındakinin iyi niyetinden kuşkulanmayan, elinden gelen yardımı başkalarından esirgemeyen, güleç yüzlü, hızlı tempolu, gelişmiş bir ulus' noktasında düğümleniyordu.
Taa ki içinde bulunduğumuz Aralık ayının 14'ünde Amerika topraklarına tekrar ayak basıncaya kadar...
Önce belirteyim:
Ayak basmamız bile bir mesele oldu:
Amerikan Airlines'ın 'AA 101' seferini yapan uçağı Londra'dan kalktıktan yaklaşık 7 saat sonra 14 Aralık Pazar günü saat 12.04'te New York'taki John F. Kennedy havalimanına inecekti.
New York üzerine zamanında geldik ama uçak inemedi. Çünkü aşağıda kar vardı. Havalimanının trafiği çok yoğundu... Ve biz havada tur atıp vakit geçirmeye mecburduk.
Derken iniş izni verildi.
Ve saat 14.10'da tekerleğimiz piste değdi.
Peki aprona ne zaman gelip durabildik?
Tam saat 15.10'da... Yani tekerleğimiz yere değdikten tam bir saat sonra...
Pasaport ve vize kontrolü... Derken bagajların alınacağı bölüme geçiş...
Uçağa bineli 9 saati geçmiş. Sizi uğurlayanlar indiğinizi bilmek istiyor. Hemen cep telefonuna sarılıyorsunuz.
Fakat duvarlarda uyarı var:
'Bu bina içinde cep telefonu kullanmayınız.'
Peki nereden telefon edeceğiz
haber bekleyenlerimize?
Duvara asılı üç telefon burada var, üç telefon öte tarafta... Lakin ne telefon üzerinde bir açıklama var 'şehir içi konuşmak istiyorsanız, önce şu numaraları çevirin' diye... Ne de karşılaştığınız zorluğa ilgi gösterip yardım eden...
Sorduğunuz görevliler de 'benim işim sana telefonu nasıl kullanacağını öğretmek değil' mesajı veren bir umursamazlıkla ağızlarında birkaç kelime yuvarlayıp arkadaşıyla konuşmaya dönüyor...
İlk gelişiniz ise, vazgeçin mücadele etmekten... Nihayet 'kazaya uğrasak haber bekleyenler zaten radyodan televizyondan duyarlar' deyip bagajınızın derdine düşün.
Lakin bagajlar nerede?
Nitekim taşıyıcı bandın harekete geçmesi için 50 dakika da orada bekledik. Ve... 12.04'te inmemiz gereken havalimanından, hiçbir olağanüstü engelle karşılaşmadan saat 16.00'da yani tam dört saat kaybetmiş olarak otele hareket ettik.
Neyse ki önceden bir 'limuzin' servisine 'beni karşılayın' mesajı göndermişim. Yoksa havalimanında bir taksi bulmak da herhalde en az yarım saatimi alırdı.
*
Otelimiz Manhattan'da Birinci Avenue üzerinde... Bentley Hotel... Geceliği 159 dolar imiş. New York ölçülerinde lüks sayılmayan bir otel olmalıydı. Bizim için burada olması önemliydi çünkü işimiz Birleşmiş Milletler Merkezi'ndeydi. Gidiş gelişimizde sorun istemiyorduk.
Bana verilen oda 10'uncu katta imiş... Asansör hareket edince sağından solundan parçalar kopuyor yahut bir yerlere çarpıyormuş gibi sesler gelmeye başladı. Ama hakkını yemeyelim... Tam onuncu katta durdu.
Bavulu aç, elbiseleri gardıroba, gömlek vs.yi çekmecelere koy...
Yorulmuşsun... Bir bardak su iç...
Ne suyu? Odadaki buzdolabının konulduğu kapağı açınca gördüm ki, içi boş... Yani buzdolabı filan yok.
'Allah Allah! Herhalde dolap bozuldu, tamire götürdüler. Bana da dolabın getirilmediğinin farkında olmadan bu odayı verdiler.'
Neyse ki resepsiyondan yardım isteyebilirim.
İstedim de... Ama yanıt, beklediğimden farklı çıktı:
'Odanıza buzdolabı koyarız ama günlüğü 20 dolardır. Bunu oda ücretinize ilave ederiz.'
Lanet olsun! Bu kadar paragöz insanlara 20 dolar değil 20 cent bile verilmez...
*
Kalitesiz porselen tabağa masa üzerinde dizili tereyağı, peynir ve reçel paketlerinden koyuyor, aldığınız bageli ekmek kızartıcıda şöyle bir ısıtıyor, sonra çayınızı/kahvenizi koyacağınız kağıt bardak alıyor ve makineden çay alıp bir masada bu muhteşem kahvaltıyla güne başlıyorsunuz.
