Güncelleme Tarihi:
Özal Saddam'ın Araplar içinde daha değişik bir konumu olduğunun farkındaydı. Halbuki hem Saddam'ın Amerikalıları anlamakta, hem de Bush'un Saddam'ı anlamakta ve değerlendirmekte güçlükleri vardı. İşte bu durumun farkında olan Özal, tam bu noktada devreye girecekti. Her iki tarafı tanımanın avantajını kullanacaktı. Olayı hem bir batılı, hem de bir şarklı gibi değerlendirebilirdi.
Özal daha olayın başında bu işin sonunda Saddam'ın kaybedeceğini görmekteydi. Ancak kendisinin statükocu olarak nitelediği Dışişleri gibi çevreler ise Amerika'nın Irak'a karşı savaşmayacağını düşünmekteydiler. Ayrıca son ana kadar Amerika da Irak'ın aşırı silahlanmış olmasından büyük endişe duymuş harekete geçmekte çok zorlanmıştı. Bu süre içerisinde Özal Başkan Bush'la birçok kez telefon görüşmesi yapmıştı. Bu konuşmalarından da anlaşılmaktaydı ki, Amerika Saddam'ı ciddiye almaktaydı. Saddam'ın uluorta söylediği sözler batıda endişe uyandırmaktaydı.
Amerika Saddam mentalitesini anlamakta zorlanıyor, bu kadar gayri ciddi olabileceğini düşünemiyor, dolayısıyla onu ve tehditlerini ciddiye alıyordu. Diğer taraftan Vietnam'dan sonra Başkan Bush kendisini büyük bir kamuoyu baskısı altında hissetmekteydi. ABD petrol gibi batının can damarını tehdit eden, adeta gırtlağını sıkan bir konuda elbette bir şeyler yapacaktı, ama bunu en az zayiatla yapmak durumunda idi. Kongre bu konuda işi çok sıkı tutmaktaydı. Dolayısıyla Özal'ın işi içeride olduğu gibi, dışarıda da zordu. Bu konuda herkesi ikna etmesi gerekiyordu. Kendisi bu konuda herkesten avantajlı olduğuna inanmaktaydı. Çünkü hem batı mentalitesini, düşünce tarzını, değerlerini bilmekteydi hem de Araplarınkini.
Bu arada Saddam'ın da Araplar içinde daha değişik bir konumu olduğunun farkındaydı. Halbuki hem Saddam'ın Amerikalıları anlamakta, hem de Bush'un Saddam'ı anlamakta ve değerlendirmekte güçlükleri vardı. İşte bu durumun farkında olan Özal, tam bu noktada devreye girecekti. Her iki tarafı tanımanın avantajını kullanacaktı. Olayı hem bir batılı, hem de bir şarklı gibi değerlendirebilirdi. Kimin nereye kadar gidebileceğini, her iki tarafta da karar mekanizmalarının nasıl işlediğini bilmekteydi. O günler büyük tehditler savuran Saddam'ın batıdan gelecek bir hareket karşısında duramayarak pısacağını da çok iyi tahmin edebilmekteydi. Dolayısıyla en baştan itibaren Başkan Bush'a sürekli olarak Saddam'ı ciddiye almamasını telkin etti. Risk almaktan çekinen Bush tereddüt etmekteydi.
Son ana kadar da tereddüt edecekti. Özal'ın Bush'la tüm bu görüşmelerine tanık olan biri olarak bu hususu çok iyi biliyorum. Körfez Krizi'nin yönlendirilmesinde Özal'ın çok etkisi olmuş ve Bush kendisinin tavsiyelerine uymuştur. Ancak Bush bir taraftan da düğmeye basmış, bir askeri müdahale ihtimaline karşı, en az zayiatla, en kısa zamanda teknolojinin tüm imkânlarını kullanarak bu işi halletmek için hazırlıkları da başlatmıştı.
ÖZAL'IN BUSH ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Özal'ın Başkan Bush üzerinde, daha doğrusu bir Türk devlet adamının dünyanın tek süper gücünün başkanı üzerinde, bu kadar etkili olabileceğine birçok kişi, özellikle de muhalifleri uzun süre inanmamışlardı. Hiç unutmuyorum, savaş bitmiş, Türkiye'ye gelen Bush'a Çankaya'nın bahçesinde 21 Temmuz 1991 akşamı bir yemek verilmişti. Yanımda oturan ABD Dışişleri'nin Ortadoğu ve Akdeniz Masası Başkanı'na, masamızda olan bir gazeteci-politikacı, eşimin tercümanlığı ile ‘‘Sahiden Bush Özal'ı dinlemekte miydi?’’ sorusunu sormuş ve ‘‘Hem de çok, Başkan Bush Başkan Özal'ın görüşlerine her zaman, özellikle de Körfez Krizi sırasında büyük değer vermiştir’’ cevabını alınca bu hiç de hoşuna gitmemişti. Ama gerçek ortadaydı.
