Güncelleme Tarihi:
Anadolu toprakları üzerinde gördüklerim arasında beni en çok etkileyen antik kent olan Afrodisias’ın bulunuşu çok tesadüfi olmuş. Yıl 1958, ünlü fotoğraf sanatçısı Ara Güler o dönem Hayat Dergisi için çalışıyor, dönemin başbakanı Menderes'in bölgedeki baraj faaliyetlerini fotoğraflamakla görevli.
Arabasıyla kendisini gezdiren köylü, kestirme bir dağ yolu seçiyor, sonra da kayboluyorlar, gece bir köyde konaklamak zorunda kalıyorlar.
Sabah gün ışıyınca bir de görüyor ki, köy kahvesinde Roma sütun başlıkları üzerinde iskambil oynamalar, lahitler üzerinde üzüm ezmeler, stadyumda marul tarlası… Tabii fotoğraflarını çekiyor, İstanbul'a dönüyor, sanatçı dostlarına anlatıyor, tekrar aynı yere gidiyor, bu kez daha çok sayıda ve renkli fotoğraflar çekiyor, bir şekilde bu fotoğraflar ABD'de bir dergide yayınlanıyor. New York Üniversitesi'nde görevli Türk arkeolog Dr. Kenan Tevfik Erim bu haber sonrasında önce kişisel imkanlarıyla sonra da üniversite ve bağışçıların desteğiyle kazılara başlıyor ve Afrodisias günümüze kaybolmadan ulaşabiliyor. Bu arada, kentteki meşhur anıtsal kapının restorasyonunun bitmesinden 3 hafta sonra da vefat ediyor Kenan Erim, bugün kendi tabiriyle "sevgilisinin koynunda" Afrodisias'ta mezarı. Burayı görmediyseniz çok şey kaçırıyorsunuz, benden söylemesi...
National Geographic ve History Channel karışımı niteliğinde bir ilginç bilgi: Asya ve Amerika kıtalarını ayıran Bering Boğazı henüz oluşmamışken ve bu iki kıta birbirine bağlı iken insanlar dahil birçok canlı kıtalararası geçiş yapmış. Mesela deve Kuzey Amerika'da varmış ilk, sonra Asya'ya da yayılmış, Kuzey Amerika'da nesli tükenmiş ama Asya'da ve oradan da Kuzey Afrika'da var olmaya devam etmiş.
Bir başka örnek at: İlk olarak Kuzey Amerika'da varmış atlar, sonra Asya'ya yayılmış, Moğolistan'da iyice gelişmiş, bu aradaki dönemde Kuzey Amerika'da atların da nesli tükenmiş.
Asya'daki atlar ise Avrupa'ya kadar ulaşmış. İspanyolların yeni kıtalara ulaşma çabaları sırasında ise gemilerle yeniden taşınmış atlar Amerika kıtasına, halen yaşıyorlar burada...
Chicago 1600'lerin ikinci yarısı itibariyle Avrupa'dan gelenlerin yerleştiği ve ticaretle birlikte her anlamda hızla gelişen bir şehir.
1871'de, insan hatasının da etkisiyle çok büyüyen bir yangın yaşanıyor ve şehir yerle bir oluyor. O dönemler ise inşaatta çelik çerçevelerin kullanılmaya başlandığı, yüksek katlara hızla çıkılmasını sağlayan asansör sistemlerinin icat edildiği günler.
Chicago'nun yangından sonra yeniden inşasında işte bu yeni teknolojiler kullanılmış ve bugün Chicago'nun lakabı "gökdelenlerin başkenti". Tabii ki gökdelenlerin her birinin mimari açıdan bir değer teşkil etmesi de gözetilmiş ve ortaya çelik ve camdan oluşmuş etkileyici bir manzara çıkmış.
Şirazesi kaymak deyimini duymuşsunuzdur. Peki şiraze nedir? Şiraze ciltçilikte kitap yapraklarını düzgün tutmaya yarayan ince örülmüş şerit demekmiş.
Şiraze dağıldığında, tuttuğu bütün yapraklar dağılır, kitap parça parça olurmuş. Şirazesi kaymak deyimi de buradan gelirmiş.
Istakoz, yengeç gibi hayvanlar, doğada rakipleriyle mücadele ederken, düşmanlarından korunurken kıskaçlarını ve bacaklarını kaybedebiliyorlarmış. Hatta bazen kendileri de kurtulmak için kıskaçlarından birini bırakabiliyorlarmış.
