Oluşturulma Tarihi: Ağustos 25, 2011 17:03
Ergenekon soruşturması kapsamında Odatv’de yapılan aramalar sonucu tutuklanan Gazeteci Ahmet Şık'tan mektup var. Şık, cezaevindeki günlerini anlatan mektubunda, "Tutukluluğumuzun üzerinden beş aydan fazla zaman geçti. Bu satırlar yazıldığında 160 gün olmuştu. Yazarken kolay da, içerideyken hem de polis, savcı, hâkimler ve elbette ki malum medyanın rol aldığı bir pusu ve komplo ile haksız, hukuksuz biçimde içerideyseniz o kadar kolay geçmiyor günler..." yazdı. İşte Ahmet Şık'ın o mektubu...
Geçen Pazartesi (8 Ağustos) kalabalık bir grup CHP'li milletvekili ziyaretimize geldi. Bir kez daha buradan da teşekkür edeyim. Görüşmemiz sırasında dile getirdiğim cezaevi koşullarına ilişkin sorunlar birkaç gazetede yayımlandı. Her birinde farklı anlamlar taşıyacak şekilde yer almıştı
haber. Ben de birinci elden doğrusunu anlatmak üzere bu yazıyı kaleme almak istedim.
Tutukluluğumuzun üzerinden beş aydan fazla zaman geçti. Bu satırlar yazıldığında 160 gün olmuştu. Yazarken kolay da, içerideyken hem de polis, savcı, hâkimler ve elbette ki malum medyanın rol aldığı bir pusu ve komplo ile haksız, hukuksuz biçimde içerideyseniz o kadar kolay geçmiyor günler. Elbette bu durumu ağırlaştıran unsurlarla beraber düşünüldüğünde işler çok daha zorlaşıyor.
Önce başlıkta yer alanla başlayalım. Hangi yasal hüküm ya da mevzuata dayalı olduğunu bir türlü öğrenemediğim bir kural var: "Cezaevi kantininde satılan ürünlerin dışarıdan getirilmesi yasak". Cezaevi idaresine iki kez dilekçe verip yazılı yanıt istememe karşın bu hükmün yasal dayanağını öğrenmem mümkün olmadı. Herhangi bir yanıt verme gereği dahi duyulmadı. Hatta idarecilerden biri "unut o dilekçeleri" dahi dedi.
İşte yasal dayanağını bilmediğim bu "kural" uyarınca iç çamaşırı, çorap, havlu gibi kişisel eşyalarım cezaevine alınmıyor. Kantin de satılanların alınması zorunluymuş. Cezaevi değil sanki alışveriş merkezi. Biz de öyle yaptık. Ayaklarımızda mantar oluşturan naylon çoraplar, sürekli kaşındıran külotlar ve kurulama özelliği barındırmayan havlular satın aldık. Kısa süre sonra da bu ürünleri kullanmamız sonucunda oluşan rahatsızlıkları tedavi için cezaevi revirinden verilen ilaçları. Bu ilaçları düzenli olarak kullanıyorum şimdi.
Bu don sorunsalıyla ilgili bir başka mevzu ise spor yaparken şort kullanmak istememizle ilgili. Yanıt standart: YASAK. Dizimize dek uzanan kapri pantolonlarla havalandırmada spor yapıyor, her biri 45 dakikadan ayda 3 kez halı sahada koşturuyoruz. Her akşam yıkaması da kurutması da ayrı bir dert. Bu yüzden spor şortu istedim eşimden. İçeri sokması mümkün olmadı. İçeri alınmadığına dair tutanak da verilmediğini belirteyim. Sözel gerekçe: YASAK. Ancak mevzuatta spor şortlarının yasak olduğuna dair bir düzenleme yok. Ama serbest de denmediği için yasak olduğuna hükmedilmiş. Oysa ben hukuk yasak dememişse hak olarak düzenlendiğini belirtir diye biliyorum. Anlatmaya kalkıyorsunuz nafile. Daha ilginci bana yasak olan bu şortları başka mahkûmların üzerinde görmüş olmam. Cezaevi müdürüne bunu anlattığımda aldığım yanıt "Haklısınız" oldu. Ama halen şortumu alabilmiş değilim.
