Güncelleme Tarihi:
Birlikte hesaplıyoruz… İlk romanı ‘Fadiş’ bu yıl 50. yaşını kutluyor; yani neredeyse üç nesil büyütmüş! 3 Eylül'de yeni kitabı 'Yanardağ'ın Yankısı' çıkıyor. İnsan, 91. kitabı çıkarken heyecan duyar mı? Sohbetimiz böyle başlıyor. Gülten Hanım yanıtlıyor: “Yaşım ilerledikçe ‘Ya yazamazsam!’ diye düşünüyordum. En büyük korkum buydu. Sonra bu havadan çıktım ve ‘Bir roman daha yazacağım’ dedim… Bellek bohçamızdaki geçmiş yılların birikimiyle bu kitabı üç yılda yazdım. Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkacak kitap Doğu Beyazıt’ta Tendürek Dağı’nın eteğinde bir köyde başlıyor…”
‘GÖKYÜZÜNE KEMENT ATAN KIZ’
Gülten Dayıoğlu’nun kendi hikayesiyse 1935 yılında Kütahya’nın Emet ilçesinde başlıyor. Babası Lütfü Bey Rüştiye’den ayrılmış bir şapka tasarımcısı. Asıl memleketi komşu ilçe Gediz. Ancak ilk evliliğinde eşi ve çocuğunu kaybedince Emet’e taşınıyor. Bursa’da bir Rum ustadan yapmayı öğrendiği ‘fötr şapka’ları sattığı bir dükkan açıyor. Vakit ‘Şapka Devrimi’ sonrası ve şapkalara büyük ilgi var. Annesi Emine Hanım’sa Emet’in çok eski ailelerinden. Velhasıl, Lütfü Bey ile Emine Hanım Emet’te evleniyorlar. Bir kızları oluyor; Gülten… Ancak birliktelik uzun sürmüyor. Küçük Gülten, üç yaşından itibaren anne ve babası arasındaki çekişmelerin arasında kalıyor. Bunun sonucu olarak kendini muazzam yaramazlıklara vuruyor. Öyle ki ‘gökyüzüne kement atan kız’ diye anılmaya başlıyor! Dayıoğlu anlatıyor: “Erkek çocuklarla her oyunda aşık atardım; çelik çomak, ağaca çıkma yarışı… Annemin başına açmadık iş bırakmazdım.”
‘BABAM BENİ SÜREKLİ KAÇIRIRDI’
İlkokula Emet’in Örencik köyünde, başladı. Ancak öğrenim hayatı anne ve babası arasındaki sorunlar nedeniyle sık sık kesintiye uğruyordu… Gülten Hanım anlatıyor: “Babam, anneme ikide bir ‘Ya kızı ya nikahı ver’ diyordu. Annem kabul etmeyince beni kaçırıyordu. Babamın ‘cici’si, beni istemeyince başka kasabada yaşayan bir akrabasının yanına bırakıyordu. Annem güç bela beni bulup geri getiriyordu. 1940’lı yıllarda Emetliler daha iyi iş imkanları için ailecek İstanbul’a göç etmeye başladılar. Özellikle Nişantaşı civarına yerleştiler. Annem çok becerikliydi. Kendisinin deyişiyle, ‘Yukarıdan aşağıya inmiş’ olmanın deneyimiyle yaşamın zorluklarına direnme gücü kazanmıştı. Sonunda beni Emet’te bir akrabaya bırakıp her ay para göndermek koşuluyla İstanbul’a gitti. Onların yardımıyla yatılı olarak evde hasta bakıcılık ya da çocuk bakımı yapmaya başladı. Bu dönemi, farklı yerlerde, değişik akraba evlerinde geçirdikten sonra 1950 yılında, 15 yaşında annemin yanına İstanbul’a geldim. Babamla da sonunda boşandılar.”
İLK HİKAYESİ İLKOKULDA...
