Güncelleme Tarihi:
Cem Sey
Berlin
Merkel'e göre, "çok kültürlülük" yaklaşımı, "yan yana yaşıyoruz ve birbirimizi çok seviyoruz" şeklinde düşünmekmiş.
Yani, çok kültürlü bir toplumun avantajlarından söz edenlere Merkel, "Siz biraz safsınız" demiş.
Oysa, son aylarda yaşanan tartışmalara bakılırsa, biraz saf olanın kendisi olduğu sonucuna da varılabilir.
Çünkü Merkel'in çevresini, ırkçı eğilimli politikacılar sarmış durumda.
Merkel'in muhafazakârlarının Almanya'da yaşayan göçmenlerle ilgili temel söylemi, "Almanya'da ciddi bir uyum sorunu var, bunun sorumlusu da Almanya'ya uyum sağlamak istemeyen göçmenlerdir." şeklinde.
Hatta işi, "Göçmenler Alman düşmanı ve bu nedenle de ırkçı" demeye kadar vardıran milletvekilleri de var, Merkel'in parti arkadaşları arasında.
İşin açıkçası, durup dururken son yıllarda Almanlara ne olduğunu, birçok göçmen anlayamıyor.
Herşeyden önce de, uyumun ölçüsünün ne olduğu ve kimin uyum sağlamak istemeyen bir göçmen kabul edileceğini anlamak çok zor.
Uyum nasıl ölçülecek?
Bazılarına göre, uyumun ölçüsü Almanca bilmek.
İyi ama, Almanca'yı ne kadar bilmek lâzım, onu açıklayan yok.
Üstelik, Almanca konuşan göçmenlerin oranının ne olduğu konusunda yapılmış ciddi bir araştırma da yok.
Bir genel Almanca sınavı gerekli belki de...
Aslında, hafta sonu yapılan o kongrede Merkel'den biraz önce söz alan bir diğer muhafazakâr politikacı Horst Seehofer'in, uyum konusunda söyledikleri, muhafazakâr Almanların gerçekte ne kasdettiğini daha iyi ortaya koyuyor.
Seehofer, çok eski bir tartışmayı yeniden başlatarak, "Bizim istediğimiz çok kültürlülük değil, Alman kültürünün yönlendiriciliğinin kabul edilmesi." diyor.
Yani, asıl istenen Türkçe ve Arapça gibi diller konuşanların ortadan kaybolması, bu ülkelerden gelen göçmenlerin geldikleri ülkelerle her türlü kültürel ilişkiyi kesmesi.
Hatta daha ileri giden muhafazakârların çeşitli ifadeleri göz önüne alındığında, açıkça söylenmeye henüz utanılıyor olsa bile, asıl arzu edilenin, İslam dininin Almanya'dan tamamen sökülüp atılması olduğu farkediliyor.
Bu ortamda göçmenler, "İki toplumun birbiriyle ilişkisi yok gibi görünmesinin nedeni, dışlanıyor olmamız." diye şikayet ettiğinde ise, muazzam bir alınganlık çığlığı kopuyor Alman kamuoyunda.
Oysa bu dışlanma hergün yaşanıyor ve sadece birkaç yasayla sınırlı değil.
Örnek mi?
Kendi başımdan geçenler bile yeter aslında.
Bir prodüksiyon şirketi kurmak için kredi aradığım ve bulamadığım günlerde, "Türkler ancak manavlıktan anlar, manav dükkanı açın, hemen kredi vereyim." diyen bir banka müdürüyle karşılaştım örneğin.
Ama başkaları da yaşıyor, dışlanma ya da aşağı görülme sorunlarını.
Örneğin, yazdığı kitap yeni yayımlanan Türk asıllı Alman polisi Murat Topal'ın yaşadıkları.
Polis okulundaki ilk gününde, bir başka öğrenci, Topal'ın gözünün içine bakarak, "Birinin çöpleri atması lâzım" diyor.
"Bu sözü işittiğimde, çöpleri ancak bir Türk'ün atabileceğinin mi, yoksa, bir çöp olarak benim mi atılmam gerektiğinin kastedildiğini anlayamadım" diye yazıyor Murat Topal.
Bütün bunlara rağmen, ben yayıncılığa, Murat Topal da polislik görevine devam ediyor ve birlikte Almanya'ya katkıda bulunuyoruz.
İkimiz de, milyonlarca başka göçmen gibi Almancayı, yer yer Almanlardan iyi konuşmaya da devam ediyoruz.
Ve Almanya'daki göçmenlerin büyük çoğunluğu gibi, aşırı sağdan gelen bu son dalganın da bir gün geçeceğine ve Almanların büyük kısmının, bu saçmalıklara fazla uzun prim vermeyeceğine güveniyoruz.
Almanya'da yaşayan göçmenlerin içini asıl rahat tutan ise, kendilerinin bu ülkenin geleceğinin, ırkçılığın ise geçmişinin bir parçası olduğunu biliyor olmak.