Güncelleme Tarihi:
Toplu oturulan masalarda herkesin kendi hesabını ödediği durumları anlatan "Alman usulü" deyimi neye istinaden girmiş bizim dilimize? Çok şaşırtıcı bir açıklama beklemeyin. Gurbetçi bir genç, Türkiye'ye döndüğünde, “Almanlar böyle hesap ödüyor” diyor ve o zaman bu zamana bu laf yerleşiyor. İşin ilginç yanı, birçok ülkede var bu deyim ama “X usulü” hangi ülkede olduğunuza göre değişiyor. Mesela İngiltere'de "dutch treat" ya da "going dutch" yani “Hollandalı usulü” deniyor. Neden derseniz, Hollanda'da eskiden çiftlik kapıları eşit iki parçadan oluşurmuş, ona istinaden böyle bir deyim ortaya çıkmış. İspanya'da da "pagar a la catalana" yani “Katalan usulü” deniyormuş, çünkü Katalanların zaten genel ödeme şekli hep bu eşitliğe göre olurmuş. İtalya'da özellikle güney İtalya'da ise "pagare alla romana" yani "Roma usulü" denirmiş, çünkü güneyde pek böyle bir alışkanlık yokmuş, Romalılar yaparmış bu eşit hesap bölme işini.
Neden erkek çocuklarına yakıştırılan renk mavidir de kız çocuklarına yakıştırılan pembedir? 1940'lara kadar esasen böyle bir ayrım yok. Zaten o zamanlara kadar kıyafetlerde öyle bol seçenek yok, git mağazadan al yok, kumaş renkleri belli, ucuz kimyasal renklendiriciler henüz keşfedilmemiş. Kolay yıkansın diye beyazlar, kir göstermesin diye griler, kahverengiler ağırlıklı. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ticareti canlandırmak lazım tabii... İşte 1940'ların sonuyla birlikte hadi insanları daha çok alışverişe yönlendirmenin yollarını arayalım diye yola çıkılıyor ve o dönemde "oluşturulan" alışkanlıklardan biri de bu oluyor, erkekler mavi, kızlar pembe…
İç organlarımızdan dalağın Batı dillerindeki karşılıkları 19’uncu yüzyıldan itibaren, edebiyatta melankoliyle, iç sıkıntısı ile bağlantılı bir sözcük olarak kullanılmaya başlıyor. Özellikle Baudelaire'den sonra, bu kullanım iyice pekişiyor, hatta eş anlamlı kullanılır oluyor ve günümüze kadar geliyor. Peki dalak ile melankolinin, iç sıkıntısının bağlantısı ne? Çin tıbbında da geçiyor bu bağlantı ama onlar zaten her duyguyu bir organla bağlantılandırıyorlar genelde; ama temel olarak Yunan kültürü kökenli sayılıyor... Melankoli eski Yunancada "siyah mizaç" anlamına geliyor, dalak da siyah safra salgılıyor, bağlantı buradan kaynaklanıyor deniyor... Diyenlerin yalancısıyız...
İstanbul'da sahil yönünden Unkapanı'na doğru giderken, Haşim İşcan Geçidi’ne gelmeden büyük su kemerleri vardır, Bozdoğan Kemeri diye bilinir. İşte o su kemerlerinin esas adı Valens Kemeri (Bizans İmparatoru Valens’ten alıyor adını) ama olmuş size yıllar içinde Bozdoğan Kemeri... Nasıl olmuş derseniz, hikâyesi şu: İstanbul'da yaşanan büyük depremlerden birinde, bu su kemerinin bir kısmı yıkılıyor ve halk "bozulan kemer" diye tanımlamaya başlıyor burayı. Yıllar geçtikçe de, bozulan kemer Bozdoğan Kemeri'ne dönüşüyor. İşte böyle…
Sinop'ta 28 şelaleden oluşan doğal cennet Erfelek Şelaleleri hakkında 19 sene öncesine kadar kimse bir şey bilmiyormuş. 1997'de Erfelek Barajı’nın inşaatına başlandığında keşfedilmişler.
Bir dilin alfabesindeki tüm harflerin kullanılmasıyla oluşturulan cümlelere "pangram" deniyormuş. Yunancadan gelen bir tanım, ‘pan’ hepsi demek, ‘gramma’ ise harf demek. Türkçeden bir pangram örneği: Pijamalı hasta yağız şoföre çabucak güvendi. İngilizceden bir pangram örneği: The quick brown fox jumps over the lazy dog. Fransızcadan bir pangram örneği: Portez ce vieux whisky au juge blond qui fume. Bir de Fransızcadan eğer tüm a'ların, e'lerin vs. üzerindeki aksan işaretleri de kullanılınca oluşan pangram örneği: Portez ce vieux whisky au juge blond qui fume sur son île intérieure, à côté de l'alcôve ovoïde, où les bûches se consument dans l'âtre, ce qui lui permet de penser à la cænogénèse de l'être dont il est question dans la cause ambiguë entendue à Moÿ, dans un capharnaüm qui, pense-t-il, diminue çà et là la qualité de son œuvre.... Eh, Fransızcaya da bu yakışırdı!
