1000 senaryo yazan adam

Güncelleme Tarihi:

1000 senaryo yazan adam
Oluşturulma Tarihi: Şubat 17, 2002 01:05

‘‘Camaltında Gemiler ve Eskilerden Örnekler’’ adlı sergisi, geçtiğimiz 4 Şubat günü İstanbul Teşvikiye'deki Oda Galeri'de açılan Bülent Oran, aslında hayatının resimle ilgili bölümünü ilk kez sanatseverlerle paylaşıyor.

Resim alıp biriktirme kültürünün henüz esamesinin okunmadığı yıllarda koleksiyoner olan, ressam arkadaşlarının atölyelerinden, sayıları tek tük'ü aşmayan sergi salonlarından çıkmayan Oran, gerçek bir resim tutkunu. Ama asıl ünü, Yeşilçam'ın mimarlarından biri olmasından, Türk Sineması'nın altın yıllarının o bildik senaryolarını yazmasından geliyor.

Dilekolay, Yeşilçam'ı Yeşilçam yapan yaklaşık bin filmin senaryosuna imza atmış. ‘‘Aşk filmlerinin unutulmaz senaristi’’, aynı zamanda dönemin jönlerinden. Bu yıl Antalya Film Festivali'nde ‘‘Yaşam Boyu Onur Ödülü’’ alan Oran'ın sinemadan önceki ünü ise mizah yazılarından. Yaptığı işler bunlarla da sınırlı değil. Maceralı, uzun bir hikaye onunki; içinde, zengin oğlan-fakir kız aşkından, günde beş liraya sette kostüm ütüsü yapan hukuk öğrencisine kadar her şey var. Yani senaryolarını yazdığı ve milyonların severek izlediği filmlerdeki hemen her şey...


27 Mart 1923'te İstanbul Çamlıca'da dünyaya gelir Bülent Oran, annesi ve kızı gibi yedi aylık olarak... Çocukluğu, o zamanlar çok güzel ve özel olduğunu söylediği Bakırköy'ün sahillerinde korsancılık, bahçelerinde ‘‘sinemacılık’’ oynayarak geçer. Bu şanslı çocukluğu, Ramazan günlerinde Müslüman yoksullar için erzak sandıkları hazırlayan, Müslümanların da onların kiliselerinde, sinagoglarında mum diktiği öteki dinlerden komşularla ‘‘akrabalıktan öte’’ ilişkiler zenginleştirir. Bu zenginliği Pertevniyal Lisesi'ndeki muhteşem hocalar perçinler. Şu listeye baksanıza: Fransızca hocası Nurullah Ataç, tarih hocası Reşat Ekrem Koçu, Felsefe hocası İhsan Kongar (Emre Kongar'ın babası)...

Babası ve annesi o çok küçükken ayrılmışlardır ama annesi, anneannesi, teyzeleriyle birlikte yaşadığı evde şeker dayısı sayesinde baba eksikliğini fazla hissetmez. Söylediğine göre Türkiye'nin iki ‘‘milis generali’’nden (Rütbesi küçük olduğu halde bir bölgeyi düşmandan koruyan, kurtaran komutana verilen paye) biri olan babası Cevat Rıfat Atilhan, onca çatışmalardan, idamdan son anda kurtulmalardan ve ilişkisi olan bir Yahudi kadının casus olduğunu öğrenmesinden sonra, Yahudilere karşı görüşler beslemeye başlamış ve bunları anlatan kitaplar da yazmıştır. Buna tepki olarak onun soyadını istemez Bülent Oran, gençliğinde değiştirir.

ZENGİN OĞLAN OLDU FAKİR KIZ SEVDİ

Meraklı, maceracı kişiliği, hayat çizgisini sürekli değiştirir. Neden girdiği belli değildir ya, İstanbul Hukuk'taki öğrenciliği sanat tarihi okumak için biter; sonra onu da bitirmez. Konservatuvar sınavlarına girer, bir sorudan on, diğerinden sıfır aldığı için kabul edilmez. O yıl sadece tek erkek öğrenci alınacaktır, yerini sonradan Türkiye'nin büyük sanatçılarından biri olacak Yıldırım Önal'a kaptırır. Opera önerilir, onu da gözü yemez. Zaten hiçbir zaman ‘‘bir şey’’ olmak istememiştir. Çok küçükken kıyafetlerini beğendiği için itfaiyeci olmak istemesi dışında. Bir de mahallenin güzel kızına aşık olduğundan sık sık evlerin üstünde pırpırlı uçağıyla dönüp duran hava subayına özenmiştir bir ara, o kadar. Kalan her şey tesadüfi olmuştur. Mesela yazmaya başlaması...