CHP'li milletvekillerinin ağzından gazetelere yansıyan nevresim sorunumuz ise ayrı bir dert. Tıpkı t-shirt, gömlek ve pantolonlarımız için olduğu gibi koca koca nevresimleri ve havlularımızı da görüşe gelen yakınımıza verip ertesi hafta yıkanmış olarak almamız YASAK. Bunu düzenleyen bir yasal hüküm elbette ki bu sefer de yok. Tecrübeli gardiyanlarda açıklama çok. "Yıkanmaya giden eşyalar uyuşturucu dolu suya batırılıp kurutuluyormuş. Cezaevinde de bu eşyalar bir kabın içinde ıslatılıp suyu buharlaştırıldıktan sonra uyuşturucu elde ediliyormuş." Mübarek uyuşturucu laboratuvarı sanki. "İyi de aynı işlem t-shirtlere, gömleklere de yapılabilir onlara neden yasak yok" diye sorduğunuzdaysa elbette yanıt yok. Anlayacağınız cezaevini ezaevine dönüştürmenin yollarından biri olarak elde nevresim yıkamaya mahkûmsunuz.
Geçen ay cezaevini denetlemeye Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Sefa Mermerci gelmişti. Kibarlık edip bizim koğuşa da geldi. Eyvallah. Ben de anlattım. Birazdan okuyacağınız diğer sorunlarla birlikte. Genel Müdür'e nevresim ve havluların elde yıkatılacağına dair bir mevzuat, yasal hüküm olmadığını söyledim. Bana koğuşlara çamaşır makinesi alınması için çalışma yapabilecekleri yanıtını verdi. Bu arada gelinlik kız gibi çeyiz düzüyoruz burada. Buzdolabı, televizyon, vantilatör, su ısıtıcısı, semaver... Her biri elbet ihtiyaç. Ama aldıklarınızı cezaevine hibe ettiğinize dair kâğıtlar imzalatıyorlar. Her şeyden önce bu devlete tırnağımı hibe etmek istemiyorum. Öte yandan cezaevleri parasız pulsuz mahkûmlarla dolu. Böyle saçma çözüm olur mu? Oluyor. Genel Müdür'ü yakalamışken her bir derdimizi anlatalım dedik. Elbette ki bilgisayar kullanımından bahsettik. Neden koğuşlarımıza bilgisayar alamadığımızın "makul sayılabilecek" gerekçesi var: İnternete girilebilir. Bu teknik işlerden çok anlamasam da modem kartı olmayan bir bilgisayarın internete giremeyeceğini, telefon hattını nereden bağlayacağımızı anlatmaya kalktık. Nafile. Bu kez de "Sizlere cezaevindeki bilgisayar odasını kullandırtıyoruz" yanıtını aldık. Haftada 3 saat. Açık görüş haftası ise yasak. Yani ayda 9 saat.
Mesela bir türlü yazılmamış olan hakkımdaki iddianame muhtemelen yüzlerce sayfa olacak. Delil klasörleriyle birlikte binlerce sayfa. Ayda 9 saat bilgisayar kullanımıyla savunma hazırlayacağım. Daktilo bile sokamıyoruz içeri. Ne diyeyim? Bravo diyorum. Genel Müdür'e en çok şikâyet ettiğim konu ise herkesin bildiği, birçoğunun bilmezden geldiği tecrit durumumuz oldu. Ben henüz tecrit demişken Genel Müdür lafı ağzımdan aldı. Ne kadar modern, güzel cezaevleri inşa ettiklerini söyledi. Hemen ardından da "F tiplerindeki mahkûmların da cezaevlerini övdüğünü hatta tek kişilik hücrelerde kalmak istediklerine" ilişkin bürokrat söylevi çekti. Kendisine sadece; bu cezaevi uygulamasını savunan bürokrat, politikacı, karar verici her kim varsa, Nazi kafası örneği bir mimari facia olan bu cezaevlerinde birkaç ay kaldıktan sonra bu konuyu tekrar tartışabileceğimizi söyledim. Bu konuşma esnasında yasal olarak haftada 10 saat diğer tutuklularla sosyalleşme amaçlı zaman geçirme hakkım bulunduğunu ancak yerine getirilmediğini de dile getirdim. Genel Müdür kendisine eşlik eden Silivri Başsavcısı ile cezaevinden sorumlu savcılardan birine nedenini sordu. Verilen yanıt önce "suç türleri değişik, can güvenliği sorunu olabilir" oldu. Bu gerekçenin hukuksuzluğunun kendisi de farkında olacak ki bu kez de şaşkınlık içinde kalmama neden olan açıklamasını yaptı: "O hak sadece hükümlüler için geçerli" dedi. Nasıl ama!
