Güncelleme Tarihi:
Gazeteci ve yazar Sadık Albayrak, aynı zamanda İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Danışmanı. Belediyenin kültür yayınları arasında çıkan beş ciltlik ‘‘Son Devir Osmanlı Uleması’’nı, tam altı bin dosya inceleyerek hazırlamış. ‘‘Son Devir Osmanlı Uleması’’ kitabı, dönemin 2930 din ve ilim adamının hayatını kapsıyor. Albayrak kitabıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.
Araştırma alanınız Osmanlı dönemi İslami kültürü. Herhalde eğitiminizi de İlahiyat Fakültesi'nde yaptınız.
- Evet, İlahiyat kökenliyim. Okuldan sonra bir süre din görevlisi olarak çalıştım ama memuriyet bana çok sıkıcı geldi. Yazarlığa ve gazeteciliğe başladım. 25 yıllık yazarlık dönemimde Osmanlı Uleması da dahil olmak üzere tam 30 kitap yazdım. Çalışmalarımı daha çok 20. yüzyıl'ın başından itibaren Meşrutiyet ve Cumhuriyet olmak üzere yoğunlaştırdım. Kitaplarım ağırlıklı olarak biyografik çalışmalardan ve siyasal akımlarla ilgili çalışmalardan oluşuyor.
Kitaplarınız, yazılarınız rahatsızlık yaratmadı mı hiç?
- Biliyorsunuz, Türkiye daha batılı bir ülke olmadığı için, yazarların en çok gidip geldiği yer de mahkemelerdir. Bu bakımdan Ağır Ceza olsun, DGM olsun ben de gidip geldim, hapiste de yattım. Ama bu çileler insanın ufkunu açan olaylardır. Çünkü yazar ve düşünürler, toplumun kültür seviyesini yükseltmek uğraşında buralardan geçmek zorundadırlar.
Beş ciltlik ‘‘Osmanlı Uleması’’ gibi bir araştırma, kimbilir kaç yılda hazırlanır. 25 yıla 30 kitabı nasıl sığdırdınız?
- Çok çalıştım ve çok okudum.
MAJÖR BİR ESER
Nasıl oluştu bu beş cilt?
- Bu kitabı 1979-80 civarında kendim basmaya teşebbüs ettim. İmkanları temin edemeyince, babamdan kalan bir arsayı sattım. Ama maddeyle ölçülmeyecek, gerçekten önemli bir çalışma oldu. İstanbul tekkeleriyle ilgili olan beşinci cildi sonradan ilave ettim, ilk basımında yoktu. Kudüs Üniversitesi'nden bir öğretim üyesi bir makalesinde, biyografi dalında majör bir eser diye söz etti bu kitabımdan. Bu bakımdan bu eser Osmanlı'nın son dönemi üzerine yapılmış biyografik çalışmalardan olan Sicil-i Osmaniye'ye bir ek teşkil etti. Ayrıca bu eseri ben on senede hazırladım. Ve altı bin dosya içinden 2930 kişinin hayatını seçtim. Bu kişiler Kürt, Türk, Çerkez, Gürcü, Arap. Bunları niçin sayıyorum? Çünkü çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Balkanlardan tutun Yemen'e, Bağdat'tan tutun Cezayir'e, Bingazi'ye, Kırım'a kadar... Japonya'da Osmanlı Araştırmaları Enstitüsü'nde kitabım üzerine doktora yapılıyor, bu da beni çok sevindirdi.
Belgelerden yararlanırken, dil açısından zorlandınız mı?
- Yazıyı bildikten sonra mesele yok, zaten dönem olarak daha sarih bir Türkçe. Yanımda da lügatlar var, mesele olmadı. Sonra ben gençliğimde dini eğitim aldığım için o dile aşinayım. İnsan yıllarca bu alanda uğraşınca artık özdeşleşiyor. Abdülhamit dönemi, Meşrutiyet dönemi ve Cumhuriyet dönemindeki insanlarla yaşar duruma geldim. Coğrafi olarak da böyle. Doğum yerleri, memleketleri, ailesi, tahsil durumu, her şeylerini bildiğim için, sanki o coğrafyalarda yaşamışım gibi oluyor.
