Güncelleme Tarihi:
Her dil için farklıdır muhtemelen ama elimizdeki örneklerden birini paylaşalım: Fransa'da her sene yayınlanan "Yeni Sözcükler Sözlüğü" var. Sözlüğü hazırlayan enstitü her yıl 45 bin sözcüğü inceleyip hazırlıyormuş bu sözlüğü... 2014'ün sözlüğünden bazı kelimeler de paylaşayım: Agroécologie (çevreye saygılı tarım); climatosceptique (küresel ısınma konusunda şüphe taşıyan kişiyi tanımlayan sıfat) gibi... Ben de böyle bir iş yapmak isterdim doğrusu…
Fransa'nın başkenti Paris'in adı nereden geliyor? mitolojideki "Paris" ile bir bağlantısı var mı? MÖ 3’üncü yüzyılda, bu bölgede yaşayan Galyalı bir Kelt topluluk var. Bu topluluğun adı "Parisii"ler. Bu topluluğun mitolojik kahraman Paris'ten mi geldiği, yoksa Mısır'ın ünlü tanrısı Isis'in koruması altındaki bir topluluktan mı geldiği çok tartışılmış, sanki Mısır'dan gelme olasılığı daha yüksek gibiymiş. Velhasıl, Parisii'ler orada yaşadığı için, bugünkü Paris'i oluşturan ilk yerleşim yerine, Latince'de "Parisiilerin yaşadığı yer" anlamına gelen, "Civitas Parisiorum" adı veriliyor. Roma İmparatorluğu döneminde, bir dönem "Lutetia" ya da bugünkü Fransızca ile "Lutece" adını alıyor ama bu isim halk arasında hiçbir zaman benimsenmiyor çünkü şehrin pis oluşuna dikkat çektiğini düşünüyorlar. MS 3’üncü yüzyılda önce yine "Civitas Parisorium" adı geri dönüyor ve sonra çok hızlı bir şekilde daha kısa bir ifade ile "Paris" denmeye başlanıyor...
İlk doğum günü pastalarını ki aslında ekmeklerini de diyebiliriz çünkü pasta ve ekmek o zamanlarda birbiri yerine kullanılıyormuş, 1400'lerde Almanya'da görüyoruz. Doğum günlerinde pasta kesmek, önceleri sadece zenginlerin bir alışkanlığı iken özellikle sanayi devrimi sonrası tüm topluma yayılıyor. Üzerine mum konması ve mumların üflenmesinin ise eski Yunan'da Artemis tapınaklarına üzerinde mum olan kekler, pastalar konarak dilekte bulunulması geleneğinden geldiği düşünülüyor. Bu arada neredeyse çoğu ülkede doğum günü kutlamalarında hep pasta, kek, tart vs. var, ama Kore'de deniz yosunu çorbası içiliyormuş, bunu da not ediverelim.
Orta Asya Türkleri, savaşa gitmeden önce atlarının kuyruklarını bağlarlarmış. Eğer savaşta atın sahibi ölürse, atın kuyruğu kesilir, sahibinin mezarının başına tuğ olarak asılırmış. Hatta Osmanlı'da da gördüğümüz at kuyruklu tuğlar, bu geleneğin devamı... Göktürk döneminde kaya resimlerinde kuyruğu bağlı at resimlerinden de bu gelenek izlenebiliyor. Kaşgarlı Mahmud'un "At kuyruğunu bağladık, Tanrı’ya da çağladık" dizelerinde de yine bu gelenek dile geliyor. Savaşçıların eşleri de kocaları ölürse, saçlarındaki belikleri kesiyor yas tuttuklarını göstermek için. Bu arada çok farklı bir kökenden geliyor olsalar da Ezidi kadınlarında bu gelenek halen devam ediyor.
İstanbulluların "Unkapanı Köprüsü" diye bildiği, ama resmi adı "Atatürk Köprüsü" olan köprünün tarihçesine bakalım: Buradaki ilk köprü 1836'da Padişah II. Mahmut zamanında ahşap olarak inşa ediliyor. Geçişi bedava olduğu için "Hayratiye Köprüsü" ismi veriliyor ama halk arasında daha çok "Yahudi Köprüsü" olarak anılıyor çünkü köprü, Hasköy ve Balat Yahudi yerleşimlerini birbirine bağlıyor. Köprünün açılışını II. Mahmut üzerinden atıyla geçmek suretiyle yapıyor. Bu köprü çok dayanmamış; rivayet o ki, bu köprü işlerine balta vurduğu için kızan kayıkçılar, dubalara zarar vermiş. 1875'te yerine metal bir köprü yapılmış, 1912'de bu metal köprü sökülmüş, yerine eski Galata Köprüsü monte edilmiş. 1936'da fırtına ile bu köprü zarar görmüş ve sonunda yerine bugün kullandığımız ve yine esasen ahşap olan ve dünyanın en büyük dubalı köprülerinden biri sayılan mevcut köprü kurulmuş. Ama bu da kalıcı olmayacakmış: 2018'de Haliç'e yapılacak tüp geçiş sonrası kaldırılması planlanıyormuş. Peki sadece tüp geçit olacaksa, balık tutanlar nereye gidecek?
