Güncelleme Tarihi:
Bu dönemdeki filozoflar ve kelamcılar dini felsefi/ teolojik bir konu olarak ele almışlar, farklı din tanımları ortaya koymuşlardır. El-Farabi ve İbn Sina dini felsefe değil, dinin felsefesini yapan, dinin kendisi hakkında konuşan filozoflardır. El-Farabi Din Kitabı (Kitab’ul-Mille) başlıklı eserinin daha ilk cümlesinde bir din tanımı ortaya koymuştur. İbn Sina ise felsefe tarihinde ontoloji ile teolojinin sınırlarını net biçimde ayıran ilk filozoftur. O, peşin teolojik bir öncülden hareket etmeden, aklın doğal ışığını kullanarak varlığın doğasını analiz etmiş, Tanrı’nın varlığını ve birliğini metafizik olarak açıklamıştır. Benzer biçimde el-Matüridi din ve şeriat arasında ayırıma gitmiş, dini ve şeriatı ayrı ayrı tanımlamış, dininin gerekliliğini akli bir temele dayandırmıştır. Batı düşüncesinde ancak modern dönemde ortaya çıkan dini tanımlama ve felsefi anlayışla analiz etme olgusu, el-Farabi, İbn Sina ve el-Matüridi gibi filozof ve kelamcılar tarafından erken dönemlerden itibaren ortaya konmuş entelektüel bir başarıdır.
VAHİY ÜÇÜNCÜ BİLGİ KAYNAĞI
Kuran’ın insanları sürekli akıllarını kullanmaya çağırması, akla güveni telkin etmesi Müslüman düşünürlerin özgüvenini besleyen en önemli faktör olmuştur. Bu düşünürlere göre, akıl ile vahiy arasında tam bir mutabakat söz konusu olduğu için felsefe dine rağmen değil dinin gereği olan bir faaliyettir. Ayrıca, İslamiyet’te Tanrı ile peygamber arasındaki sınırın kesin biçimde ayrılmış olması, peygamberin vahiy alan bir insan olarak görülmesi, dinin felsefesini yapma konusunda önemli bir imkân sunmuştur. Elmalılı’nın işaret ettiği gibi filozofların din- felsefe ilişkisini açıklarken vahyin imkânını ve mahiyetini de tartışmış olmaları epistemolojiye yeni bir boyut getirmiştir. Batı felsefesinde bilginin sadece iki kaynağı vardır: Akıl ve tecrübe. Müslüman filozoflar nübüvveti epistemolojik bir mesele olarak ele almak suretiyle, vahyi üçüncü bilgi kaynağı olarak sunmuşlardır. Din-felsefe, akıl-iman ilişkisi konusundaki bu olumlu tablo 11. asırdan itibaren önemli ölçüde değişikliğe uğramıştır. Artık el-Farabi ve İbn Sina gibi filozofların akıl- vahiy, filozof- peygamber ilişkisi hakkındaki görüşleri dini tahrif etme, dini felsefeye uyarlama çabası olarak görülmeye başlanmıştır. Bu dönemde gelişen anlayışa göre ‘dini bilimler’ ile ‘dünyevi bilimler’ arasında kategorik bir ayırım vardır. Dini bilimler ile meşgul olmak ahiret mutluluğunu elde etmenin en önemli teminatıdır. Bu anlayışın iz düşümünü günümüzde de görmek mümkündür. Zihninde dini bilimler-akli bilimler tarzında derin fay hattı olan bazı Müslümanlara göre ilahiyat fakültelerinden felsefi disiplinlerin kaldırılması, sadece sabit dini doğruların okutulması gerekmektedir. İslam ve batı geleneklerinde din-felsefe, akıl-iman ilişkisi konusundaki süreçlerin ters orantılı olarak geliştiğini görüyoruz.