Hani türü tükenen, az bulunan, nadir insanlara, olaylara “kelaynak kuşu gibi” deriz ya... Neden? Çünkü kelaynak kuşlarının dünyada yumurtladığı çok az yer var, bunlardan biri de Türkiye'de Birecik'teki kayalar. Yumurtalarının gelişimi için gerekli olan mineraller bir tek bu kayalarda var bu kadar yüksek oranda. 1950'lerde bu bölgede tarımda çekirge ile mücadelede bir ilaç kullanılıyor. Bu ilaç tüm kelaynaklarının ölümüne, hayatta kalabilenlerin ise üreyememesine sebep oluyor. 1973'e gelindiğinde, tüm dünyada sadece ve sadece 26 çift kelaynak kalıyor. Allah’tan o sıralar birilerinin kafasına dank ediyor da, koruma programı başlatılıyor. Bugün tüm dünyada sayıları 420 olmuş durumda, bu da çok değil de, 26 çiftten iyidir yine de…
İstanbul’da, kayıtlı verilere göre, en büyük deprem 1509'da yaşanmış ama tabii o zamanlar Richter ölçümlemesi olmadığı için (1930'larda başlamış Richter ölçümleri), derecesini bilemiyoruz. Tam tarih de bilinmiyor, bazı kayıtlar Ağustos’un 11'ini 12'sine bağlayan gece derken, bazıları 21-22 Ağustos gecesi, bazıları da 10-11 Eylül gecesi diye not düşmüş. Halkın 45 gün sokaklarda yattığını, sarayda bile Padişah 2’nci Bayezid’in bahçeye kurulan çadırlarda kaldığını, hatta çok etkilendiği için İstanbul'da duramadığını, Edirne'deki saraya geçtiğini ama orada bile çadırda kalmaya devam ettiğini yazmış vakanüvisler. Surlar büyük zarar görmüş, Kız Kulesi'nde Fatih Camii'nde, Galata'da, Haliç'teki Fener-Balat bölgesinde büyük zararlar meydana gelmiş. 5000 kişi ölmüş, 10 bin kişi yaralanmış.
İzlanda’da anne, baba, kız çocuk ve erkek çocuktan oluşan 4 kişilik bir ailede herkesin soyadı farklı oluyor. Kadınlar evlenince soyadları değişmiyor, ikinci soyadı olarak kocasınınkini de almıyor (alkışlıyorum bu uygulamayı). Çocuklarda ise şöyle: Erkek çocuk babasının adının sonuna "son" eklenmiş şekilde, kız çocuk ise yine babasının adının sonuna "dottir" eklenmiş şekilde bir soyadına sahip oluyor. Örneklendirmek gerekirse babanın adı diyelim Karl, o zaman erkek çocuğunki Karlson kız çocuğununki ise Karldottir oluyor...
Aslında sözcüğün ilk hali "canbaz", tarihte yazılı kaynaklardaki ilk kullanımı 1360'a tarihlendiriliyor. "-baz" Farsçada "oynayan" anlamına gelen bir ek. Dolayısıyla canbaz da “canıyla oynayan” anlamına geliyor... Kumarbaz, düzenbaz, hokkabaz hep bu "-baz" ekiyle türetilmiş...
Filipinler adını, İspanya Kralı 2’nci Philipp’ten (ya da Türkçeleşmiş adıyla 2’nci Felipe) alıyormuş. İspanya nere, Filipinler nere demeyelim; İspanyol kâşif Villalobos 1542'de burayı "keşfedince", 67 bin yıldır üzerinde yerleşim olan adanın mevcut sakinleri değil, İspanyollar oranın sahibi oluvermiş. Ülke 1898'e kadar İspanyol hakimiyetinde kalıyor, sonra ABD-İspanya Savaşı'nı ABD kazanınca, anlaşma gereği, İspanyollar 20 milyon Amerikan doları tazminat karşılığı, ülkeyi Amerikalılara bırakıyor. Ama onlara da yar olmuyor bu topraklar: Özgürlük için başkaldırıyor Filipinliler, ABD-Filipin Savaşı başlıyor sonra... En sonunda ancak 1946'da, uluslararası camiada Filipinler özgür ve bağımsız bir ülke olarak tanınıyor.
