Güncelleme Tarihi:
Gezegenimizde bol miktarda su var malum ama çoğunluğu deniz suyu. Tatlı yani tuzsuz yani insanoğlunun ihtiyaç duyduğu su dünyanın sadece yüzde 2,5'ini teşkil ediyor. Bitmedi: Bu tatlı suların yüzde 69,5'i de buzulların ve permafrostların altında olduğundan, ulaşılabilir değil ve kullanılamıyor. Dünyadaki su tüketiminin yüzde 69'u tarım, yüzde 21'i sanayi, yüzde 10'u evsel ihtiyaç kaynaklı gerçekleşiyor.
"Fransız kalmak" deyimi dilimizde, "anlatılan konuyu anlamamak" manasına geliyor. Bu deyimin dillerde de ilginç benzerleri var: İngilizcede, Yunan bir esinti var "It's Greek to me" diyorlar. Arapçada, Fransızcada, Almancada, İbranicede, Rusçada ve daha birçok dilde "Çince konuşmuyorum" diye bir deyim var. İlginçtir, Kıbrıs'ta yaşayan Rumların dilinde ve eski Venedik dilinde, bir şeyi anlamadıklarında "Türkçe mi konuşuyorsun?" diyorlar. Az sayıda da olsa, bir kısmı ülkede de "İspanyol kalmak" deniyor. Arapçayla, Aramiceyle, Flamancayla bağlantılandırılan birçok deyim de var. En ilginci de, birçok ülke bu konuda ortak bir paydada buluşurken, Fransızları ve Fransızcayı anlamamakla özdeşleştiren biz Türklerden başka bir kültür bulunmuyor.
James Hiram Bedford, bedeni dondurularak kriyojen (cryogenic) kapsül içerisinde bekletilen ilk insan olma özelliğini taşıyor ve 1967 yılından bu yana Alcor Yaşam Uzatma laboratuvarında teknolojinin hayata geri dönmesini sağlayacak kadar ilerlemesini bekliyor. Berkeley Üniversitesi'den emekli olan akademisyen Dr. James Hiram Bedford, akciğerlerine metastaz yapan böbrek kanserinin tedaviye cevap vermemesinin ardından kendisini ‘dondurma’ kararı aldığında 73 yaşındaymış. Alcor laboratuvarlarında onun gibi tam 149 kişi daha (kimileri sadece beyin olarak), gelecek bir zamanda uyandırılmak üzere şimdilik ebedi istirahatgahları olan kriyojen kapsüller içinde dondurulmuş olarak bekliyormuş.
Görselde yer alan ‘De kinderspelen’ (Çocuk Oyunları) isimli tablonun yapılma tarihi 1560 ve Flaman ressam Pieter Brueghel'in imzasını taşıyor. Bugün Viyana Sanat Tarihi Müzesi'nde sergilenen bu eser, 16’ncı yüzyıl Hollanda’sının 80 farklı çocuk oyununu betimliyor olması nedeniyle, döneme ilişkin çocuk oyunlarını içeren en önemli (neredeyse tek) ve en değerli etnografik kaynak olarak kabul ediliyormuş.
Antik Yunan'da bir kişiye elma atmak, ona aşık olduğunu, onu sevdiğini gösterme yöntemiymiş. Elma atılan elmayı tutarsa, "ben de sana aynı duyguları besliyorum, sevgin karşılıklı" demekmiş. Bu geleneğin ardında, Yunan mitolojisi var: Peleus ve Thetis'in düğününe davet edilmeyen fitne ve fesat tanrıçası Eris, davetlilerin üzerine altın bir elma atar. Elmayı Hera, Athena ve Afrodit paylaşamazlar. Paris elmayı kimin alacağına karar verir ve Afrodit'i seçer. Afrodit de aşk tanrıçası olduğundan, elma aşkın sembolü olur. Hadi Antik Yunan'ı anladık ama ülkemizde Erzurum'da da böyle bir düğün geleneği varmış desem? Bu gelenek, Orta Asya’dan Anadolu’ya taşınan meyve sunma sahnelerinin uzantısıymış. Yabancı soya mensup olan gelinin, kocasının soyunun ataları ve koruyucu ruhları tarafından kabul edilmesi için yapılan bir kurban ayininin kalıntısı olan, Şamanizm, Budizm ve Maniheizm izlerini taşıyan meyve saçma geleneğinin taşıdığı anlam, zamanla, gerek Asya gerek Anadolu’daki Türk toplumlarında birinin biriyle evlenmek ya da birlikte olmak istediğinin göstergesine dönüşmüş. Böyle iç içe girmiş gelenekleri, çok farklı coğrafyalarda karşımıza çıkan ortak alışkanlıkları gördükçe, ne kadar "aynı"yız, ne kadar "bir"iz esasında, onu görüyor insan. Keşke herkes görebilse...
