Güncelleme Tarihi:
Hayır, o böyle!
Kendini çok da beğenmiyor.
O dünyalar güzeli kadın, güzelliğinin bile üzerine yatmıyor. “Burun ameliyatı” diyor, “Makyaj” diyor, “Yok canım abartma” diyor.
Geçmişinden çok da özlemle söz etmiyor.
Yaşanmış ama kapanmış bir dönem.
Sürekli geçmişle yaşayanlardan değil.
Hep ileriye bakıyor.
İnanılmaz estetik, üzerinden zarafet akıyor. 70 yaşında olduğuna inanmak neredeyse imkansız ama bunu da çok önemsemiyor. Evi onun kalesi, inanılmaz zevkli döşenmiş, her ayrıntıyla bizzat ilgilenmiş, müthiş bir sofra hazırlamış.
Zaten buluşma nedenimiz mayıs başında çıkacak olan yemek kitabı.
En kompleksiz haliyle, yemek yapmayı bile 40’ından sonra öğrendiğini anlatıyor.
O kadar kendiyle barışıktı ki, bayıldım.
Bir araya gelmemizi sağlayan Bircan Sılan’a ve bu güzel fotoğrafları çeken Zeynel Abidin Ağagül’e teşekkürler.
- Yok hayır. Çekingen ve utangaç bir çocuktum. Çok sıradandım. Ama kendimi iyi hissettiğim insanlar arasında, bir güven gelirdi bana. Okulun en iyi taklitçisiydim. Taklit yapmayı da bir çeşit oyunculuk gibi düşünürsen, evet bir yeteneğim vardı. Ama öyle abartılacak bir şey değil, güzellik desen hiç yoktu… Özellikle burnum felaketti. Güzelliğiyle dikkat çekecek bir kız asla değildim.
Olur mu? Demin bütün eski fotoğraflarınıza baktık. Büyülü bir güzelliğiniz var. Size, gerçekten sıradan mı geliyor bütün o haliniz, edanız…
- Çok tatlısın, teşekkür ediyorum ama gerçekten dönüp bakmayacağın bir kızdım...
Dalga geçiyorsunuz! İnsan kendi güzelliğinin bu kadar mı farkında olmaz?
Türkiye’nin gelmiş geçmiş en güzel kadınlarından birinin kendini çirkin bulması da ayrıca şaşırtıcı…
- Ama gerçek bu. Burun ameliyatından sonra o acentanın önünde volta atan gençler arttı. Acayip bir ilgi. Şimdiki eşim bile onlardan biriymiş…
Peki nasıl başladı her şey?
- Biraz tesadüfi. Zoraki meşhurluk gibi bir şey benimki. Baba yok, gitmiş; anne saçını süpürge ediyor; benim de bir şeklide ona destek olmam gerekiyor. Ankara Koleji’nden mezun olmuşum, üniversiteye gitmek istiyorum ama bu şartlarda okuyabilmem imkansız.
Anneyle baba ne zaman ayrıldı?
Babayla hatırladığınız bir sevgi anı var mı?
- Yok. Çünkü babam vardı ama yoktu. Beni ne dövdü ne de sevdi. Hayatımın ilk travmalarından biri babasız bir kız çocuğu olarak büyümemdir.
Ayrılıktan sonra hiç görüşmediniz mi?
- Hayır, hiç. İzmir’e yerleşti, yeni bir ailesi oldu. Öldükten 10 sene sonra da beni İzmir’de filarmoni orkestrasına davet ettiler. Meğer babam, oranın kurucularındanmış, keman hastasıymış ve çok iyi çalarmış. Tabii gittim. Ama 70 yaşında gelsem de ona hâlâ kırgınım çünkü müzik aşkı bile bana duyduğu sevgiden ağır basmış.
BUGÜNKÜ FİLİZ AKIN OLMAMDA BENDEN ÇOK ANNEMİN PAYI VAR
Anneniz size tüm bunları nasıl izah etti?
- Konuşulmazdı ki böyle şeyler. Ben de sormadım. Hep anneci bir kızdım. O da babamın boşluğunu doldurmak için sevmek ne kelime, taptı bana…
Başka kardeş?
Şu an Alzheimer mı?
- Değil ama 93 yaşında ve haliyle bütün yaşlılık emareleri var.
Nerede yaşıyor?
- Çok yakınımda, Bebek’te kız kardeşimin evi var, beraber yaşıyorlar. Çok sık görüşüyoruz.
Bugünkü Filiz Akın olmanızda onun payı ne kadar?
