Yunus Emre’den Pir Sultan’a, Hacı Bayram’dan Hacı Bektaş’a, tasavvufun zirvelerine omuz vermiş bir kültür nasıl oldu da sadece gösterişi öne çıkartan beş yıldızlı otel iftarlarına, "komşusu açken" lüks ciplerde hava atanlara mahkûm oldu? Doğuşundan itibaren kentli bir karakter taşıyan İslam, köye hapsedildiği için mi yaşıyoruz bütün bunları? Batı’da Müslüman denilince ilk akla gelen unsurun El Kaide veya Taliban imajı olması, biraz da bunun eseri mi acaba?
’KENT dindarı, bir inancın ulviyetinden kendine kimlik çıkarmaya soyunmayan insandır. İnancı inanç olarak kabul eden, inanç olarak yaşayan, bunu kültür olarak algılayan ama sosyal bir ilişki ağında bir taraf, bir kimlik olarak bundan rant beklemeyen insandır. Kent dindarı bir şekilde daha doymuş, güngörmüş ve bu inancı, kendi ulviyeti açısından kişiselleştirmiş, kültür olarak algılamış, daha gelişmiş insandır."
Sabah ezanı ve hoparlör
Bu sözler, Star Gazetesi başyazarı Prof. Mehmet Altan’a ait. Prof. Altan’ı "kent dindarlığı" konusunda düşünmeye sevk eden ise annesi ölüm döşeğindeyken, sabah ezanında hoparlörün sesini biraz kısmasını rica ettikleri mahalle camiindeki müezzinin kabalığa varan hoyratlığı. Bu nedenle, "kent dindarlığı"nın ölçüsünü son derece net koyuyor ortaya Mehmet Altan: "Eğer sen oruç tutuyorsan, oruç tutanın duyabileceği bir şekilde çalmalısın sahur davulunu."
Hiç kuşkusuz, "kent dindarlığı" üzerine düşünen tek isim değil Mehmet Altan. Türkiye’de, İslam’ın meseleleri üzerine kafa yoran hemen herkes, bir şekilde Batılılaşmanın bir parçası olan sekülerleşme ile birlikte köylere itilen İslam’ın büründüğü yeni şekle dikkat çekiyor. Çünkü, esasen bir kent dini olan Müslümanlık, köylü bir niteliğe bürününce tanınmaz bir hale dönüşüyor büyük bir hızla. Kendisinden başka herkesi "gávur" saymak da var bunun içinde; "İtham Müslüman’a yönelmişse ’iftira olduğu önyargısından’ hareketle çıkarım yola" mantığı da. Bu konularda en fazla dirsek çürüten Zaman Gazetesi ve Aksiyon Dergisi yazarı Ahmet Turan Alkan’ın şu sözleri, neleri ve nasıl kaybettiğimizin genel bir çerçevesini de çiziyor aslında:
Çil çil kubbeler nerede?
"Dünyanın en zarif mabedlerini inşa edebilmiş bir toplumun, dini mimaride taş devrine dönmesi başka türlü nasıl izah edilebilir ki? Bugün dini müziğin arabesk versiyonu kendi ’Top 10’larını, kendi starlarını ve piyasasını tesis etti, medyalarını kurdu. Beğenmesek de kendine mahsus bir sanat seviyesi oluşturdu ve bu kötü ürünlerin tamamını ’İslámi bilmem ne’ etiketiyle pazarladı, pazarlıyor. Berbat ve dayanılmaz bir sembolizmin ürünleri çarşıyı, pazarı istila etti. Deforme edilmiş hat levhalarının gümüş kaplamalı kabartmalı nümuneleri matah bir şeymiş gibi beğeniliyor, satılıyor."
Bütün bunların İslam’ın köylü niteliğinin yansımalarından başka bir şey olmadığını belirten Alkan, kılık kıyafet bahsinin de çok farklı olmadığı kanaatinde: "Kılık kıyafet meselesinde bu kavrayışın çözümü de kendine göre oldu. Topuğa kadar uzanan bol pardösü ve başörtüsü. Bizim laikçi kesim, bu kültür krizinin diğer alámetleri bırakıp kadın tesettürüne odaklandı ve meseleyi çığırından çıkardı; şimdi bu bir inat meselesi haline gelmiştir ve çözümü muhal görünüyor. Aslında kimsenin de çözmeye niyetli olduğunu sanmıyorum. Laikçi bürokratik anlayış, birkaç nesil içinde değişime uğrayıp kendi yatağını bulacak bu meseleyi abartarak bir kavga sebebi icad etmeye çalışırken, şehirde kendi hayat alanlarını ve hayat görüşünü çatmaya çalışan bu hareketin diğer vechelerini görmezden geldi; görebilir miydi? Zannetmiyorum, çünkü böyle şeyleri görebilecek fikri áletlere sahip bulunmuyorlar."