CEHALETİN EN ACISI
Batıda İbn Sina (Lt. Avicenna) ve İbn Rüşd (Lt. Averroes) gibi Müslüman filozofların güçlü etkisiyle teolojiden, dini felsefeden, dinin felsefesine doğru bir ilerleme yaşanmıştır. İslam geleneğinde ise felsefe ile din arasındaki makas giderek açılmıştır. Felsefeden uzaklaşmanın sonucu zihinlerdeki bütüncül varlık tasavvuru parçalanmış, olgu ve olaylar arasında nedensel bağ kuramayan Müslümanlar ağaçlara bakarken ormanda kaybolmuş, neyin hayır neyin şer olduğunu ayırt edemez hale gelmiştir. Kaybolmaktan daha kötüsü kaybolduğunun farkında olmamaktır. El-Farabi’nin söylediği gibi cehaletin en acısı kişinin neyi bilmediğini bilmemesi, bilgisizliğini bilgi sayması, eski tabirle cehl-i mürekkeb içinde olmasıdır. Bir taraftan tevhidi savunduğunu söyleyen Müslümanların öbür taraftan dini-dünyevi ayırımına giderek varlığı ve gerçekliği parçalamaları nasıl açıklanabilir ki. Kişi varmak istediği hedefe sırtını dönerse ne kadar hızlı ve çabuk giderse gitsin o kadar uzaklaşmış olur. Eğer bir yere varmak istiyorsak önce nerede olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Bu sorunun yanıtını merak edenler için son bir söz: Aklı olmayanın dini olmadığı doğru ise aklını kullanmayanın anlattığı din ne kadar doğru olabilir?
* Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
KURAN’DAN ÖĞÜTLER
YALANCI ŞAHİTLERE UYARI: “Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmez misin? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Onlar bile bile yalan yere yemin ederler. Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür! Onlar yeminlerini kalkan yapıp (insanları) Allah’ın dininden alıkoydular. Bunun için onlara alçaltıcı bir azap vardır. Onların malları da, evlatları da Allah’a karşı kendilerine bir yarar sağlamayacaktır. Onlar, cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Mücadele, 58/14-17) KAYNAK: KUR’AN’DAN ÖĞÜTLER- Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Kolay kutuplaşma ve tarih bilinci
Prof.Dr.Hasan ONAT
İNSAN bazen, “Acaba dünya daha mı hızlı dönmeye başladı?” diye düşünmeden edemiyor. Tarihteki en hızlı sosyo-kültürel değişiminin yaşandığı bir süreçten geçiyoruz. Değişim ve dönüşüm baş döndürüyor. Eskiden beş yüz senede ortaya çıkan değişiklikler, şimdilerde beş senenin de altına inmiş durumda. Teknolojiyi takip etmek mümkün mü? Olaylar, anlaşılabilmesi için gerekli zaman oluşmadan birbiri üzerine bindiriyor. Algı, olgunun önüne geçiyor. Bu zorlu süreçte savrulmamak, ayakta durabilmek için, hayatın bütün alanlarında doğru bilgiye her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
Kolay savrulan bir toplum olmaya başladık. En küçük, sıradan bir konuda bile, çabucak kutuplaşıveriyoruz. Bu durum insan olmanın olmazsa olmaz koşulu olan anlama, kavrama, doğru bilgiyle karar verme yetilerimizi dumura uğratmaktadır. Birbirimizi dinlemeye bile tahammül edemiyoruz. Dinlemeyi unutan insanlar, birlikte yaşamanın temel ortak paydası olan insanın bir değer olduğu gerçeğini de unuturlar. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya kalkışanlar, konuşmakla sorunların çözülebileceğini zannederler. Sorunlardan beslenenler, hiçbir zaman kalıcı çözümün peşinde olamazlar. Oysa sorunlarımızın çoğunun kökleri tarihin derinliklerinde yatar. Tarih algımız çarpıksa, bırakın kalıcı çözüm üretmeyi, sorunları doğru okuma imkanına bile sahip olamayız. Aynı toplumda, keyfi tarih inşaları etkin olmaya başlarsa, çatışma ve ayrışma kaçınılmaz hale gelebilir.