Aslında 17 Ocak 1991 günü askeri müdahale başladığında bir gerçek çok daha iyi ortaya çıkacaktı. Saddam ne başlangıçta ABD'nin gözünde büyüttüğü bir devdi, ne de Özal'ın göstermeye çalıştığı kadar zayıftı. En son teknoloji kullanılmasına rağmen birkaç günde biter denen Irak direnci çok daha uzun bir süre içinde kırılabilmişti. Bu bir yerde, Türkiye'nin ne kadar büyük bir potansiyel tehlikeden kurtulmuş olduğunu da göstermekteydi.
Kendisini Körfez politikası konusunda yoğun biçimde eleştiren muhaliflerini her yapılana karşı çıkmakla itham ederdi. Bunlar aktif bir dış politika izlemektense, bütün dünyanın karşısına aldığı Saddam'a bile destek çıkabilmekteydiler. Türkiye BM'yi karşısına alamazdı. Körfez krizi konusunda üretilen komplo teorileri de doğru değildi. Yani krizin petrole el koymak için batı tarafından üretildiği gibi teoriler doğru değildi. Bunun en canlı kanıtı, ABD'nin bu işten önceden haberi olmamasıydı. Özal Türkiye'nin dış politikada çok statükocu bir politika izlemesinden yakınırdı. Bu hiçbir şeye bulaşmamak ve sadece diğerlerinin ne yapacağını bekleyip aynı hareket tarzını uygulamak biçiminde özetlenebilirdi.
Halbuki geçmişte aktif dış politikanın uygulandığı dönemler olmuştu. Mesela, Atatürk risk alabilmişti. Hatay bunun en güzel örneklerinden idi. Bunun diğer bir örneği de NATO'ya girebilmek için Kore'ye asker göndermemizdi. Fatin Rüştü Zorlu dönemi de aktif dış politika uygulanan bir dönem olmuştu. Ama şimdiki bürokrasi genelde olduğu gibi statükocu bir çizgi izlemekteydi. Bu da İnönü çizgisi idi ve bize kendisinden miras kalmıştı. Ama bir taraftan da Cumhuriyet'in o dönemlerindeki zorlukları takdir ederek bu politikaları izleyenleri çaresizlikten böyle davranmak zorunda kaldıkları için fazla da eleştirmezdi. Ama bugün Türkiye'nin imkânlarının çok daha iyi olduğunu, bölgesinde büyük bir güç olabileceğini, bundan dolayı da aktif bir dış politika izlemesi gerektiğini iddia etmekteydi. İşte Körfez Krizi bunu denemek için Türkiye'nin önüne altın bir fırsat çıkarmıştı.
YAKIN TARİHİ HATMETTİ
Çöl Fırtınası Harekâtı'na kadar geçecek 5.5 aylık süre içerisinde krizin en başından itibaren Özal'a hâkim olan fikirler bunlardı. Olaylara hep bu gözlükle bakacaktı. Ama devletin diğer kademelerinde bu gözlüğü kullananlar hemen hemen yok denecek kadar azdı. Dolayısıyla ilk yapması gereken, yoğun bir ikna kampanyası başlatmak olmalıydı. Kendisi teknik bir insandı. Aşağı yukarı devletin her kademesinde bulunmuştu. Devlet idaresini, karar mekanizmalarının nasıl işlediğini, bürokrasiyi özellikle de ekonomiyi çok iyi bilmekteydi. Cumhurbaşkanı olduğundan beri ise dış politikaya ağırlık vermekteydi.