16-17 yaşındayken bisiklet için nasıl para biriktiririm diye düşünürken, bir arkadaşı Şaka dergisinin işçi aradığını söyler. Kalkar Cağaloğlu'na gider. Yazı müdürü, ‘‘Ah evladım, işçiyi aldık, burada yazı yazmaktan başka iş yok’’ deyince, ‘‘iyi, yazı yazayım o zaman’’ diye düşünür. Yazar da: Tamirci tamirci dolaşıp, sadece tamircinin yanında çalışan radyolar üzerine bir yazı... Delikanlıyı birkaç gün sonra yine karşısında gören yazı müdürü, ‘‘Bu işler o kadar kolay değil, birkaç gün sonra gel ama üzülme olur mu?’’ Ancak birkaç gün sonra, ayağa kalkarak karşılayacaktır onu ve Oran'ın yazı serüveni başlayacaktır. Hatta dergiden dergiye transfer olacaktır: Kahkaha, Dolmuş, Taş, Kırkbirbuçuk, Akbaba...

Bütün bunları yaparken ‘‘boş’’ durmaz. Hukukta okurken, Bakırköy bez fabrikasında çalışan bir kıza aşık olur. Ailesi bu aşka karşı çıkar; evi terkedip bir gecekonduya yerleşir (ama sahici gecekondu, kümes gibi olanlardan). Yani senaryolarındaki zengin oğlan-fakir kız teması öyle uydurma değildir, bizzat kendisi tarafından yaşanmıştır. Hamal kadrosundan işçi olarak fabrikaya girer. ‘‘Fabrika kızı’’ olsa da sevdiği Mediha ile evlenir, bir de kızı olur: Fatma Oran. (Sonraki yıllarda sinema sanatçısı Rengin Arda ile de evlenecek, üçüncü evliliğini de Ayşe Şasa ile yapacaktır) Fabrikadaki işin yetmediği zamanlarda, betonarme hesaplarını temize çekmekten rahibe okulunda öğretmenliğe, matbaada klişe ressamlığına pek çok iş yapar (İlk kitabı Pabuçlar'ı da matbaada çalışırken kendi dizip basar). Haa bir ara bahriyeli olmaya da karar verir, ama o disipline bir hafta dayanabildiği için ayrılır, mahkemesi yıllar sürer.

Söylemiştik, sinema merakı çocukluktan gelir; bir gün gelip aynı filmin başrollerini paylaşacağından habersiz, bahçedeki oyunlarında hep Atıf Kaptan'ın çeşme başında ‘‘Ahh kahpeler’’ deyip ölüşünü canlandırmıştır. Çocukluk arkadaşı Sırrı Gültekin bir gün ‘‘Halil Kamil Film figüran arıyormuş, gel artist olalım’’ der. Oran da komşu kızların gözündeki fiyakasını düşleyerek gaza gelir. Ama sivilceleri rötuşlanmış vesikalık fotoğrafları alan şirketten bir ses çıkmaz. Ama yıllar sonra yine, tiyatrocu olan Gültekin aracılığıyla Yeşilçam'da figüran olur (1948). Aynı zamanda kostümleri taşıyan, bıyıkları yapıştıran set işçisidir, hatta ütücü! Cahide Sonku bir gün söylenecektir, ‘‘Bu çocuk hukuk talebesi, siz ona ütücülük yaptırıyorsunuz’’ diye. Ama bilmez ki, hepsine kendisi talip olmaktadır. Yövmiyeleri o zamanlar beş liradır ki, pasajda 2,5 liraya ayakta duramayacak kadar sarhoş olunabilmektedir.