Evet, doğru! Günümüzde halen en tehlikeli uyuşturuculardan biri sayılan eroin, 1898'de Bayer firması tarafından ilaç olarak piyasaya sürülmüş. Hem de morfin bağımlılarının tedavisinde ve tüberküloz hastalarında kullanılmak üzere… 19’uncu yüzyılda, sağlık alanında önemli bir ağrı kesici olarak yerini ispatlamış olan morfin üzerinde kimyagerler yarı sentetik türevler üretme çalışmasına başlıyorlar. Alder Wright isimli bir İngiliz kimya asistanı diasetilmorfin türevini geliştirmeyi başarıyor ama bununla ilgili bir başka bir gelişme yaşanmıyor. Aradan yaklaşık 10 yıl kadar geçtikten sonra, Bayer firması çalışanı olan kimyager Heinrich Dreser bu türevin yani diasetilmorfinin önce tüberküloz hastalarında çok iyi sonuçlar verdiğine kanaat getiriyor, sonra bir de üzerine morfinmanların morfin bağımlılığından da kurtulmasını sağladığını keşfediyor. Bunun üzerine, bu türeve sonuçlarının muhteşemliğinden(!) ötürü, Yunanca "kahraman-yarı tanrı" anlamındaki "heros" sözcüğünden türetilmiş eroin adı veriliyor ve piyasaya sürülüyor. Morfinden bin kat daha beter bir bağımlılık yarattığı tabii ki kısa sürede fark ediliyor ve ilaç piyasadan geri çekiliyor. 20’nci yüzyıl başlarında da eroin topyekûn yasaklanıyor. Heinrich Dreser Allah’tan Aspirin’i de bulan bilim insanıymış, bir iyi buluş, bir kötü buluş birbirini dengelemiştir umarım.
İtalyancadan dilimize geçmiş olan ve 'başarısız sonuç' anlamına gelen' fiyasko' sözcüğü, aslında İtalyancada sıradan, adi sofra şişesine verilen isimmiş. Sözcük, anlamını, Venedik cam işçiliği dönemlerinden alıyor. Cam şişe üfleyen usta, eğer başarılı olamazsa yaptığı şişe ince cam işi değil de adi sofra şişesi yani 'fiyasko" olarak kullanılırmış. Oradan da bugünkü anlamını almış.
'Hortus Musicus' Türkçede ‘erken dönem müzik’ olarak adlandırılan bir janrı icra eden Estonyalı bir grup. Erken dönem müzik ise 500 ila 1400 ve hatta 1600 yılları arasında icra edilen Ortaçağ ve Rönesans müziklerini kapsıyor. Birçok ülkede ‘erken dönem müzik’ enstitüleri, merkezleri vs. var. Yine birçok ülkede bu alanda festivaller düzenleniyor. O dönemin çalgıları kullanılarak seslendiriliyor besteler. İlginç bir deneyim bunları dinlemek, eğer fırsatınız olursa, böyle bir konser çıkarsa karşınıza deneyin.
1868'de at arabalarının ve yayaların trafiğini yönetmek üzere, demiryollarında kullanılan sinyal sisteminden esinlenilmiş ilk trafik lambası Londra'da devreye alınıyor. Gündüzleri ‘dur’ ve ‘dikkat’ yazıları, geceleri ise yeşil ve kırmızı ışıklarla düzenleme yapan, gazla çalışan bu ilk trafik lambasının ömrü uzun olmuyor: 1869'da gaz kaçağı patlamaya ve lambayı çalıştıran görevlinin ölümüne sebep olunca, bu yöntem rafa kaldırılıyor. Müteakip yıllarda, Londra, ABD ve Fransa'da ‘dur’, ‘dikkat’, ‘geç’ ifadelerinin farklı renkler ve sözcüklerle kullanıldığı uygulamalar görülüyor. 1912'de ABD’nin Utah eyaletinin Salt Lake City kentinde bir polis, ilk elektrikli trafik lambasını keşfediyor. 1920'de ise Detroit'te ilk üç renkli trafik lambası kullanılıyor. O gün bugündür de aynı şekilde kullanılmaya devam ediyor. Küçücük bir de not: Renk körü insanlar kolay ayırt etsin diye, kırmızı ışıklar biraz turuncu ve yeşil ışıklar ise bir miktar mavi tonu içerirmiş.