- Benden çok annemin payı var. Dediğim gibi ben çekingen bir insanım. Annemin bir arkadaşı vardı. Artist Mecmuası’nda bir yarışma açıldığını görmüş. Kızıyla benim katılmamı çok istedi. Hem annemin hem de arkadaşının ittirmesiyle katıldım ve şansa bakın ki, birinci seçildim. Anlaşma yapmak için eve geldiler ama ben korkup vazgeçtim. Sanki bir Yeşilçam vardı ve oradakilerin hepsi tuhaf bir hayat yaşıyordu, o hayat tarzı herkese dayatılacak zannettim.
Sizin böyle güvensiz bir tarafınız var değil mi?
O bilmiş, hissetmiş demek ki sizin büyük bir yıldız olacağınızı…
- Büyük bir yıldız oldum mu bilmiyorum. Ama ben ne oldumsa, annem yüzümden oldum.
Menajer gibi yanınızda mıydı hep?
- Hep. Hatta başta kendini o kadar kaptırmıştı ki, gelen tekliflere benim yerime o karar veriyordu, “Biz şunu tercih ederiz, biz şöyle isteriz!”
Siz ne yaptınız?
- Onu üzmeden, “Annecim seni anlıyorum ama bir de ben varım” dedim, diyebildim. “Eğer beni idare etmene izin verirsem, bu beni yok eder! Bizim de seninle aramız bozulur”. Ondan sonra geri adım attı.
O yıllarda Türkiye’de sizin gibi Avrupai görünümlü bir yıldız örneği yoktu…
- Yok canım abartıyorsun. Ben de herkes gibi bir karışımım. Baba tarafım Çerkez, anne tarafım Arnavut…
Hala çok güzelsiniz ama 70’lerde size aşık olmayan yokmuş…
- Yok canım daha neler!
İnsanların karşınıza geçip heykel gibi size seyretmesi hoşunuza mı gidiyordu, rahatsız mı ediyordu?
- O dönem, resimlerimiz dergilerde çıkardı ve ağaçlara asılırdı. Tanıtım amaçlı böyle şeyler yapılırdı. İlk başta insanın hoşuna gidiyor. Sonra hayatınız kısıtlanıyor. Başka bir eğlence olmadığı için seyircinin ikonlaştırdığı insanlar olduk.
O ilgi insanı şaşırtmıyor mu?
- Bir seferinde Kapalıçarşı’da annemle bir kuyumcuya girmiştik. O kadar kalabalık birikti ki çıkamadık. Polisi aramak zorunda kaldık. Ama bu o dönem ünlü olan herkesin başına gelen bir şeydi, sadece benim değil.
Peki, güzelliğiniz başa bela mı oldu yoksa size bir hediye miydi?
Bir burunla insan bu kadar değişir mi?
- Değişiyor.
Güzelliğinizin sadece fizikle de alakası yok, sizde başka bir ışık var. Siz de biliyorsunuz bence…
- Bilmiyorum.
Bir ülkenin ortak geçmişinin sembolü olmak nasıl bir şey?
- Onu yaşarken fark etmiyorsunuz. Çünkü yaptığınız bir iş var. Ben bunu işin getirdiği sonuç olarak görüyorum. Ben hâlâ makyajımı, saçımı kendim yaparım, saçımı kendim keserim. Bir tek boyaya gidiyorum çünkü arkaları boyamak zor oluyor. Ama cidden güzel bulmuyorum kendimi. Güzellik dediğin nedir ki, makyajın filan da pay var.
117 filminiz var. Bir gün geliyor bırakıyorsunuz, üstelik çok genç bir yaşta. İzleyiciye vermek istediğiniz bir mesaj mı vardı? “Beni böyle hatırlayın” mı demek istediniz…
- O sırada televizyon yeni başlamıştı. Sektör de sokaktaki insanı tatmin edecek filmler yapmaya başladı, erotik filmler. Dönemsel bir durumdu ama ben sinemayı bıraktım. Tekrar başlamayı da düşünmedim. Aşk gibi bir şey, bir gün biteceğini biliyorsun. Yaptık, oynadık, bitti. Çok da sağlıklı bir karar oldu.
Meryl Streep gibi ilerdeki yıllarda da farklı karakterlere can vermek istemediniz mi?
HAYATIMIN EN BÜYÜK PİŞMANLIĞI ÇOCUĞUMU YATILI OKULA GÖNDERMEK
İlk eşiniz Türker İnanoğlu’yla mesleğinizin hangi döneminde tanıştınız?
- İkinci senesiydi. Ayhan Işık’la ‘Kadın Berberi’ diye bir film çekiyorduk.
Geriye dönüp bakınca, kariyerinizi ona mı borçlu hissediyorsunuz?
