Güncelleme Tarihi:
Yeni kitabınızda, 2015’in yaz aylarını Türkiye’nin elinden çok önemli fırsatların kayıp gittiği bir dönem olarak niteliyorsunuz. Neden?
7 Haziran seçimlerinin öncesini hatırlayarak başlayalım. Karşılıklı olarak birbirini suçlayan iki grup vardı. İktidar ve muhalefet... Sonuçta, iki ana kamptan muhalefetin savunduğu fikirler yüzde 60’a yakın oy alarak kazandı. Burada milli iradenin dediğini yapmak önemliydi.
Ne diyordu milli irade?
- “Muhalefetin görüşü haklıdır” diyordu. Buna icabet etmek de demokrasinin gereğiydi.
Nasıl icabet edilecekti?
- Muhalefet partilerinin kendi arasında bir koalisyon kurması gerekiyordu. Ya da iktidar partisiyle muhalefet arasında bir koalisyon kurulmalıydı. Böyle davranılsaydı; o zamana kadarki şikâyetlerin önemli bir kısmına çözüm bulunacaktı. Bu gerçekleşmedi, onun yerine yeni bir seçime gidildi. Seçilmişler bir kenara konuldu; yok sayıldı. 45 günlük sözümona koalisyon müzakereleri yapıldı. Bu da Türkiye tarihinde bir ilkti.
Koalisyonunun kurulamayıp sistemin tıkandığı hiç görülmedi mi?
- Çok partili demokrasiye geçtikten sonraki tüm adımlarda ya gazeteci ya da parlamenter olarak bulundum. O günlerden bugüne dek bu kadar kısa süre içinde seçim yenilemek hadisesi Türk siyasi tarihinde görülmemiştir. Koalisyonlar, her icap ettiğinde kurulabildi.
Bugün özellikle iktidarın “Koalisyon siyaseti tıkar” şeklinde özetlenebilecek bir anlayışı var. Geçerli bir görüş müdür?
- Bugün koalisyon bir öcü, bir umacı gibi gösteriliyor. Neredeyse demokratik ihtimaller arasından çıkarıldı. Düşünün 27 Mayıs Darbesi’nden sonra Yassıada Mahkemeleri gibi hem halkımızda hem de demokratik hayatımızda büyük yaralar açan bir süreç yaşadık. Ama bu sürecin ardından kurulan da bir koalisyon hükümetiydi. Bunun iki ortağından biri Yassıada’da yargılananların partisi sayılabilecek Adalet Partisi’ydi. Diğeri de CHP’ydi.
Neredeyse bütün seçmen tabanıydı, değil mi?
- Evet, darbenin yaralarını işte bu koalisyon sardı.
O dönemdeki darbe girişimini de bu koalisyon karşıladı sanırım.
- Bir değil iki çok vahim hadise cereyan etti. Yani iki darbe girişimi yaşandı. Biri 22 Şubat 1962, diğeri 21 Mayıs 1963’te. İkisini de koalisyon hükümetleri karşıladı. Birisinde CHP-AP, diğerinde CHP ve yine Demokrat Parti çizgisinde olan YDP’yle CKMP. Hep beraber bu dönemi aştılar.
15 Temmuz’da koalisyon hükümetiyle karşılansaydı daha mı rahat atlatılırdı?
- Elbette. Tek parti hükümeti olduğunda herkes birbirini daha çok körüklüyor. Beş kişinin üzerine gidilmesi gerekiyorsa, rakam 50’ye çıkıyor. İşin içine ihbarlar giriyor. Komşusunu, eşini dostunu ihbar edenler var… Yüz binlerle ölçülüyor tutuklananlar, sayı sürekli değişiyor; tam bilen de yok. Koalisyon olsaydı; bu kadar yaymaya gerek olmadan, asıl suçlular kimse onların üzerine gidilmek suretiyle meselenin halledilebileceği hatırlatılabilirdi.
Şimdi hatırlatılamıyor mu?
- Şimdi de hatırlatılıyor ama diğer partilere karşı duvar örmüş, onları sürekli itham eden tek parti hükümetinde, bu hatırlatmaları dinleyen olmuyor.
45 gün Anayasa Mahkemesi’nin konusu olabilirdi
Koalisyon kurulamaması çeşitli nedenlere bağlandı. Dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu, kendisinin yürüttüğü görüşmeleri ‘istikşafi’ (keşif amaçlı) diye nitelemişti. Siz bu sözcüğün dahi iktidarın koalisyona gönülsüzlüğüne işaret ettiğini söylüyorsunuz.