Yeni şehirle birlikte yeni muhitine de alışması önce zaman almış… Dayıoğlu, “Nişantaşı Ortaokulu’na başladım. Beni okulda ‘taşralı’ diye sürekli aşağılarlardı” diyor. Ancak ‘taşralı kız’ çetin ceviz çıkmış! Ortaokulun son sınıfında yapılan ‘okul başkanlığı’ seçimlerine adaylığını koyan Dayıoğlu oyların neredeyse tamamını alarak, politikacı jargonuyla ‘tulum çıkararak!’ başkan seçilmiş! Bu arada ‘taşralı kız’ bir başka yeteneğiyle daha öne çıkmış; edebiyat… Gülten Hanım anlatmaya devam ediyor: “Aslında Kütahya’da Otuz Ağustos ilkokulunda henüz ilkokul üçüncü sınıftayken öğretmenim ödevlerime bakıp: ‘Gülten, sen doğuştan yeteneklisin, yazar olacaksın’ demişti. O dönem Kütahya-Eskişehir arasında tren seyahati yaparken Afyon Gazetesi’nden bir beyle tanışmıştım. Öykü yazdığımı söyleyince bana ‘Yazını yolla, beğenirsek yayınlarız’ demişti. Ben de bir öykü yazıp, arzuhalciye daktilo ettirip yolladım. Yayınlandı. O zamandan yazarlığı kafama koymuştum. Sonra ortaokulda Türkçe dersine müfettiş olarak Reşat Nuri Güntekin geldi. Öğretmen beni ‘Bu kız taşralı ama çok yetenekli. Ona nasıl yardım edebiliriz?’ diye kendisine takdim etti. Reşat Nuri Güntekin, okul kütüphanesinin anahtarının bana teslim edilmesini önerdi. Yani yazar olabilmek için çok okumam gerekiyordu. Anahtar üç yıl, yaz kış bende kaldı. Yaşıma uygun çocuk ve gençlik romanları okumaya koyuldum. Bizi bize anlatan yerli roman yoktu. Çeviriler çoğunluktaydı.”
ÇOCUKLARIMA UYDURDUĞUM ÖYKÜLERİ YAZDIM
Hayatını edebiyata adamadan, önüne ona bu yolu açacak başka bir meslek çıktı… Atatürk Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra 1958’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi. Neden bu bölümü tercih ettiğini, “Annem çok istedi… Tek çocuğu vardı. Hayat onu ezmişti; ‘Gızım, hakim olsan ne iyi edersin?’ derdi” diye anlatıyor. Ancak hukuku sevmedi, öğretmenliği seçti. Çocuklar için yazmaya geçişini şöyle anlatıyor: “Öğrencilerime okutacak kitap bulamıyordum. Kendi çocuklarıma anlattığım masalları anlatıyordum. Sonunda oğullarım Cemal ve Murat ile sınıftaki öğrencilerimin beğendikleri öyküleri kitaplaştırmaya karar verdim. Cağaloğlu’nda iki yıl yayınevi aradım. İlk kitabım ‘Bahçıvanın Oğlu’ 1963’te basıldı. Sonraki yıl ‘Döl’ isimli hikayem Yunus Nadi Öykü Ödülleri’nde ikincilik aldı. Öğretmenlik yaparken adeta hedef kitlemle kucak kucağaydım. Çocuk edebiyatına dört elle sarıldım. Yazarken hiç zorlanmıyordum çünkü bir laboratuvarın içinde gibiydim. Bu gözlem halim hiç bitmedi. Resmi öğretmenlik görevimden ayrılsam da yurdumuzun dört bir yanından gelen davetlere uyarak, söyleşi ve imza günlerine katıldığım için okullardan hiç kopmadım. Çocuklarla halen el eleyiz…”
NESİLLER DEĞİŞSE DE ÖZLERİ HEP AYNI...
Bugün neredeyse üç jenerasyon Gülten Dayıoğlu’nun çocuk ve gençlik edebiyatı eserlerini okuyarak yetişti. Jenerasyonlar değişse de çocuklar özünde hep aynı mı kalır acaba? Dayıoğlu şöyle yanıtlıyor: “Nasıl her evdeki çocuk başka oluyorsa elbette kuşaklar arasındaki çocuklarda da fark var. Bugünün çocukları döküldükleri kalıplara sığamıyorlar ama yine de çocuk olduklarının bilincindeler. ‘Çocuk gerçekliği’ değişmiyor. Çünkü özleri aynı kalıyor. Ben çocuklardan, çocuk gerçekliğini öğrendim. Çocuk milleti başka bir alem… Onların gerçeğini kulağınız duyacak, gözünüz görecek. Kimliğini yakalayabilmeniz lazım… Bunu bazen kalbinizle yapabilirsiniz.”