"Tutuklamaların cezaya dönüştüğü, bu kadar uzun tutukluluk süreçlerinin olduğu bir memlekette bu dediğinizden emin misiniz?" soruma da "Evet" yanıtı verildi elbette. Herhalde ben yanlış biliyordum. Bir "hukuk insanından" daha mı iyi bileceğim diye uzatmadım. Gel gör ki savcı yalan söylemiş. Ben doğruyu biliyormuşum. Avukatım Can Atalay şimdi yazılı olarak savcılığa müracaat etti. Bakalım ne yanıt alacağız?
İç çamaşırı, şort, don, nevresim... Biraz gereksiz şeylerden bahsettiğim düşünülebilir belki. Ne anlatırsak anlatalım ya da ne yazarsak yazalım sonuç olarak hayattan söz ettiğimizi düşünürdüm; oysa burada her şey sadece tecridi çağrıştırıyor hayatı değil. İnsanların kendilerine şunun ya da bunun niçin yapıldığını anlayamama durumunda bırakılmasıdır tecrit; insanın sadece kendi zihnine mahkûm bırakılması. Dışarıda çoğumuza gereksiz gelecek şeyler döner dolaşır kendini hatırlatır; sonra kendi donunuza gıcık olursunuz...
Bu bahsi kapatmadan önce nasıl bir tecrit ortamında yaşadığımızı da biraz anlatmam gerek. 160 gündür Nedim ve Doğan Ağabey'le birlikte kalıyoruz. Haftada bir kez kapalı ayda bir kez ise açık görüş hakkımız var. Açık görüşte bir saat eşim, çocuğum ve görüşe gelen arkadaşlarımdan biriyle yüz yüze geliyorum. Açık görüş dışındakiler camın ardından ve kayıt altına alınan telefon görüşmesi şeklinde yapılıyor. Ben şanslıyım ki avukat arkadaşlarım hemen her hafta görüşe geliyorlar. Böylelikle hücreden, koğuştan çıkabiliyor, farklı bir ses duyup, değişik bir yüz görebiliyorum. Bunların dışındaysa her gün üç kez kapımıza gelip
yemek veren ancak konuşmamızın yasak olduğu işçi mahkûmları ve onlara eşlik eden gardiyanları görüyorum. Burası L tipi cezaevi. Anlayacağınız Türkiye cezaevlerinin tecridi harf grubuna bağlı değil. Ben bunları yaşarken F tiplerinde duyurmaya çalıştıkları seslerine hiç karşılık alamayanların hali nasıldır varın siz hesap edin. Şu "ileri demokrasi medyası" neden bu konuya el atmaz merak içindeyim!
Emin olun ki cezaevlerindeki tecrit politikası medyadaki malum şahısların çok sevdiği, hatta kimilerinin şahsi meselesi olan Ergenekon'la çok ilgili. Ama soruşturma sürecinin bir türlü oralara uzanmadığı Ergenekon ile. Bir derin devlet politikasıdır tecrit. Üzerinden çok zaman geçmedi bu konuların. Araştırılsa görülecek veya geçmişte olanlar biraz hatırlansa... Adalet duygusu bellek ve hatırlama ile adaletsizlik ise unutma ile nasıl da yakından ilgili.
Bu yazı hayli uzun oldu. O yüzden saat ve cam su bardağının yasak denilerek dört ay boyunca verilmediğini anlatmayayım. Hele başta kırmızı olmak üzere renkli kalemlerin verilmediğini veya sevgilimizin, çocuğumuzun, sevdiklerimizin fotoğraflarını asmak için yara bandı kullandığımı ya da dizimdeki rahatsızlık için kullanmam gereken dizlikle ilgili meseleyi hiç anlatmayayım. Selobantlar da dizlik de YASAK'mış.