Klasik İran edebiyatında "habsiyye" diye bir tür bulunuyormuş: Hapse düşen şairlerin yazdığı bu şiirler genellikle şairin bu duruma düşmesine sebep olan düşmanlarını yerdiği, annesine, babasına, eşine ve çocuklarına duyduğu özlemi dile getirdiği, ruh halini yansıttığı şiirlermiş. Demek ki İranlı olsalar, Nazım Hikmet’in Dört Hapishaneden, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Zindan Duvarları, Atilla İlhan’ın Tutuklunun Günlüğü, Sabahattin Ali'nin Aldırma Gönül eserleri hep habsiyye olacakmış.
Venedik Karnavalı’nın özelliği malum, maskeler… Bu karnavalı veba ile bağlantılandıranlar var; maskelerin vebadan bozulmuş yüzleri saklamak için olduğu yakıştırmasıyla… Hoş bir yakıştırma tabii ama doğru değil. Gerçeği şu şekilde: Karnavalın bahsi ilk olarak 1094'teki yazılı kayıtlarda geçiyor ve Paskalya dönemindeki "büyük perhiz" yani oruç öncesi son kutlama, eğlence olarak başlıyor. Maske takılmasının amacı ise toplumda bu bayramın eğlenceleri boyunca eşitlik sağlamak.
BumBall, Danimarkalıların geliştirdiği yeni bir spor dalı. Oyuncuların göğsüne ve poposuna cırt cırtlı bantlar yapıştırılıyor ve oyun bu cırt cırtlı bantlara yapışabilen yumuşak bir topla oynanıyor. Bir tür hentbol ama topu tutma şekli değişik... Ne akla hizmet bu oyunu geliştirmişler, hadi geliştirdiler diyelim ne akla hizmet adını İngilizce argoda "şiddetli osuruk" anlamına gelen bir kelimeyle aynı koydular bilemedim gitti. Kanaatimce, oynanma görüntüleri itibariyle, Türkiye'de tutması hayli zor bu sporun...
İstanbul'un müstesna semtlerinden Teşvikiye, 1700'lerin sonlarına kadar Teşvikiye Camii'nin avlusundaki "anıt taş"ın da ortaya koyduğu üzere, padişahların avlandığı, nişan talimi yaptığı bir alan sadece. Ne bir konut, ne bir yaşayan var o yıllarda. 1840'lara geliyoruz. I. Abdülmecid zamanında, tüm saray halkının daha modern ve medeni bir yaşam şekline geçmesi amacını da güdecek şekilde Dolmabahçe Sarayı'nın inşasına başlanıyor. Tabii, bu durumda, devlet erkânının da yeni saraya yakın oturması gereği doğuyor, hepsinin evleri Topkapı Sarayı'na yakın çünkü. İşte bu durumda, devlet erkânını evlerini taşımaya, yeni evler yapmaya motive etmek amacıyla, I. Abdülmecid, bugünkü Teşvikiye sınırları içinde olan topraklar için ekonomik boyutları da olan bir teşvik programı oluşturuyor... Teşvikiye'nin adı da buradan geliyor...
"Karantina" Venedikçe "cuarantína" yani "Venedik'e gemiyle gelen yolculara uygulanan kırk günlük karaya çıkma yasağı" anlamına gelen sözcükten türemiş. Bu sözcük de Latince "kırk" sayısı anlamına gelen "quadraginta" sözcüğünden alıntıymış. Veba korkusundan gemilerin boşaltılmadan önce limanda beklemesi gereken "40 gün" anlamındaki kelime, süreden bağımsız bir hale gelmiş zaman içinde...
Nikolay Gogol hayatının son dönemlerinde çok ciddi bir depresyona giriyor. 24 Şubat 1852'de Ölü Canlar eserinin ikinci bölümüne ait tüm el yazmalarını yakıyor, sonra bunu kendisine şeytanın yaptırdığını söyleyip pişman oluyor. Ardından yatağına yatıyor ve yatağından çıkmıyor, tam 9 gün boyunca yemek yemeyi dahi reddediyor ve 9 günün sonunda ölüyor. Öldüğünde daha sadece 42 yaşında üstelik... Hiç böyle bir intihar duymamıştım.