ULU MU KIZIL MI
Türkiye’de kolay kutuplaşmanın, ayrışmanın, insanların birbirlerine katlanma eşiğinin düşmesinin altında tarih algısı ve tarih bilinci ile ilgili açmazların yattığını düşünüyoruz. Türkiye’de yaygın tarih algısı ya her şeyi Cumhuriyet dönemine hasretme, ya da geçmişi kutsallaştırma eğilimleri doğrultusunda oluşmaktadır. Toplumun bir kesimi Cumhuriyet öncesini görmezlikten gelirken, diğer bir kesimi de Cumhuriyet dönemini ve kazanımlarını hafife alarak, başta Osmanlı devleti olmak üzere geçmişi kutsallaştırma yoluna gitmektedir. Kısaca Sultan Abdülhamit ya ulu hakan, ya kızıl sultan olmaktadır. Bunun ortası yok mu? Hep siyah beyaz düşünmek zorunda mıyız? Kutsallaştırmakla, yok farz etmek arasında hiçbir farkın olmadığını umarım bir gün anlayabiliriz. İster taraf, isterse karşı olalım, Abdülhamit, hatalarıyla, sevaplarıyla bu milletin kaderinde 33 sene etkili olmuştur. Bize düşen geçmişi doğru anlamaktır. Ancak o zaman geçmişin tecrübelerinden yararlanma imkanı bulabiliriz. Tarihle ilgili bir tür travma denilebilecek bu zihin yarılması, süreçleri okuma imkanını ortadan kaldırmaktadır. İşin gerçeği Müslüman kültür, süreçlerin algılanmasına pek de izin vermemektedir. Daha doğrusu, Müslüman kültürde süreç algısı ya yoktur, ya da çok zayıftır.
PEYGAMBER TASAVVURU SORUNLU
Hiç kimse, dinin anlaşılma biçimleri olan mezhep, cemaat ve tarikatların değişerek, dönüşerek, farklılaşarak bugüne ulaştığını görmek istemez. Bu yüzden de her topluluk, kendi anlayışını İslam ile özdeşleştirme yoluna gider. Acı gerçek, her topluluk kendi tarihini inşa etmiştir. Örnek vermek gerekirse, Hz. Peygamber ve Dört Halife dönemi ile ilgili Sünni tarih algısı ile Şii tarih algısı taban tabana zıttır. Her iki algı da geçmişten intikal ettiği düşünülen her türlü bilgiyi, yaşanmış gerçekliklerin kendisi olarak görmüş, geçmişi kendine göre kutsallaştırmıştır. Her iki algı biçiminde de Peygamber tasavvuru sorunludur. Her iki algı biçimi de geçmişten gelen verilere eleştirel yaklaşmamış, onların insan belleğinden süzülerek geldiğini görmemiştir. Dört halifeye Şia’nın bakışı da Ehl-i Sünnet’in bakışı da farklıdır. Her iki algıda da tarihin geçmişten gelen, üretilen verilerle inşa edilmiş bir söylem olduğu görmezlikten gelinmiştir. Durum böyle olunca, Suriye’de, Irak’ta, Pakistan’da ve benzeri yerlerde yaşanan Şii-Sünni çatışmasını, Müslümanın Müslümanı öldürmesini nasıl önleyebilirsiniz ki?
YARATICININ HATIRLATTIĞI
İnsan bir bilgi varlığıdır. Varlığını sürdürebilmek için etrafındaki olay ve olguları anlamak zorundadır. Bu bakımdan doğru, sağlam ve güvenilir bilgi, insan için yaşamsal bir önem taşır. Belki de bu yüzden Kur’an, ısrarla “belge”ye dayalı düşünmeyi, konuşmayı ister. Yüce Yaratıcı insanın bilgiye açık olması, her sözü dinlemesi, anlaması ve en en güzel, en doğru olanı tercih etmesi gerektiğini hatırlatmaktadır. (Zümer, 18). Hucurat suresinin 6. ayetinde şöyle buyrulmaktadır: “Ey İnananlar! Eğer bir fasık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırınız. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de, sonra yaptıklarınıza pişman olursunuz.” Hangi konuda olursa olsun, doğru bilgi ile hareket etmek, Müslümanın vazgeçemeyeceği bir ilke olmalıdır. Kolay kutuplaşmayı, çatışmayı önleyebilmenin yolu, İslam’ın kimsenin tekelinde olmadığını bilmek, bilgi ile aydınlanmak ve sağlıklı bir tarih bilincine sahip olmaktan geçer.