Çatal hiç yok... Çünkü çatal yıkamanın da bir maliyeti var.
*
New York'a geldiğinizi birilerine bildirmeniz lazım. Öyle ya... Yakınınız var, sevdiğiniz var...
İyi de telefon numarasını çeviriyorsunuz, çeviriyorsunuz, sonuç yok. Karşınıza sadece 'çevirdiğiniz numara yanlış/eksik' diyen bir ses çıkıyor. 'Ama yine de kendi sesinizle bir mesaj bırakabilirsiniz' diyor.
Zaten New York'ta kimseye telefonla ulaşmanız söz konusu değilmiş gibi ortak bir anlayış doğmuş.
Telefonlar adeta insanlar arasında iletişim kurulsun diye değil, iletişim kurulması engellensin diye icat edilmiş. Çünkü kime telefon ederseniz edin, -pek şanslı değilseniz- karşınıza 'Lütfen ses mesajı bırakın' diyen bir bant kaydı çıkıyor.
Mesajınızı bırakıyorsunuz. Ama size dönen olmuyor. Çünkü herkes sadece kendi bencilliğine hizmet sunuyor.
Bir örnek vereyim:
Hürriyet'in New York'taki temsilcisi, en az 40 yıllık arkadaşım Doğan Uluç'a ben şahsen dört defa mesaj bıraktım, dönüp aramadı.
Üstelik New York'a geleceğimi ve kendisini arayacağımı önceden haber vermiştim.
İnsanlık nereye düşmüş, anlayın.
SİZ MUSLUĞU HANGİ YÖNDE ÇEVİRİRSİNİZ?
Siz evinizdeki musluğu açmak isterseniz saatin aksi yönde çevirirsiniz değil mi? Kapatmak da saat yönünde çevirerek yapılır. ABD'de -veya New York'taki Bentley Hotel'de öyle değil. Suyu akıtmak için musluğu saat yönünde çevirmeniz gerekli. Kapatmak için de aksini yapacaksınız. Lakin 'kapatıyorum' diye saat yönünde çevirince üstünüz başınız sıçrayan sular yüzünden sırılsıklam olmasa...
Sen misin öten!New York bitmedi. Çünkü dönüş maceramız daha revnaklı oldu:
Yine American Airlines ile bu defa Londra'ya uçmam lazım. Biletim Business sınıfı olduğu için yer bulunduğu takdirde uçağımı değiştirme hakkım var.
Daha doğrusu ben öyle sanıyordum.
New York'a yolu düşen Türklerin gayri resmi konsolosluğu diyebileceğiniz bir adres var: 'American Club' isimli bir seyahat şirketinin sahibi Cevdet Gümüşdere ile eşi Adalet Gümüşdere. Bizim Haluk Şahin tanıyormuş.
Gittik. İlgilendiler. Adalet Hanım American Airlines ile konuştu. Hani o bir zamanlar, her sorunu çözmek için yardımcı olduklarını gördüğümüz Amerikalılar var ya... Onlardan aldığı yanıt şu:
'Biz buradan ancak yeni bir bilet kesebiliriz. Kendi acentesiyle konuşsun. Bileti nereden aldıysa tarife değişikliğini oradan yaptırsın.'
Çaresiz İstanbul'a telefon ettim. Sekreterim Hülya Kaya yerimi Türkiye'den değiştirdi. Böylece 17 Aralık 2003 Çarşamba günü saat 19.05'te John F.Kennedy havalimanından kalkacak uçaktaki yerim güvence altına alınmış oldu.
Saat 19.05'te kalkacak uçak için sizin saat kaçta havalimanında bulunmanız gerekir?
İki saat önceden değil mi?
Ben ihtiyatlı davranmak istedim. Saat tam 16.00'da havalimanındaydım.
Önce gidip Business Class yolcularının check-in işlemlerini yapan bölüme gittim. Görevli işlemleri yaptı. Uçağa vereceğim bavulun üzerine etiketleri yapıştırdı sonra, 'Şimdi güvenlik kontrolü kuyruğuna girin ve bavulunuzu oradan geçirin' dedi.
Dediği yere yaklaşınca gördüm ki, kıvrıla kıvrıla en az 100 metreyi bulan bir kuyruğa girmemi istiyor.
Tamam... Onu da yapalım ama kuyruk yürümüyor ki...
Nitekim saat 17.00 oldu... Bizim kuyruğun topu topu 15 metresi eridi.
Saat 17.15 oldu, kuyruktan bir 20 metre daha gitti.