İşte bu yeni dönemde hemen yanıbaşımızda bir kriz patlamış ve Türkiye kendisini bunun içinde bulmuştu. Dış politikada tarih bilgisinin ne kadar önemli olduğunu bilmekteydi. Özal en iyi otoritenin bilgi otoritesi olduğunun tam bilincindeydi. Etrafını ikna edebilmek için önce bu konularda etrafına bir bilgi ve enformasyon hakimiyeti kurmalıydı. Tarihi bilgilerini tazelemeli, yakın tarihimizle ilgili olduğu halde pek de derinlemesine öğretilmeyen hususları incelemeliydi. Musul ve Kerkük meselesini bütün ayrıntıları ile gözden geçirmeliydi. Irak nasıl kurulmuştu? Büyük devletlerin geçmişteki hareket tarzları ve bunların nedenleri nelerdi? İşte tüm bu hususları derinlemesine incelemek isteyen Cumhurbaşkanı'na, seferber olarak değişik kütüphanelerden konuyla ilgili bütün kitapları getirttik.
Kendisi bunları büyük bir dikkatle, özellikle de daha sakin olduğu için geceleri okumuştur. Olayın köküne inmiştir. Lozan Konferansı zabıtlarını inceleyerek üç yıl süren Musul müzakerelerinden ve İngiltere ile aramızda geçen tartışmalardan konunun ne kadar büyük bir çıkar kavgası halinde geçtiğini görmüştür. 5 Haziran 1926 Anlaşması ile nihayet çözümlenen Musul sorununda Türkiye neticede yarım milyon sterlin karşılığında Musul üzerindeki haklarından vazgeçmişti. Irak ise 25 yıl İngiliz mandası altında kalacaktı. Bu Türkiye'nin lehine bir çözüm değildi, ama o günün şartları da ortadaydı.
Özal o zabıtları inceledikçe fikirlerinde ne kadar haklı olduğunu düşünüyordu. O zamanlar için haklı sayılabilecek nedenlerle, yani güçlü olmadığımızdan, Musul ve Kerkük'ü kaybeden Türkiye acaba bir şeyler yapabilir miydi? Irak çok suni bir biçimde kurulmuştu. Neticede sorunlar bugün ortaya çıkmıştı. Demek ki yara hâlâ kanamaktaydı. Hiç olmazsa Türkiye'nin hakları başka biçimlerde telafi edilemez miydi? İşte Özal'ın kafasında bu sorular vardı.
KRİZDE KİLİT ROLÜ OYNADI
Baker'ın ziyaretinden sonra gözler Türkiye'ye dönmüştü. Cumhurbaşkanı 9-10 ve 11 Ağustos tarihlerinde arka arkaya Başbakan ve Genelkurmay Başkanı ile görüşecekti. Bundan sonraki günlerde de kendileriyle temasları sürecek, ayrıca başta Dışişleri Bakanı olmak üzere diğer bazı bakanlarla da sık sık görüşecekti. Diğer taraftan ağustos ortalarında Ankara adeta yabancı basın mensuplarının istilasına uğramıştı. Hepsi Özal'la mülakatlar yapmışlardı. Bu dünya kamuoyunun kriz esnasında Türkiye'nin davranışını nasıl merak ettiğinin bir göstergesiydi. Diğer taraftan bu, Cumhurbaşkanı'nın da inandığı gibi, Körfez krizinde Türkiye'nin kilit ülke olduğunun da bir delili anlamına gelmekteydi.
Türkiye Turgut Özal'ın inisiyatifi ile petrol boru hattını kapatmış, kartlarını oynamış, batı dünyasının yanında yerini almıştı. Bu davranış Irak'ta ve Kuveyt'teki gelişmeleri heyecanla izlemekte olan tüm dünyanın gözlerini üzerimize çevirmişti. Özal dünyanın dört bir köşesinden gelen basın mensuplarına uzun mülakatlar veriyor, TV kanallarında en çok seyredilen saatlerde ekrana çıkıyor ve Türkiye'nin görüşlerini, olaya bakış açısını büyük bir rahatlıkla ve içtenlikle anlatıyordu. Batı ülkeleri Kore savaşından uzun yıllar sonra Türkiye'yi yeniden keşfetmekteydi. Ancak bu sefer yüksek teknolojik imkânlarla medyanın sunduğu dünyanın her köşesine anında ulaşan iletişim imkânı, Özal'ın da katkılarıyla Türkiye'yi bir anda yıldız ülke konumuna getirmişti. O sadece ülkesini tanıtmakla kalmıyor, aynı zamanda bu krizde kilit rol oynamakta olduğunu da gösteriyordu. Ayrıca bununla da yetinmeyip batı ile doğunun farklı davranış biçimlerini bilen, onları iyi analiz edip sağlıklı sonuçlar çıkarabilen biri olduğunu da bu vesileyle dünyaya duyuruyordu. Artık Özal krizde dünyanın en büyük liderleri arasında en ön sıralarda yerini almıştı. Amerika'da yolda yürürken insanlar tarafından tanınır hale gelmişti. Dış basını kriz sırasında çok iyi değerlendirmiş, batı kamuoylarını da etkilemeyi becermişti.