- Yok hayır. Ama Türker İnanoğlu çok iyi bir sinema adamıdır, gerçekten bu mesleğe gönül vermiştir. Ki yıllar içinde de bunu kanıtladı, herkes mesleği bıraktı ama o dayandı.
İlk evliliğiniz hata mıydı?
- Hayır ama kişiliklerimiz, hayattan beklentilerimiz çok farklıydı. Yine de dokuz sene evli kaldık.
Oğlunuz İlker İnanoğlu’nun sinemada çocuk kahraman olarak kullanılması aranızda bir sorun yarattı mı?
- Başta ben istemedim. Çünkü sahte bir dünyaya sokuyor ve ‘mış’ gibi yapmasını istiyorsunuz bir çocuktan. Ama tabii o kadar sempatik ve tatlıydı ki. Biz de çok gençtik, hata yaptık…
- Evet. İlk başta rol gibi yapmak istemiyordu. Mesela gazete satan çocuk gibi koşması lazım, ata biner gibi koşuyordu. Bir keresinde babası ona ağlasın diye tokat attı, çok sert bir tokat değildi ama bu kez de susturamadık.
Baba mı istedi filmlerde oynamasını?
- Evet, ama ben de kabul ettim, bir anı olur diye düşündük. Zaten topu topu yedi filmde oyandı. Ve çocuk filmlerinin göz bebeği oldu. Büyük bir popülariteye ulaştı, biz de şaşırdık.
Oğlunuzla o çok küçük yaştayken ayrılıyorsunuz, yurt dışına yatılı okula gidiyor…
- Evet, 9 yaşındaydı.
Bu kararı nasıl verdiniz?
- O dönem anarşi dönemiydi. Birtakım tehdit mektupları geliyordu, İlker’i kaçırmaktan söz ediyorlardı. O riski göze alamadık. Ve iyi bir şey yaptığımız düşünüp onu önce İngiltere’ye sonra İsviçre’ye gönderdik.
İLKER TRAVMA YAŞADI
- Büyük bir travma yaşadı! Sadece o değil, ben de. O arada Türker de evlendi…
Oğlunuzla topu topu kaç yıl birlikte yaşadınız?
- İşte dokuz yıl. Sonra tatillerde görüştük. Ben gidiyordum. Babası buraya gelmesini pek istemiyordu. Okuluna adapte olamaz, tekrar odaklanamaz, düzeni bozulur diye.
Peki 9 yaşındaki evladınız, bu ayrılığı nasıl kabul etti? Sonradan sizi affetti mi?
- Anlattık. Ama evet herkes için zor oldu. Türker’in benden ayrılırken şartı buydu. İlker’in velayeti onda olacaktı. Öyle zor günlerdi ki, her şart altında ayrılmak istiyordum, kabul ettim. Bir süre sonra ikinci evliliğimi yapıp Paris’e yerleşince İlker’i yanıma aldım. Bir-iki sene orada kaldık.
O kaç yaşındaydı?
- Artık liseye gidiyordu.
Ona iyi gelmediği muhakkak ama çocuğunuzdan ayrı kalmak sizi nasıl etkiledi?
- Çok üzüldüm ama dramatize etmemeye çalıştım.
- Hayır.
Babasına “ben de gidip çocuğumla oturayım” demediniz mi?
- Öyle şeyler yoktu o zamanlar.
Türker İnanoğlu Gülşen Bubikoğlu’yla evlenmiş miydi?
- Evet, onlar da çok güzel bir çift oldular. İlker de çok sever. Hele İlker’in bir kız kardeşi var Zeynep, bayılıyorum ona.
O yıllara dönseniz bir daha aynı şeyi yapar mısınız?
- Yapmam. Çocuğumu bırakmam. Bu, benim hayatımın en büyük pişmanlığı. Kimseyi suçlamıyorum. O dönem için başka bir çözüm de yoktu ama yine de böyle olmamalıydı. Sadece çocuğum benden kopmadı, benim kalbimden de bir parça koptu.
Şimdi de torununuzdan ayrısınız değil mi?
- Evet, İlker’in oğlu Amerika’da yaşıyor, çok özlüyorum ama yapacak bir şey yok. Hayatta bazı şeyleri değiştiremiyorsunuz, kabullenmeyi öğrenmeniz gerekiyor.
“Türker’in benden ayrılırken şartı buydu. İlker’in velayeti onda olacaktı. Öyle zor günlerdi ki,
her şart altında ayrılmak istiyordum, kabul ettim”
KÖFTENİN NASIL KIZARTILDIĞINI BİLE BİLMİYORDUM
Boşandıktan sonra tekrar evlendiniz…
- Evet. Ve Paris’e taşındım, 11 sene Paris’te yaşadım.