Hapşıran kişiye 'çok yaşa' deme adeti neredeyse her kültürde varmış. Hapşıranlara İngilizlerin 'God bless you', Almanların 'gesundheit', Fransızların 'a vos souhaits', İtalyanların 'felicita' deme adetlerinin kökeni, hapşırmanın kişi için önemli bir tehlike olduğuna inanılan çok eski zamanlara gidiyor. İnsanlar asırlar boyu yaşamın sebebinin ruh olduğuna, ruhun ise insanın başı içinde olduğuna, hapşırmanın bu hayati güce zarar verebileceğine inanmışlar. Hapşırmanın soğuk algınlığı ile ilişkili olması da bu inanışı güçlendirmiş. MÖ 4’üncü yüzyılda Aristo ve Hipokrat'ın öğretileriyle insanlar, hapşırmanın başın yabancı maddelere karşı bir savunma refleksi olduğunu öğreniyorlar ve hapşırma bir hastalığın başlangıcı olarak görüldüğünden hastalığın sonunun kötü bitmemesi için hapşırana 'uzun yaşa', 'sağlıklı yaşa' gibi sözlerin söylenmesi adeti bu zamanlarda başlıyor. Hapşırana 'çok yaşa' denmesinin kökeni birçok kültürde bu şekilde olmasına rağmen, bir Hıristiyanlık deyimi olan 'God bless you' (Tanrı seni takdis etsin) cümlesinin kökeni ise birazcık daha farklı: 6’ncı yüzyılda İtalya'da veba hastalığı tüm şiddeti ile başlıyor ve bu hastalığın belirtisinin kronik hapşırma olması nedeniyle, hapşıranlara 'God bless you' denmesi Papa tarafından çıkarılan bir yasayla mecbur kılınıyor.
Aşağıda linki yer alan site, başka bir ülkede yaşasanız, halihazırda yaşamakta olduğunuz ülkeye nazaran koşullarınızda nasıl bir değişiklik olurdu sorusuna ortalamalar bazında yanıtlar sunuyor. Mesela eğer İzlanda'da yaşasaymışız, Türkiye'deki yaşamımıza göre 7,93 yıl daha uzun yaşarmışız; kazancımız 2,7 katı olurmuş; yüzde 7,57 daha fazla boş vaktimiz olurmuş; cinayete kurban gitme riskimiz yüzde 93,02 daha düşük olurmuş; hapse düşme olasılığımız yüzde 78,73 daha düşük olurmuş. Hangi ülkede yaşamak isterseniz onu seçip, siz de bu olasılıklara bakabilirsiniz http://www.ifitweremyhome.com/
Japonların bu güzel gelenek çerçevesinde, kırılan eşyalarını atmak ya da kırılmış, çatlamış yerlerini saklamak yerine onları tamir ederek yeniden kullanıyorlar ve tamir ederken de kopan veya kırılan parçanın yerini altınla dolduruyorlar. Tabii ki bu geleneğin altında bir felsefe gizli. Bu felsefeye ve inanışa göre, bir eşya ya da insan hasara uğramışsa, acı çekmişse, o bundan sonra bir hatıraya sahiptir, ders almıştır ve artık olduğundan çok daha güzel ve değerlidir. Kırılan eşyalarını özellikle de porselenleri altın tozu kullanarak yapıştırıyorlar. Yüzyıllardır Japonya’da uygulanan bu gelenek bir sanata dönüşmüş.
Yoğunluktan sıkılıp uzaklara kaçmak isteyenlere bir önerimiz var: Üzerinde yaşam olan ve anakaraya en uzak ada! Bu ada Atlantik'in güneyinde ve ismi de Tristan Da Cunha. 1506'da Portekizli amiral Tristao Da Cunha tarafından keşfedilmiş ama bugün Birleşik Krallık'a bağlı. Adada sadece 275 kişi yaşıyor. “Canım sıkıldı ben bir dışarı çıkayım” deseniz, varacağınız en yakın anakara, 2400 kilometre doğudaki Cape Town. Öyle ha deyince de gidemiyorsunuz çünkü havalimanı ya da düzenli deniz seferi yok. Arada bir balıkçı tekneleri uğruyor. Onların gelişi de 6 gün sürüyor. Adada bir postane, bir hastane, bir müze, bir bar, biri Katolik biri Anglikan olmak üzere iki kilise var. "Ben gideyim bu adaya yerleşeyim, ıstakoz yetiştiririm, kafamı dinlerim" diye hayal kurmayınız: 275 kişi, dışarıdan gelecek birini kesinlikle istemiyor.