Şeyh Galip mi, Taliban mı?
Bugünün dünyasına egemen Müslüman algısının da biraz bu gelişmelerin sonucu olduğunu düşünüyor Mehmet Altan. Yaptığı Şeyh Galip-Taliban kıyaslaması, meselenin vahamatini seriyor gözler önüne zaten: "Ben bu kent dindarları meselesinin dünyada da bir şekilde zorda olduğunu düşünüyorum. Çünkü İslamiyet, Şeyh Galip’ten Taliban’a geldi yeryüzünde. Bunun bir sosyolojik analizini yapmak lazım. Eskiden Müslümanların ağırlığı kentlerdeyken kırlara kaymasıdır bunun sebebi. Şeyh Galip, inanılmaz şekilde işlenmiş bir derin kültürün çok önemli bir ferdiyken; Taliban, Afgan kırlarının bütün hoyratlığını ifade eden bir vahşetle ortaya çıktı. İkisi de Müslüman ise aradaki fark nedir? Bence aradaki fark o dinin kendi kültürel özelliklerinin, güzelliklerinin, yaratıcılıklarının farkına varılmayıp onu siyaseten bir silah olarak kullanmaktır."
Sosyolojik bir istasyon
Giderek tek tip bir algıya dönüşen "Müslüman imgesi" konusunda, Ahmet Turan Alkan da çok farklı düşünmüyor aslında. İslam’ın tıpkı diğer semavi dinler gibi şehirleşmeyi teşvik ettiğini ve köy hayatının değerlerini yüceltmeyi kınadığını vurgulayan Alkan şu çarpıcı tespiti yapıyor:
"Köylülük, neticesi şehir değerleriyle yüzleşmek ve onu temessül etmekle nihayetlenen sosyolojik bir istasyondur. İslám, tarihi, iktisadi ve psikolojik meseleler yanında XX. yüzyıl içinde ilaveten bir de köylülük meselesiyle göğüsleşmek lüzumu ile karşı karşıya kaldı ve bu karşılaşmayı mühim oranda kaybetmiş görünüyor. Köylülük hali ile yüzleşmekte geciken İslám toplumları, muasır dünyada ’geri’ görünmekten kurtulamıyor. Son on senede ABD yönetim çevrelerinden kaynaklanarak bütün İslám dünyasına yönelen ’terörist, uzlaşmaz, geri ve katı’ İslám imajının yaygınlık kazanmasında kısmen Müslümanların da hissesi olduğunu artık görmezden gelmemeliyiz."
Yarın: Prof. Hüsrev Hatemi-Dücane CündioğluYüzü gülmüyor şaka yapmıyor
Prof. Dr. Mehmet Altan
Dünyadaki ilahiyat fakültelerinden çıkanlarla bizdekiler arasında muazzam bir fark var. Bizde ilahiyattan bu anlamda bir büyük düşünür, felsefeci, estet, şair vs. yetişmiyor. Hepimizi zaman zaman dehşete düşüren yorumlar ve yaklaşımlar yapanlar da ilahiyatçılardır. Türkiye’de ilahiyat eğitimini çok derinden teşhis masasına yatırmak gerekir. Bu fakülteler, tekke ve zaviyelerle boy ölçüşecek bir eğitim düzeyinin altındalar, böyle bir dertleri olduğunu da zannetmiyorum.
Din bir kültürdür
Din, sadece bir inanç değil. Bu aynı zamanda muazzam derin bir kültürdür. Kent dindarları, bu inancın kültürel boyutlarını, içtenliğini, ulviyetini, derinliğini, bir kültür boyutunda da hazmetmiş insandır. Onun için inançlara karşı hoşgörülü, güleryüzlü, esprili insanlardır kent dindarları. Günümüzde güler yüzlü, şaka yapan, konuşan insan sayısı çok az. Müslümanlık gülmemeyle özdeşmiş gibi bir izlenim bile edinebilirsiniz. Kendinden emin, özgüvenli, rekabetten korkmayan, daha geniş donanımlı bir hayatın içinden gelen, bilgi birikimi, yaşam birikimi farklı, kültürel manada zengin birisinin Müslümanlık anlayışıyla bunlardan yoksun birisinin Müslümanlığı kullanması çok farklı şeylerdir.