Paris, Türkiye’den kaçış mıydı?
- Yok hayır. Evlendiğim insanın işi gereği oraya taşındık.
O dönemi nasıl anlatırsınız?
- Önceleri hoştu tabii. Birden bire özgür oluyorsunuz, artık Filiz Akın yok, pijamayla çıkınca bile kimse bakmıyor. Ama sonra, tanınmışlığın verdiği o konforu özlüyorsunuz. Burada üzerinden yıllar geçse de, bize hâlâ kraliçe muamelesi yapılıyor.
Yemek merakınız orada mı başladı?
- Evet. Ama meraktan öte mecburiyetti. Fransa’da eve aşçı tutmak filan bunlar zor şeyler. Servet sahibi olmanız gerek, bizim de öyle bir lüksümüz yoktu. Hiç unutmam 40 yaşlarındaydım, İlker’in karnı acıktı, eve yardıma eden Mihriye Hanım da o gün yoktu. “Anne çok acıktım, Mihriye Hanım dolapta köfte bıraktı onu yapsana” dedi. Paniğe kapıldım çünkü nasıl yapılacağını, köftenin neyle kızartıldığını bilmiyorum. O kadar anlamazdım bu işlerden. İlker’i “Sana tereyağında kaşar peynir yapayım, çeke çeker yersin” diye kandırdım. Ama o gün çok utandım, yavaş yavaş öğrenmeye başladım.
Nasıl?
- Demet Erginsoy diye bir arkadaşım vardı. Tarif almak için onu arıyordum. “Domatesleri küp küp keseceksin” derdi, “Kaç santim?” diye sorardım. “Oooo seninle işimiz var” derdi. Ama eğlenirdi benimle, domatesleri cetvelle ölçer bana söylerdi. Ben de çok ciddiye alırdım. Paris de yemek muhabbetinin çok iyi olduğu bir yer. Gittikçe kendimi geliştirdim. Kitaplar, kurslar, önemli şeflerin olduğu mekân ve pastanelerden tarifler aldım.
İkinci evliliğiniz neden bitti?
- Ben çok sıkıldım Paris’ten, 11 sene sonra Türkiye’le dönmek istedim. Ve bu, eşimle aramızda büyük mesele oldu. Sonunda da ayrıldık.
50 yaşında bir insan, kolay kolay kalkışmaz bu işlere. Bir tarafınız ürkek ama bir tarafınız cesur.
- Çok doğru. Var öyle bir tarafım.
BİZİMKİ GÖRÜCÜ USULÜ AŞK
- MİT denince, ismi nedense herkesi ürkütüyor. Ama çok şeffaflaşmış bir müessese. Hayır ürkütmedi...
Nasıl tanıştınız?
- Bizimki görücü usulü! Arkadaşlarımız bizi birbirimize uygun görmüş. O kadar çok şey anlattılar ki bana onun hakkında, onunla tanıştığımda zaten uzun zamandır tanıyor gibiydim.
Sizi evlenmeye nasıl ikna etti?
- Sönmez çok zarif ve nettir, bir Amerika seyahatinden sonra “Sana bir şey söylemek istiyorum” dedi. Bir restorana gittik, şampanya ısmarladı. “Ben aristokrat bir aileden gelmiyorum. Kendi çabalarımla buraya kadar gelebildim. Şartlarımı ve ailemi arkadaşlarım aşağı yukarı sana anlatmışlar, benimle evlenir misin?” dedi.
Siz de hemen “Evet” mi dediniz?
- “Düşünmek için biraz zaman istiyorum” deseydim, sahtekarlık olurdu. Evlendik, Ankara’ya taşındık, MİT müsteşarıydı o yıllarda, sonra Paris Büyükelçisi oldu, dört yıl Paris’te kaldık.
Tekrar Paris! Ve siz bu kez ülkemizi Paris’te en iyi şekilde temsil ettiniz, dillere destan sofralar hazırladınız…
- Artık o işleri öğrenmiştim. Tabii sefarette yardımcılarınız da oluyor, bir-iki tane sözü edilen soframız oldu.
Eşiniz bu özelliğinizden çok memnun mu?
- Bana çok teşekkür etmişliği vardır. Türkiye’yi temsil etmek onur verici bir şey. Ülkemin bana gösterdiği sevgi ve saygının karşılığını elimden geldiğince vermek istedim.
Salı günü Hürriyet’te: “Kanserden önce sadece bakıyordum, şimdi görüyorum”