Tüm kriterlere göre Finlandiya’nın eğitim sistemi dünyadaki en başarılı sistem olarak kabul ediliyor. Rakamsal olarak farklı özellikleri şu şekilde: Çocuklar okula 7 yaşında başlıyor. Okul günü 9.00 ila 9.45 arasında bir saatte başlıyor, 14.00-14.45 sularında da sona eriyor. Derslerin süresi 75 dakika ve bir gün en fazla 4 ders olabiliyor, aradaki sürelerin hepsi teneffüs. Çocuklara ev ödevi verilmiyor. Öğretmenlik için başvuranlar çok ciddi bir değerlendirmeden geçiyor ve başvuru yapanların sadece yüzde 10'u öğretmenliğe kabul ediliyor. Aynı öğretmen ilk 6 yıl boyunca aynı öğrencileri eğitiyor. Michael Moore bu konunun belgeselini çekmiş, izlemek isteyenlere duyurulur, bu da kısa bir tanıtımı belgeselin: https://youtu.be/-WqHGXLE0P8
Bilmiyorum halen yapılıyor mu ama bizim çocukluğumuzda süt dişi düşünce, onu bir evin damına atmak adettendi (şimdilerde 20 katlı sitelerde devam ettirmek zor oluyordur tahminen), ama neden öyle yapıldığını bilmezdim. Meğer sadece bize özgü bir adet değilmiş, şaman izleri taşıyan başka kültürlerde de varmış bu gelenek. Dişlerin daha güzel, sağlıklı, çabuk çıkmasını dilemek anlamındaymış, tercihen de okul damına atılması istenirmiş, o zaman dileğe bir de çocuğun iyi bir eğitim alması boyutu eklenirmiş.
1 milyon yıl önce, Japonya diye bir coğrafya yokmuş bile. 40 bin yıl önce ise Asya'dan yürüyerek geçilebiliyor olmuş, sonra buzullar erimiş ve bugünkü Japonya ortaya çıkmış. Japonya'nın kendi dillerindeki anlamı "gün doğumu toprakları"... Tokyo'dan önceki başkent Kyoto ama ondan önce, her imparator değişiminde başkent de değişiyormuş. 1274 yılında Moğollar Japonya'ya da saldırmış ama her saldırdıklarında tayfunlar nedeniyle hedefe ulaşamamışlar. 1639 yılında, iktidardaki Sakoku hanedanı Japonya'ya tüm giriş ve çıkışları yasaklamış, sadece Hollandalıların güneydeki bir liman şehrine demirlemelerine izin verilmiş. Bu kısıtlama neredeyse iki yüzyıl sürmüş.
John Lasseter, şirketlerin yapabileceği büyük hatalara örnek niteliğinde, tam ibretlik bir hikâyenin baş kahramanı... Kendisi milyarlarca dolar gişe hasılatı yapmış Toy Story, Finding Nemo gibi filmlerin animasyon tasarımcısı. Kariyerine Disney'de başlıyor; o zamanlar animasyonlar kalem-kağıtla çiziliyor, bizim çocukluğumuzun çizgi filmler yapılıyor yani. Bir gün John bir konferansa gidiyor, orada bilgisayar tabanlı animasyonların gelecekte mümkün olabileceği anlatılıyor. John bu fikirden ilham alıyor, proje geliştiriyor ve gidiyor Disney'in yönetimine, benim bir fikrim var diyor, bilgisayar tabanlı animasyon ile projeler üretmek istediğini söylüyor. Disney yönetimi John’un projesini ciddiye almadığı gibi, aynı günün akşamı "saçma sapan fikirlerle zamanını boşa harcadığı" gerekçesiyle işten çıkarılıyor. John iş arıyor, George Lucas'ın Lucasfilm şirketine giriyor, hayalini gerçekleştirmeye başlıyor ama Lucasfilm sürekli para kaybediyor yatırım yaptığı için… Burada sahneye Steve Jobs çıkıyor, Lucasfilm'i satın alıyor, ismini de Pixar koyuyor. Steve Jobs'un muhteşem vizyonuyla John Lasseter'in tasarım dehası birleşince, John'un Disney'den kovulmasından tam 22 yıl sonra Toy Story gösterime giriyor ve animasyon filmlerin geleceği değişiyor. Durun daha bitmedi: Disney tam 7 milyar dolar vererek Pixar'ı satın alıyor ve John Lasseter'i de Animasyon Stüdyolarının başında “Chief Creative Officer” olarak görevlendiriyor. Yaratıcı fikirlerini saçma sapan bulup adamcağızı atmanın bedeli 7 milyar dolar olmuş Disney'e anlayacağınız. Kıssadan hisse, çalışanlarınızın değerini bilin, fikirlerini dinleyin.