Güncelleme Tarihi:
“Onlar Kur’an öğrenirken öldüler, şehit oldular. Dans ederken ölmediler. Biz bu ölümler için üzülmüyoruz; mutluyuz. Herkes kendi işine baksın.”
Şu kafaya bakın! Sanki ölüm sırasında dans etmemek şehitliğin garantisi. Ve sanki dans edenler dinsiz imansız ölüp gidiyorlar. Şu nasipsizliğe, şu İslamdışılığa bakar mısınız!
İşte din adına öne çıkan insanlar bunlar. Bunların aldatılmaktan kurtulmak gibi bir niyetlerinin olduğu söylenebilir mi? Bunların İslam’dan nasiplerinin olduğu söylenebilir mi?
Bunlar önce, ‘Allah’ın verdiğine itiraz edilmez; doğurabildiğiniz kadar doğurun’ diyenlerin Allah ile aldatmalarına kanarak ha bire doğurmakta, sonra da çocuklarını bedava bakılsınlar diye ‘Kur’an kursu’ yaftalı cehalet ve hurafe merkezlerine teslim etmekteler. Geçmiş yıllarda ekranlara yansıyan rezaletlerden gördük ki, bu çocukların bazen ırzlarına musallat olunmakta, bazen de canları gitmektedir. Her iki halde de, eleştiri getirenlere söylenenler hazır:
“Kur’an’dan rahatsız mı oluyorsunuz?”
Dinin insan ve kutsal değerler aleyhine hayasızca kullanılmasından şikâyetçi olan insanlara daha ilk anda söylenen bu aforoz cümlesi, tarihin en namussuz sloganlarından biridir.
En namussuz ve en dinsiz…
Bundan daha kahır verici olanı ise şudur:
Bu aforoz cümlesini sadece Allah ile aldatma tezgâhının öncüleri değil, bazen, tasallut ve ölümlerden zarar görenlerin aileleri de (elbette ki, bilmeden, anlamadan, temiz niyetle) telaffuz etmektedir. Böyle olunca da kimsenin ağzını açmaya mecali kalmıyor.
Allah ile aldatma tezgâhı işte böyle işleyen bir tezgâh! Tarihin en zalim, en hayasız, en sinsi ve en şeytanî tezgâhı.
Bu tezgâhın oyununa gelmiş insanlar Allah ile aldatan siyaset simsarlarına oy verip onları iktidar yaptıklarında bu sistemin adı demokrasi, bu iktidarın adı demokratik iktidar mı olacak?
Allah ile aldatmanın açtığı bela işte böylesine korkunç bir beladır.
Allah ile aldatma basınının bu korkunç olay üzerine takındığı tavır da ayrı bir insanlık faciasıdır. Bu utanç verici tavrın eleştirisini, bir zamanlar, Allah ile aldatma ekiplerinin çok saygın isimlerinden olan gazeteci Ahmet Hakan Coşkun’un kaleminden bir ibret tablosu halinde izleyelim:
“Dinle beni bre gafil Müslüman! Sen beni ‘Kâfir oldun, Deccal oldun, Salman Rüşti oldun’ falan diye terörize ederek susturacağını mı sanıyorsun? Senin idraksiz, şuursuz ve saplantılı dindarlığının ürettiği bu şapşal ithamlardan tırsıp, o 17 günahsız küçük kızın hesabını soramayacağımı mı zannediyorsun? Senin sorumsuzluğuna, vurdumduymazlığına, ahlaksızlığına, çarpık kader anlayışına da şiddetle karşı çıkacağım elbet.”
“Galiba sen beni 17 küçük kızın ölümünün sorumluluğunu, ‘Bütün suç tüpçüde!’ şeklindeki manşetiyle tüpçüye yükleyen, ahlaksızlığı kendisine şiar edinmiş ‘Vakit Gazetesi’ tayfasındakilerle karıştırıyorsun. Sakın karıştırma!”
“Unutma ki, onların işlerine ya ‘sütçü’ karışır, ya ‘tüpçü.’ Daha önce, ‘İslam davası’ (!) adına küçük bir kız çocuğunun tâciz edilmesine sahip çıkan zihniyet, ‘İslam davası’ adına 17 küçük kızın enkaz altında can vermesini tabii ki tüpçüye ya da sütçüye yükler. Onlardan başka ne beklenir ki?”