- “Hele bir keşfedelim” dediler. Mecliste yıllardır beraber oturuyorlar. Kimin neyi kabul edip etmeyeceği zaten biliniyordu. Keşfedecek bir şey yoktu. Bunlar hep bir bahaneydi. Sonuçta Cumhurbaşkanı Erdoğan da ülkeyi yeniden seçime götürdü. Baştan beri istenen biraz da buydu.
Cumhurbaşkanının buna hakkı var; peki neden bu kadar tartışıldı bu karar?
- Öyle ama Cumhurbaşkanı’na seçimleri yenileme yetkisi verilmesinin nedeni parlamenterlerin çoğunluğunu “Hükümeti kurun” baskısı altında tutmaktır. Aksi takdirde, meclis feshedilir, vekillikler de feshedilir. Partiler ve milletvekilleri o ihtimali düşünsünler ve ellerini çabuk tutsunlar, hükümetin kurulmasını hızlandırsınlar… Amaç buydu… Oysa tam tersine bir sonuç almak için kullanıldı yetki. Hükümet kurmayı kolaylaştırmak için değil, zorlaştırmak için kullanıldı. Bir de Cumhurbaşkanı bu yetkiyi ancak ‘gerekli gördüğünde’ yani seçim zorunlu olduğu zaman kullanabilir; ortada öyle bir zorunluluk yoktu.
Daha seçim gecesi Cumhurbaşkanı’nın seçimleri yenilemek isteyebileceğini söylemişsiniz, yetkisine işaret ederek.
- Bu ihtimal unutulmasın diye söylemiştim, evet.
Ama 45 gün dolmadan müzakerelerin sona erdirileceğini herhalde siz de öngörmemiştiniz?
- O kadarına bile tahammül edilemedi. Zaten bir hükümet değil 45 gün, bir saat içinde bile kurulabilir. En azından kurulamadığının resmen tespit edilebilmesi gerekir. Dahası var, 45 gün dolmadan yeni seçim gününün belirlenmesi için Yüksek Seçim Kurulu’na yetki verildi. Anayasının amacına aykırıydı bunlar. Hatta Anayasa Mahkemesi’nin de konusu olabilirdi bu.
Demokrasi geriye gidiyor; daha da gerileyebilir
1 Kasım’da da 7 Haziran’daki tablo belirse yeni bir seçim mi yapılacaktı? Ne dersiniz?
- Kaçırılan fırsatlar yüzünden 15 Temmuz’un da 7 Haziran’ın da öncesine gittik. Daha da geriye gitme tehlikesi var. Bakın buradaki en büyük sıkıntı şu: Her seçim bundan böyle iptal edilebilir hale gelebilir. Sonuçta kullanılan şey bugünkü anayasa. Bunun bir ‘yol’ olması tehlikesi var. Şimdi anayasa değişikliği vesilesiyle benzer şeyler yine konuşuluyor. Zaten böyle bir değişiklik dünyanın neresinde görülmüştür, bilinmez.
Neden başka yerde görülmüyor?
- Böyle bir değişiklik geniş tabana dayanarak yapılır. Burada Başbakan’la MHP genel başkanı çay içip konuşuyor. O da kapalı kapılar ardında. Yeni anayasa değişikliği Türkiye’yi demokratik düzeni uygulamaktan mahrum edecek bir hale getirebilir. Bugünkü iktidardan müstakil olarak bakın. “Demokrasiyi tamamen ortadan kaldıralım” diyenler de bu düzen içinde bir şeyler yapabilir. Mevcut iktidarla ilgili bir şey değil; getirilmek istenen sistem tehlikeli.
Neden?
Cumhurbaşkanı fiilen parlamentoyu da seçen, hatta parlamentonun yedeklerini de seçen bir kimse olacak. Kuvvetler ayrılığı ortadan kalkacak. İcranın başkanı cumhurbaşkanı partili olunca, yasamanın da başında olacak.
Yargı?
- Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’na bakın; teşkili açısından hükümetin etkisi belli. Cumhurbaşkanına verilen tayin yetkisi de mevcut. Ayrıca üniversite, YSK gibi özerk olması gereken müesseseler yine icra tarafından seçilecek. “Basın” dersen, 142 gazetecinin içeride tutulduğu bir dönemdeyiz, bir kısım gazeteler zaten kayyuma devredilmiş, bazısının üzerinde tehdit var. Yani demokrasi denildiği zaman akla gelen unsurlardan hangisi varlığının gereklerini yerine getirebiliyor? Çok iyimser bir tablo görme imkanı yok.
Biz sizi iyimser biliriz ama Altan Bey...