‘İTİRAF EDİYORUM Kİ KORKUYORUM!’
Peki artık sonsuz malzemeyle karşılaşan çocuklara yeni, yaratıcı eserler üretmek daha zor mu? Dayıoğlu bu soruyu “Ben yazarken hep korku içindeyim, itiraf ediyorum!” diyerek yanıtlıyor: “Yazarken hitap edeceğim kitleyi düşünüp ‘Ya beğenmez ya umursamazlarsa’ diye kaygılanıyorum. Çocuklar söyleşilerde öyle sorular sordu ki! Şöyle bir durdum ve düşündüm. Ama yüz akıyla cevapladım. Kitabı okumuş özümsemiş ve bazı durumları hatta sözcükleri cımbızlamışlar. Çocuk ve gençlere yazarken hep tetikteyim.”
BANA ‘HADDİNİ BİL’ DİYENLER OLDU
Dayıoğlu, “Ben çocuk edebiyatı için paralanırken bazı akademisyenler beni itip kakarak, küçümseyerek ‘Sen bir ilkokul öğretmenisin, çizmeden yukarı çıkma!’ diye azarlamıştı. Oysa ben sınıfta araştırma yapan bir kimyager gibiydim” diye anlatıyor. Peki çocuk edebiyatı o günlerden bugünlere nereye geldi? Şöyle yanıtlıyor: “1979, ‘Çocuk Yılı’ydı. Pek çok kişi çocuk kitabı yazdı fakat o günden bugünlere beş kişi ya kaldık ya kalmadık. Çocuk edebiyatının yeşerip boy atmasını hayal ederken 1979’un ürünleri eridi gitti. Sonra yayınevleri çocuk kitaplarında seçiciliği gevşettiler. Neyse ki, günümüzde hala nitelikli çocuk kitabı konusunda direnen bir avuç yazar ve yayınevi var. Bu düş kırıklığının etkisiyle 2007’de Gülten Dayıoğlu Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Vakfı’nı kurduk. Yılda bir kez, alanlarında uzman seçici kurulumuzla nitelikli bir kitaba 10 bin liralık ödül veriliyor. Hedefimiz, genç yazarlarda, nitelikli kitap yazma bilinci oluşturmak. Bugüne kadar 14 kitabımız oldu. Altın Kitaplar Yayınevi ödüllü kitapların yayınlanmasını sağlıyor.”
BİR DERGİ ALIR SIRAYLA OKURDUK
Dayıoğlu kendi çocukken acaba okumayı en sevdiği eserler nelerdi? Bu soruma, “Ne eseri kızım! O hayat patırtısı içinde ne gazete gördük ne kitap” diye cevap veriyor: “Kitap diye sadece Kuran-Kerim’i bilirdik. İlk aşkım alfabeydi çünkü hiç öyle bir kitap görmemiştim. Benim çocukluğumda çocuk kitapları pek yaygın değildi. Sadece dergilerle yetinilirdi. Çok dergi çıkardı; Çocuk Haftası, Çocuk Gözü, Çocuk Sesi, Doğan Kardeş... Sekiz kuruşa satılırdı. Dört arkadaş ikişer çentikli kuruşla dergiyi alırdık. İlk okuyacak arkadaşımızı kura çekerek saptardık.”
GENÇLERE ÖNERİSİ: SIRADIŞI OLUN
“Nitelikli insan olma bilinci edinin ve bu konuda hem kendinizle hem de birbirinizle yarışın... Eğer nitelikli insan olursanız sıradışı olursunuz. Sıradışı insan da hem ülkesi hem insanlık adına üreticidir, yaratıcıdır, olumludur ve dünya barışını getirebilecek bir ruh haline sahiptir.”
FRANSIZCA DERSLERİNDE AŞK
“Eşim Cevdet Dayıoğlu ile akrabayız. O Galatasaray Lisesi’nde okuyordu. Bana Fransızca dersi vermeye gelirdi. Zamanla birbirimizi çok sevdik. 1958’de evlendik. Yediden yetmişe, tüm okurlarımı yürek dolusu sevgiyle selamlıyorum.