Ama geride daha en az 60 metre var ve zaman azalıyor.
Saat 17.30 sularında üniformalı bir bayan görevli 'Zürih yolcuları öne çıksın ve denetim için şurada kuyruk oluştursun' dedi.
Yaklaşık 15-20 yolcu, bavullarını koydukları arabaları iterek denetim noktasına ilerlediler.
Onlar erimeden aynı görevli bu defa:
'Miami yolcuları kuyruktan çıkıp öne gelsinler' diye bağırdı.
Kuyruktakilerden 10 kadar yolcu da Miami'ye gidecekmiş.
Derken saat 18.00 oldu ama önümüzde daha en az 40 metre kuyruk var.
Üçüncü anonsla American Airlines'ın 100 sayılı seferiyle Londra'ya gidecek olanları çağırdılar. Yaklaşık 10 kişi de böylece önümüze geçti.
Benim bineceğim 122 sayılı seferin yolcularından biri açıkgözlük yapıp ötekilerin arasına karışmaya kalkınca önümdeki genç hanım yolcu gittiği gibi görevliye ihbar etti. Adamı geriye postaladılar.
Lakin kuyruk bir türlü erimiyor.
Erimiyor çünkü tüm bavullar, valizler bir tek cihazdan geçiriliyor. Oysa cihazın etrafında en az 8-10 görevli var. İkinci bir cihaz koymayı nedense düşünmüyorlar.
Böyle bir durum Türkiye'de olsa neler duyarsınız?
Kardeşim biz zaten böyleyiz... Şuraya iki memur ile bir cihaz daha koysalar bu eziyet olmaz. Ama bizim yetkililer düşünemezler ki... v.s.
Ama 'dünyanın en güçlü ulusu', 'dünyanın en gelişmiş ülkesi' filan dediğiniz Amerika Birleşik Devletleri'ndeki gerçek de işte bu...
Derken saat 18.05'te nihayet sıra bize geldi.
Benim bavulu cihazın içine iteleyen memur:
'Şurada bekleyin!' diye sert bir talimat verdi.
'İyi de... Neden?'
Yanıt bile vermeden işine devam etti.
Beklemeye başladık.
Yaklaşık on dakika sonra memur, zerre kadar incelik bilmeyen bir tavırla: 'Gidin!' dedi.
Ve üçüncü kuyruğa girdik.
Bu defa elimizdeki çantalar vs. denetlenecekti.
Tam bir meydancı tavrıyla bağıran, üniformalı bir kadın memur, bir şeyler söylüyor ama anlama olanağı yok.
Baktım önümdekiler ceplerindeki madeni paraları, cep telefonu ve anahtar vs. ile yetinmeyip bel kemerlerini ve ayakkabılarını da çıkartıyorlar.
Sıra ilerlerken ben de aynı şeyleri yaptım. Lakin bel kemerini açtığım halde çıkarmayı unutmuşum. Nitekim cihazın içinden geçerken:
'Düüt' etti.
Sen misin öten!
Kemerin tokasını gösterdim. 'İşte sebep bu' dedimse de dinleyen olmadı.
'Siz şuraya geçin. Eşyanızı da buraya koyun!' dediler.
'Ceketini çıkart!', 'Kollarını aç!', 'Cebindekileri tekrar şuraya koy!', 'Ayakkabılarını tekrar çıkart!'
Tamamını yaptım. Çok hayal kırıklığına uğramış olmalılar ama memur sonunda 'gidebilirsiniz' dedi.
Meğer 'gidebileceğim' sadece onun kanaati imiş. Tam toparlanmış giderken genç bir memur:
'Bir dakika' dedi. 'Sizi tekrar muayene edeceğiz.'
'Görmediniz mi? Arkadaşlarınız muayene ettiler ya!'
'O onların muayenesi idi. Bizimki başka!'
Tekrar aynı şeyler başladı. Ceketini çıkart... Kollarını kaldır... Cebindekileri şuraya bırak... Çantanı kendin aç! Ayakkabılarını çıkart...
Yetti ama!
Derken bu genç memur da tatmin oldu ki karşısında bulunan kişi terörist değil...
İzin çıktı... Cin tepeme çıkmış halde uçağa yürüdüm. Zaten uçağın kalkmasına nerdeyse 10 dakika ancak kaldı.
Meğer daha çook vakit varmış. Nitekim saat 19.05'te kalkacak uçakta herkes yerini aldığı halde koyunlar gibi bekledik.
Taa ki saatler 20.35'i gösterinceye kadar...
Yani tarifemize göre uçak içinde birbuçuk saat bekletildikten sonra havalanabildik...