GÜÇLENEN TÜRKİYE İMAJI
İşgal öncesi Kuveyt'te çok sayıda yabancı çalışmaktaydı. 1990 yılında iki milyonluk bir nüfusa sahip olan bu 17.811 km.2'lik küçük ülkede bugün sadece 1.5 milyon kişi yaşamaktadır. Birçok yabancının işgal sonrası ülkeyi terk etmesine rağmen bugün bile ülkede yaşayan yabancıların sayısı, Kuveytlilerden daha fazladır. Bugün 650 bin Kuveytliye karşılık 890 bin yabancı bulunmaktadır. Yabancı işçiler aktif nüfusunyüzde 80'ini teşkil etmektedirler. Ayrıca aktif nüfusun yüzde 90'ı ise kamu sektöründe çalışmaktadır. Ülkeyi 1977'den beri yöneten şeyh Jaber Ahmed Al-Sabah o günlerde çok sıkıntı içinde bulunmaktaydı. Ülkede tam bir panik yaşanmaktaydı. Bu panik kendisini yabancılar arasında da hissettirmekteydi. Özellikle mühendis, teknisyen gibi elemanlar bir an önce ülkelerine geri dönmenin yollarını aramaktaydılar.
Bu ortamda her zaman olduğu gibi gene Türkiye devreye girdi. Kuveyt'te çalışan çok sayıda Bangladeşli de bulunmaktaydı. 12 Eylül 1990 günü KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile Kıbrıs konusunda yapılan toplantı ve öğle yemeğinden sonra Cumhurbaşkanı, Bangladeş Cumhurbaşkanı'nı Esenboğa'da karşılamıştı. Gerekli hazırlıklar yapılmış, Kuveyt'ten kaçan Bangladeşlilerin sağ salim ülkelerine dönebilmeleri için bir THY uçağı tahsis edilmişti.
İki Cumhurbaşkanı'nın Köşk'teki akşam yemeğinden sonra ertesi sabah Diyarbakır'a uçtuk. Bangladeşlilerin bulunduğu salona girdiğimizde salon alkıştan inliyordu. Her iki Cumhurbaşkanına ama özellikle de Özal'a büyük tezahürat yapıldı. Cumhurbaşkanları kısa konuşmalar yaptıktan sonra uçağın merdivenlerine kadar giderek yolcuları ağırladık. Özal'ın merdiven başına kadar geldiğini gören yolcular şaşkınlık ve hayranlıkla kendisine bakmaktaydılar. Kendilerine küçük hediyeler de verilmişti. İşte kaynayan bir bölgede Türkiye Özal'ın deyimiyle bir ‘‘huzur odası’’ idi. Türkiye büyük ülke rolündeydi.
Bangladeş Cumhurbaşkanı'nı Diyarbakır Havaalanı'ndan uğurladıktan sonra Ankara'ya dönerken Özal Halepçe olayından sonra Türkiye'nin bu ikinci göç hareketine de yardımcı olmakla dünyaya verdiği mesajın mutluluğunu yaşamaktaydı. Özal'ın bu olaydan 10 gün sonra ABD'ye yapacağı gezi, Türkiye'nin bu imajını daha güçlendirecekti.
‘‘Özal dış politikada tarih bilgisinin ne kadar önemli olduğunu bilmekteydi. Etrafını ikna edebilmek için önce bu konularda bir bilgi ve enformasyon hakimiyeti kurmalıydı. Seferber olduk ve değişik kütüphanelerden konuyla ilgili bütün kitapları getirttik. Kendisi bunları büyük bir dikkatle okudu’’ diye anlatıyor Engin Güner.
Temmuz 1991'te Türkiye'ye gelen ABD Başkanı George Bush, Engin Güner tarafından karşılanırken.(üstte)
Bushlar, Çankaya Köşkü'nün bahçesinde 21 Temmuz 1991 akşamı verilen yemeğe geliyor. O yemekte bir Türk gazeteci-politikacı, ‘‘Sahiden Bush Özal'ı dinlemekte miydi?’’ diye soracak ve ABD Dışişleri'nin Ortadoğu ve Akdeniz Masası Başkanı'nı onu şöyle yanıtlayacaktı: ‘‘Hem de çok!’’