BÜLENT ECEVİT'İN DEDESİ
Galiba ulema arasında Bülent Ecevit'in de dedesi varmış.
- Evet, Bülent Ecevit'in dedesinin ulemadan olduğunu kimse bilmiyor üstelik. Ecevit'in siyaset dışında, edebiyatla ilgilenmesinde, şiir yazmasında, mutlaka bu ulema dedesinin etkisi vardır. Bu eserin şu özelliği de var: Bu kişilerin çocukları ve torunları, bu kitapla kendilerinin böyle birinin soyundan geldiklerini öğrendikleri zaman son derece seviniyorlar. Ben bu araştırmayı yaptıktan sonra dedesinin kimliğini öğrenip, arazi varsa arazisini alan hatta dedesinden maaş bağlatan insanlar oldu. Bu kitap hem bugün yaşayan neslin geçmişine bir ışık tutuyor, hem de bizim kültürümüze. Bu kitabın Türkiye hudutları dışına taşan bir özelliği de var. Çünkü o dönemde Halepli de Kudüslü de İstanbul'a gelip ilim öğreniyor. Yani İstanbul İslam dünyasına kültürel ve ilmi yönden kaynaklık etmiş bir merkez. Örneğin yalnızca Batum'dan elli tane ulema var.
O dönemin din adamlarının bugünkü din adamlarından farkı ne?
- O dönemin uleması cahil değildi. Batı dillerini bilirlerdi. İçlerinde Goethe Enstitüsü'nde okumuşu bile var. Akşehir Müftüsü var mesela, ‘‘Madde ve Kuvvet’’i okumuş ve oturup kitap yazmış. Bakıyorsun sıradan bir müftü ya da kadı ama Kürt grameri üzerine kitabı var. Meşrutiyet döneminde elliye yakın dergi çıkmış, bu insanlar o dergilerde yazmışlar.
Kitabınızın yeni baskısını, kültür danışmanı olduğunuz İstanbul Büyükşehir Belediyesi yaptı. Osmanlı kültürüne ilişkin başka kapsamlı yayın projeleri var mı?
- Başkanımız kültür değerlerine gerçekten çok önem veren bir insan. Osmanlı devletinin kuruluşunun 700. yıldönümü 1999'da. 700. yıl için İstanbul'un kültürüyle ilgili eserler çıkmaya başladı, birçoğu da sırada.
KİTABIN SAĞLIĞI
Bir kültür danışmanı olarak genel kültür politikamızı nasıl buluyorsunuz?
- Yerel yönetimle merkezi yönetim arasında belli bir kültür politikası oluşması gerekir. Biz bunu da yapmak istiyoruz. Bugün bir mezar taşı bile bir kimliktir. Biz o taşı koruyamazsak, İstanbul'da yaşamamamız lazım gelir. İstanbul'un her çeşmesinde, her türbesinde bizden bir şey var. Türkiye'nin kültür politikası yönünden sakat bulduğum şu: Bizim İslam öncesi tarihi eserlerle ilgili bir kanunumuz var. Yurt dışına götürüldüyse geri alabiliyoruz. Bir gazete parçasının bile yurtdışına çıkmasını istemiyorum ben. Bizim eserlerimizin çoğu oralarda. Mevcut olanları korumak, gidenleri geri alabilmek ve teknolojiyi de kullanarak bir bilgi bankası kurmak, önemli olan bu. Basilikayı, kiliseyi, her şeyi korumak lazım, çünkü bunlar da bizim kimliğimizin parçası. Mesela Hasankeyf'e gittim, korkunç bir kültür var orada. Ne yapıyorlar şimdi? Baraj yapacaklar ve su altında kalacak. Batı'da böyle bir örnek bulamazsınız.