Yandaki resimler arasındaki ortak nokta nedir biliyor musunuz? İkisi de, kendince, aynı sahneyi resmetmiş! Soldaki resim Velazquez'in 1656 senesinde yaptığı "Las Meninas" (Nedimeler) isimli tablosu. Arka planda aynadan yansıyan, ana sahnede görünmeyen karakterleriyle, Van Eyck'ın ünlü ‘Arnolfini Düğünü’ tablosuna öykündüğü düşünülen ünlü eseri. Sağdaki ise, Picasso'nun, Velazquez'in aynı tablosunu 1957 kendince yorumladığı çalışması. Las Meninas'tan o kadar etkilenmiş ki Picasso, aynı tablonun tam 45 farklı yorumunu resmetmiş, buradaki onlardan sadece biri. İlginç değil mi?
‘Para pul oldu’ deyimi, ilginçtir, öyle soyut bir benzetmeden gelmiyor, gerçekten "pul"un para olarak kullanılması uygulamasından ortaya çıkmış. Osmanlı İmparatorluğu'nda 1900'lerin başı... Devletin bastığı banknotlar hep büyük tutarlar, günlük hayatı çevirecek bozuk para yok piyasada. Günlük ticaret durma noktasında... Devletin üstesinden gelemediği bu soruna, piyasa kendi pratik mantığı içinde inanılmaz bir çözüm üretiyor: İstanbul Tramvay Şirketi, Şirket-i Hayriye gibi şirketler, kiliseler, havralar, camiler gibi dini kurumlar, fırın, kıraathane, bakkal, eczane, otel, pastane ve manav gibi ticari müesseseler faaliyetlerini sürdürebilmek için küçük değerli kâğıt paralar, başka bir ifadeyle 'para-biletler' çıkarıyorlar. Soruna çözüm bulamayan hükümet, fiili duruma yani para-bilet uygulamasına göz yummak zorunda kalıyor ve hatta posta pulları para yerine kullanılmaya başlıyor. İşte “para pul oldu” sözü buradan geliyor.
Dizel motoru 1892 yılında Alman mühendis Rudolf Diesel icat etmiş ve adını vermiş. Kendisi hakkında ilginç bir başka husus ise ölümü… 29 Eylül 1913'te Antwerp'ten gemiyle Londra'ya gitmek için yola çıkıyor ve aynı gece kamarasına giriyor ve sonra da kayboluyor. Komplo teorileri silah tüccarları tarafından öldürüldü dese de, yaygın kabul gören açıklama intihar ettiği yönünde; günlüğünün son sayfasına çizdiği haç işareti, karısına seyahatinden tam 1 hafta sonra açılmak üzere içi para dolu bir çanta bırakması vs. nedeniyle. Cesedi 10 gün kadar sonra bulunuyor ama o kadar çürümüş ki, sadece cesedin üzerindeki kişisel eşyaları toplanıyor, ceset denizde bırakılıyor.
Türkçede ‘insansız hava aracı’ olarak adlandırılan ‘drone’ların isimleri nereden geliyor biliyor muydunuz? “Bir şeyin kısaltmasıdır” diye düşünenler yanıldı. ‘Drone’ İngilizcede "erkek bal arısı, işçi arı" demek. Cidden de arı gibi ses çıkarıyorlar. Ama neden erkeği de dişisi değil o kadarını anlayamadık, fonetik tercih olsa gerek o bölümü…
İlk pastırma Oğuz Türkleri ile tarih sahnesinde yerini alıyor. Savaşçı oldukları için ömürleri at üstünde geçen eski Türkler, yola çıkarken yanlarına tuzlanmış at ve sığır eti alıyorlarmış. Durup dinlenmeye zaman ayıramadıkları için, bu etleri atın eyerindeki bir cebin içine bağlar, bu tuzlu et parçaları haftalarca süren yolculuk sırasında, bacakları arasında basıla basıla "bastırma" olurmuş, "bastırma" sözcüğü de zamanla "pastırma" halini almış.
"Burası Dingo'nun ahırı mı?" deyimindeki Dingo kimdir, hangi ahırdır bahsi geçen? Sene 1871, İstanbul'un ilk atlı tramvay hattı hizmete girmiş. Atların da bir dinlenme yeri varmış, oranın sorumlusu da Dingo imiş. O dönemler bir yere girerken hep izin istenirmiş, destur denirmiş ama seyisler bu ahıra destursuz girer çıkarlarmış. işte o gün bu gün deyim yerleşmiş.