VE YEŞİLÇAM’IN CANLI TARİHİ

Figüranlıktan ‘‘kötü adam’’lığa terfi eden Oran, bir gün bir yönetmenin ‘‘Senden kötü adam olur mu, jön olur’’ sözüyle keşfedilir ve 10 yıl sürecek jönlük hayatı başlar: İlk ciddi filmlerinden biri, Atıf Kaptan'la birlikte oynadığı ‘‘Drakula İstanbul'da’’dır (1953). Gerçi hemen hepsi belediyenin Sütlüce'deki deposunda yanacaktır ama yaklaşık 40 filmde başrol oynar. Senarist olana kadar... Tabii bu da tesadüftür: Yapımcı Talat Artemel, senaryo yazmasını istemiştir birden. ‘‘Ben ne anlarım’’ deyince de ‘‘Zor değil ben sana öğretirim’’ der. İlk dersi, son dersi olacaktır, çünkü Artemel, bir kağıdı ortadan bölüp, ‘‘Bak Bülent, sola hareketleri, sağa diyalogları yazacaksın!’’ deyip dersi bitirir.

Senaryo yazmak o dönem en çok para getiren iş olduğu ve biraz da ‘‘fiziğini yitirdiği’’ için oyunculuğu bırakır (Son dönem TV dizilerinde bilge ihtiyar rolleri dışında). Yıllarca hor görülen yüzlerce filmin hikayesine imza atarken, hiç gocunmaz. Çünkü hiçbir zaman sanat filmi yaptığını iddia etmez; o zamanlar sanat filmi diye bir numara yoktur ki. Bütün dertleri iş yapan filmdir. Üstelik ona göre bu, sanat filmi yapmaktan daha zordur. Uçan adamı bile (Yani Süpermen) Amerikalılar'dan önce keşfetmekle övünür.

Profesyonel senaryocu, bir çeşit kiralık katildir ona göre. Silahı olan kalemini karavana atmadan kullanmak zorundadır. Alan genişledikçe senaryocunun özgürlüğü azalacaktır ama artık senaryocu kendi kişiliğinin değil, toplumun elindedir! Yıllarca patrondan yana senaryolar yazdığını açıkça söyler. Çoğu aşk filmidir bunların. Yabancı olduğu için pek ‘‘köy filmi’’ yazmaz, serüven filmleri çoktur, mizahtan gelmesine karşın en çok komedi filmlerinden kaçar. Ama serüven filmlerindeki diyaloglara mizah katmayı ihmal etmez.

Modern masallar yazmıştır aslında; seyircinin özlemlerini perdede görmek istediğini gözönüne alarak. Ama halkı ‘‘uyutma’’ iddiasını hiç kabul etmez; eğlendirmektir yaptıkları. ‘‘Toptancı tüccar’’, ‘‘senaryo fabrikası’’, ‘‘senaryo manyağı’’ sıfatlarına kulaklarını tıkar. Bazen de cevap verir: ‘‘Yerli filmden nefret etme kültürlülüğün ilk belirtisidir. Türk filmlerine sövmekle bütün problemlerimizi çözebiliriz çünkü bu topraklar üzerinde sinema sanatının dışındaki her alanda dünya çapı bir yükselme olmuştur.’’ Türk filmlerinin gerçeklikten uzak olduğu eleştirisine, ‘‘seyirci için asıl gerçek konuşmalar, alay edilen o düzmece sözlerdir. Parkta sevişen bir delikanlıyla kenar mahalle kızını izleyin, aynı filmlerimizdeki gibi konuşurlar’’ derken, kahramanların önce kör sonra kötürüm olup, şokla iyileşmeleri gibi durumları da ‘‘mantıksızlığın mantığı’’ diye tanımlar. İzleyici böyle istemiş, olmuştur! Ama O, bu senaryoları yazarken mesela Çehov okumaktan, sofistike filmlere gitmekten vazgeçmemiştir.

Ve 79 yaşında, hálá nokta koymamıştır yazmaya; son olarak Mualla olmak üzere, daha önce TV'de yayımlanmış Üç İstanbul, Parmak Damgası, Yaprak Dökümü, Hacı Arif Bey gibi pek çok senaryoya imza atmıştır. Ve resim... Hep olmuştur hayatında. Bir sergiye girdiğinde hep ‘‘içki içmiş gibi’’ başı dönmüştür. Şimdi ilk kez, sıra onun sergisinde...
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!