- Uzun vadede iyimserim. Çünkü ben Türkiye’nin demokrasi açısından çok mesafe almış bir ülke olduğunu hep söylerim. Cumhuriyet’i ilan ettikten sadece 22 yıl sonra, 1945’te demokrasiye geçtik. Askeri müdahalelere maruz kaldık, çok acılar yaşadık. Mesela Yassıada duruşmaları... Ama idamların gölgesinde kalmış olsa da daha sonra getirilen anayasayla, dünyanın en ileri metinlerinden birine imza attık. Sonra gene darbe girişimleri ve darbeler gördük.
Acı tecrübe açısından zenginiz...
- Bu kadar tecrübeyi göz önüne alırsanız, Türkiye’nin demokrasiye alıştığını da görürsünüz. AB adaylığı ile bir başka seviyeye geldi Türkiye. Oradan dönmemek gerekir.
AKP’nin ilk yıllarını ‘altın yıllar’ diye tanımlıyorsunuz. Adaylık sürecinde yaptığı reformlar yüzünden mi?
- Evet... Ama uzun sürmedi. Ardından Ergenekon ve diğer davalar geldi. AKP’nin başlangıçta müttefiki gibi görünen bir grubun adliye ve polisi etkisi altına alarak yaptığı işleri gördük. İktidar da aldatıldığını söyledi zaten. Ama bir yandan insanları haksız yere içeride tutmak gibi suçlar işlendi. Yine de bunların açığa çıkması bir fırsat yaratmıştı. O fırsat da kaçtı.
Siz Gezi’de de iktidarın çok önemli bir fırsatı geri teptiğini söylüyorsunuz. Neyi kaçırdı AKP?
- Oradaki gençler bir parti adına orada değillerdi; spontane olarak bir araya gelmişlerdi. Demokratik hürriyetlerini kullanmak istiyorlardı. Buna alışılsaydı; iktidar, benzer gösterilere tahammül etmeyi öğrenseydi; Türkiye başka bir hal alırdı.
Bugünkü kutuplaşma olmaz mıydı?
- Olmazdı. Olsa dahi tırmanmazdı.
Suni mi yani bu kutuplaşma?
- Kutuplaşma bir süreçtir. Başladığı zaman uzlaşılırsa kutuplaşma dururdu. Gezi dönemi ve sonrası aslında bir diyalog fırsatıydı. Sonra da HDP ile bir fırsat yakalandı. Ama onda da direnilmedi.
Barış Süreci’nden bahsediyorsunuz...
- Düşünün, Barış Süreci’ne karşı çıkan hiçbir aykırı ses yoktu. CHP’nin hatta çok haklı bir isteği vardı: “Partileri de katın işin içine” diyordu. Gerçekleşse çok da isabetli olurdu. Öyle bir dönemi düşünün. Ama bir siyasi parti liderinin, Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” demesi sanki bir suçmuş gibi algılandı. Ki muhalefetteki liderlere söylenmedik söz bırakılmamıştı. Bunlar hep dönüm noktası gibi. Güneş açar gibi bir barış ihtimali belirmiş. Gezi olmuş. Kavgacı alışkanlıklara feda edildi bu fırsatlar. En önemlisi de 7 Haziran seçimi işte. Bu ülke 7 Haziran’da uzlaşabilirdi, olmadı.
Muhalefetin su tenekesini beraber taşıması lazımdı
-Muhalefet, 7 Haziran’dan sonra Meclis Başkanı’nı seçebilmeliydi. Beceremedi. Yetkileri çoktur Meclis Başkanı’nın. TBMM’yi çalıştırırdı; 45 gün içinde hükümet kurulmasını zorlayabilirdi.
- Koalisyon görüşmeleri sürerken muhalefet partileri, değişiklik bir sonraki seçimde devreye girecek olsa da, barajı indirmek için çalışabilirdi. Hepsi bugüne dek barajın altında kaldı çünkü. Bir yangın var; hepsini yakıyor. Su tenekesini beraber taşımaları lazımdı.
-İkinci seçim öncesinde 10 Ekim’deki canlı bomba saldırısı hakkında iktidar çevrelerince “Kokteyl saldırıdır” denilince, PKK üzerinden HDP de itham edildi. HDP’ye verilen oyların azalması yönünde gayret sarf edildi. HDP’nin barajın altında kalması isteniyordu. Öyle olsaydı, meclisteki şimdiki milletvekillerin büyük kısmı yerine, AKP’li veya AKP’ye yakın milletvekilleri olacaktı. Bu şekilde, iktidarın anayasa değişikliği açısından daha fazla hareket kabiliyeti olacaktı.