“Birileri çaresizlik ve yoksulluk içinde çırpınan köylülerin kızlarını, ‘Kuran öğreteceğiz’ diye evlerinden alıp götürecek. Ancak, o kızların can güvenliğini sağlayamayacak. Barınma koşullarını yerine getirmeyecek. Doğru dürüst hiçbir önlem almayacak. Sonra bir gün, sabah namazı vakti, kızların barındırıldığı bina korkunç bir gürültüyle çökecek. 17 kız o binanın enkazı altında can verecek. Ve ben de, bu durum karşısında, ‘Bu kızlar orada Kuran öğreniyordu... Namaza kalkmışlardı... Bu yüzden onlar şehit olmuştur... Ne mutlu onların anne ve babalarına’ diye yazacağım, başka da bir şey yazmayacağım, öyle mi?”
“Ben onlara ‘şahadet şerbeti içirmek’ yerine, neden önlem alınmadığını, neden denetimsiz kurs açıldığını, neden izinsiz iş yapıldığını, neden koruma altında tutulan küçük kızların can güvenliklerinin sağlanmadığını sorarım.”
“Bir şey daha var ey gafil Müslüman. Sen zannediyor musun ki, Konya’nın o kuş uçmaz kervan geçmez bölgesinde ‘yurt’ adı altında kaçak Kuran kursu açan o adamlar, salt ‘Kuran öğretmek’ gibi kutlu bir işe soyunmuşlardır. Sen zannediyor musun ki, adamların tek amacı, Allah rızasını kazanmaktır. Eğer öyle olsaydı. ‘Kuran öğreticiliği’ gibi dokunulmaz bir gücü ellerine alıp, türlü çeşitli politik oyunlar çevirmezlerdi. Sen "o cemaatin kaç liderinin, kaç partiden milletvekilliği kaptığını biliyor musun? Düne kadar Demirel’in, Mesut Yılmaz’ın, Erbakan’ın listelerinin en tepesine oturan bu adamların, şimdi AKP listelerinde yer bulabildiğinden haberdar mısın?”
“Küçük köylü kızlarının cesetlerinin üzerinden yürütülen bu kirli güç mücadelesine neden destek verecekmişim ki? ‘Bütün suç tüpçüde’ diye yazıp ‘İslam mücahidi’ olacağıma, alınmayan önlemlerden zerre kadar söz etmeyip, ‘Şehit oldular’ diye etliye sütlüye dokunmayan başlıklar atıp, ‘Bu Ahmet Hakan ne kadar takva sahibi bir adamdır’ diye takdir kazanacağıma, hesap sorarak ‘Deccal’ olmayı yeğlerim.” (Hürriyet, 4 Ağustos 2008)
Allah ile aldatmanın havuzuna yıllarca sadakat ve gayretle su taşımış bir kalemin isyanı var bu satırlarda. Sürüp giden insanlık dışı aldatmaya artık o bile dayanamamış.
Bir isyan da ‘Allah ile aldatmanın bir tür saltanat partisi olan AKP’nin 22. Dönem milletvekili ve Diyanet İşleri Eski Başkanı Tayyar Altıkulaç’tan. Altıkulaç, 18 kişinin ölümüne sebep olan kaçak Kur’an kursu faciası üzerine verdiği demeçte Allah ile aldatmanın hangi kerteye getirildiğini ve nasıl himaye gördüğünü ürpertici cümlelerle şöyle anlatıyor:
“Böyle izinsiz faaliyetlerin yaygınlaşacağını biliyordum. Uyardım ama dinlemediler. İzinsiz Kur’an kursu açanlara verilen cezanın hafifletilmesi ile bu faaliyetlerin daha da yaygınlaşacağı ve önüne geçilmez hale geleceği endişemi paylaşarak arkadaşlarımı uyardım, dinlemediler. Konya bir olaydır. 18 can gitmiştir. Elinizi vicdanınıza koyarak gerekeni yapın.”
“Bu gizlilik niye? Türkiye’de Kur’an kursu açmak ve öğretmek yasak bir iş değil; devletin güvencesi, Diyanet ve Milli Eğitim’in denetimi altında bütün genişliğiyle yapılabilen bir faaliyettir. Bir kısım faaliyetler bu şemsiye dışında yapılmak isteniyorsa bunun başka nedenleri vardır. Bu nedenler üzerinde her vatandaş gibi devletin de tüm yetkililerin de durması gerekir. Bir kurs, bir pansiyon niçin izinsiz açılır? Mülkî idare buna niçin göz yumar; siyasetçiler niçin bu insanlara göz kırparlar? Mezhep ve meşrebimiz, sempati duyduğumuz cemaat ya da tarikat ne olursa olsun, maksat, masum bir çerçevede insanımıza din eğitimi vermekse bu gizliliğin anlamı ne?” (Hürriyet, 4 Ağustos 2008)