Kimsenin kültür politikasıyla uğraştığı yok. Bugün İstanbul kütüphaneleri rutubetten geçilmiyor. Oysa insan sağlığı ne kadar önemliyse, kitabın sağlığı da o kadar önemlidir. Bunları korumakla kalma, mikrofilme al mesela. Ama biz bunu inşallah İstanbul kitaplığında yapacağız. Siyasi şeylerin dışında bir kültür politikası uygulanmalı. Burada da yerel yönetimlere, kültür bakanlığına ve vakıflara çok görev düşüyor. Bugün vakıfların da arşivleri var. Hele bizim Başbakanlık arşivi. 25 tane devletin tarihi saklı orada. Bunlar değerlendirilirse, Türkiye o zaman büyük olur. Dünyada Türkçe konuşan 250 milyon insan var. Siyasi tercihleri bir tarafa bırakıp, kültürel değerlerimize sahip çıkmamız gerekir.
Cumhuriyet'le birlikte Latin alfabesine geçilmesi, İslam kültürüyle ilgili araştırmaların azlığının bir nedeni mi sizce?
- Eski yazı kitaplar arasında yalnızca İslam kültürü yok ki! Eski yazı İncil var, Yunan kültürüyle ilgili kitaplar var, her şey var... Hadi diyelim onları batı kaynaklarından öğrenebiliriz. Ama kendi kültürümüz? Bir Alman bundan yüz sene sonra da Faust'u okuyabilir ama kendi dili olmadığı için elbette Namık Kemal'in bir kitabını okuyamaz. Bir İngiliz her zaman Shakespeare okuyabilecektir. Bu bakımdan eski yazıyı bilmek önemli. Tabii Cumhuriyet'in ilk nesli eski yazı biliyor. Ama sonraki nesil öğrenemedi.
Bazı fakültelerde şimdi, edebiyat, tarih, ilahiyat bölümlerinde kaliografya diye bir ders konuldu. Ama aslında, Cumhuriyet dönemi de çok şey yaptı. Bugün eski Milli Eğitim bakanlarını kimse hatırlamaz ama herkesin bildiği tek bir isim var: Hasan Ali Yücel. Çünkü çok büyük bir hizmet vererek bütün Doğu Batı klasiklerini yayınladı. Bir de şöyle bir şey var tabii: 1930'lu yıllarda bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de bir kriz vardı. Her şeye olduğu gibi kültürel yatırıma da yansıdı. Meşrutiyet kültürü Cumhuriyet kültüründen çok daha geniştir. O devrin müderrislerinin yazdığı makaleler elli, yüz sayfa. Beş yüz sayfalık dergiler çıkıyor. Her şeyi Türk için, Türk'e göre bakarak ilmi araştırmaları o yöne yöneltme hatası işlendi. Ama bu bir dönemdi ve geçerli olmadığı anlaşıldı.
Eski kitap müzayedelerine rağbetin artmış olması bir umut mu?
- Otuz sene evvel sahaflarda 25 kuruşa ne değerli kitaplar satılırdı. Şimdi yok. Dediğiniz gibi merak arttı. Bugün artık kültür şunun bunun tekelinde değil, herkes araştırıyor. Bugün böyle bir nesil var, ben buna inanıyorum. Eski kitaplar artık bu kadar para ediyorsa, demek ki böyle bir eğilim var.
Türkiye'de yazarların en çok gidip
geldiği yer mahkemelerdir. Bu bakımdan Ağır Ceza olsun, DGM olsun ben de gidip geldim, hapiste de yattım. Ama bu çileler insanın ufkunu açan olaylardır.
Kimsenin kültür politikasıyla uğraştığı yok. Bugün İstanbul kütüphaneleri rutubetten geçilmiyor. Oysa insan sağlığı ne kadar önemliyse, kitabın sağlığı da o kadar önemlidir. Bunları korumakla kalma, mikrofilme al mesela. Ama biz bunu inşallah İstanbul kitaplığında yapacağız. Siyasi şeylerin dışında bir kültür politikası uygulanmalı.