Görgüsüzlüğün hacıemmi tipli mimarisi
Ahmet Turan Alkan
Yeni semtlerde mahalli imkánlarla kotarılan yeni cami inşaatları hızla yükseldi. Bu binalar İslám mimarlığının yüzlerce yıllık tecrübesinden tamamen mahrum, adeta zaruretlerin ve görgüsüzlüğün dini mimarlığa yansımasını temsil eden garip ve çirkin örneklerdi. Diğer taraftan İmar Kanunu öncesinde tabii işleyişini bulan mahalle idaresi sekteye uğratıldığı için cami yaptırma dernekleri, yeni bir "mahalleli örgütlenmesi" olarak ortaya çıktı.
Politikada yükseldiler
Bu dernekler çevresinde bir araya gelen "hacıemmi" tipleri, yeni bir toplum ve kanaat önderliği modeli ortaya koydular ve Türkiye’nin siyasi hayatında son derece önemli ve tayin edici bir rol oynadılar. "Hacıemmi" tipi, bizde ilmi araştırmalara konu teşkil etmemiş, sosyoloji kürsüleri bu önemli fenomene uzak ve ilgisiz kalmıştır. İlmin şaşı kaldığı bu yeni insan tipini siyasetçi hızla fark etmiş ve Türkiye’nin fiili şartlarına çok uygun yeni bir siyaset anlayışını bu yeni olgu üzerinden inşáya başlamıştır
Türkiye’nin son otuz yılına damgasını vuran siyasi İslam cereyanı, ülkede öteden beri varlığını sürdüren yerleşik ve şehirli İslámi telakkiden son derece farklıydı. Bu cereyan kendini siyasi hayatta, şüphe uyandıracak kadar pratik ve kolay anlaşılır bir retorikle ifade etti. Varlığını ve niçin gerekli olduğunu dini bir düzlemde, dini kavramlarla izah ederek yeni bir siyaset dili geliştirdi. Bu dili en iyi telaffuz edenler yeni toplum sözcüleri ve öncüleri oldular. Aralarından çıktıkları toplum tabakalarının taleplerini iyi seslendirerek politikada hızla yükseldiler ve tez zamanda gurura kapılarak sisteme karşı hiç de ciddiyeti olmayan, derinliksiz, laubali ve son derece tehlikeli bir tenkit kampanyası açtılar. Bu süreçte ihtiyaç duydukları dini kavramları fütur getirmeksizin kullanmaktan çekinmiyorlardı.
İslam değil İslami gibi
Bu cereyan Türkiye’nin son otuz yılına damga vurdu; dışarıdan bakıldığında "İslami" gibi görünmesine rağmen özü itibariyle İslámi değil, sadece "köylü"ydü ama dışarıdan bakıldığında olup-biten her şey sanki "İslámi" imiş gibi görünüyordu. Bu performansın ne İslami, ne politik, ne de kültürel açılardan başarılı olduğu ileri sürülemez. Tam aksine "İslám" imajını zedeleyen ve kredisini azaltan yönüyle zararı daha baskın çıkmıştır.
Mimar Sinan’a sırt çeviren torunlarDünyanın en estetik camilerini yapmış; hem fonksiyonel olan, hem de göz ve gönül okşayan köprü, han, hamam, kervansaray, su kemeri gibi pek çok alanda eser vermiş Mimar Sinan gibi bir ismin mirasına sırt çeviren torunları, bugün böyle yerlerde ibadet etmeyi bir sorun olarak görmüyorlar. İslam dininin köylü bir yoruma mahkûm edilmesi ile başlayan süreç, sadece Anadolu’da değil, İstanbul’da da sık sık çıkıyor karşımıza. Kurban Bayramı’nda yaşanan yürek burkucu manzaralar, oruçla birlikte gündeme gelen hoyratlık İslam’a giydirilen köylü karakterin doğal sonucu. Oysa, kentliliği varlığının bir parçası kılan Müslüman her zaman için daha rafine, daha hoşgörülü, daha estetikten ve güzellikten yanadır.