Bu özelliklerinden yola çıkılarak, ıstakozuyla, yengeciyle ünlü restoranlarda da, hayvan tümüyle öldürülmeyip, sadece bacağı/kıskacı kesiliyor, onunla yemek yapılıyor, hayvan yenisini üretince, o da aynı şekilde servis ediliyormuş.
Hiç müzik enstrümanı kullanılmadan yapılan müziği tanımlayan "a capella" terimi İtalyancada "kilise tarzı" demek oluyor.
Esasen Rönesans ve Barok tarzlarını birbirinden ayırmak için kullanılmış ilk başlarda, ama şimdiki anlamı bu... Mesela ünlü "Don't Worry Be Happy" şarkısı güzel bir örnek: https://youtu.be/d-diB65scQU
Bu cumartesi günü 102’nci yıldönümünü kutlayacağımız 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi’nin önemine binaen... Anzaklar, anma törenlerinde yakalarına küçük bir biberiye dalı takıyorlarmış. Neden derseniz, biberiye Gelibolu'da doğal ortamda yetiştiği için, Gelibolu'daki eski savaş günlerinde kaybedilenleri anmak için güzel bir sembol olduğunu düşünmüşler. Bence pek de iyi düşünmüşler. Küçük güzellikler, ince detaylar hayata anlam katar her zaman.
Geçmişte ve bugün dünyada birçok ünlüyü pençesine almış bir psikolojik hastalık bipolar (veya manik-depresif) bozukluk. Örnek mi? İşte yaşarken ya da ölümlerinden sonra, bipolar konmuş ünlülerin bir kısmını sayalım: Kurt Cobain, Nina Simone, Sylvia Plath, Virginia Woolf, Edvard Munch, Francis Ford Coppola, Ernest Hemingway, Vivian Leigh, Marilyn Monroe, Sinead O'Connor, Frank Sinatra, Amy Winehouse, Mel Gibson, Beethoven, Van Gogh, Mahler, Edgar Allan Poe... Yaratıcılıkla bu psikolojik sorun arasındaki korelasyonu artık sizlerin yorumuna bırakıyorum.
Akdeniz kıyılarındaki kentlerde evler neden mavidir hep diye düşündünüz mü? Örneğin Yunanistan'da, Tunus'un Sidi Bou Said gibi şehirlerinde, bu şehirlerin fotoğraflarında fark etmişsinizdir, kapılar, pencere pervazları hep mavidir. Bu rengin seçimi estetik amaçlı değilmiş: Meğer sıcak iklimlerin tehlikeli hayvanı akrebi uzak tutmak için kullanılırmış mavi çünkü akrep, mavi renge gelmez, maviyi ateş gibi algılarmış.
Balkapanı, Unkapanı, Yağkapanı gibi yer isimlerinde geçen 'kapan' sözcüğü, Osmanlı döneminde gıda malzemelerinin toplandığı yer anlamına gelirmiş. Hatta Balkapanı Hanı da, o dönemlerde şeker pek fazla bulunamadığından tatlandırıcı olarak daha çok bal kullanıldığı için ortaya çıkan bal ihtiyacını karşılamak üzere kurulmuş.
Biraz nahoş bir konu ama ilginç bir bilgi: Dünyada mezarlar standart olarak altı ayak yani yaklaşık 180 santimetre derinliğinde kazılırmış. Hatta İngilizcedeki meşhur "six feet under" deyiminin kökeninde de bu varmış. Meğer her şey, İngiltere'de 1665 yılında patlak veren bir veba salgınından sonra başlamış. Hastalık İngiltere'yi kasıp kavururken, Londra Belediye Başkanı bir yasa çıkarmış. Naaşlardan enfeksiyon bulaşmasını önlemek için mezarların en az altı ayak derinliğinde olması kuralı konmuş. Öyle de devam etmiş sonrasında...
İş yaşamında sıklıkla kullandığımız “deadline” kelimesinin nereden çıktığını merak ettiniz mi hiç? Sözcük çevirisi "ölüm çizgisi", kullanıldığı anlam ise "son teslim tarihi" "son mühlet" "zaman sınırı" olan bu kelimenin kökeni, Amerikan İç Savaşı'nda dayanıyor. Andersonville Esir Kampı acımasız kurallarıyla ünlü bir hapishane adeta. Buradaki esirlerin bir dolaşma alanı var. O alanın etrafında da bir çizgi. O çizginin geçilmemesi lazım. Eğer bir esir o çizgiyi geçerse, muhafızlar sorgusuz sualsiz o anda o esiri öldürüyor. Deadline sözcüğü de işte o ölüm çizgisinden geliyor. Nasıl olmuş da bu kadar ölümcül ve vahşi bir sözcük masumane bir anlama bürünüp iş dünyasının ortasına yerleşmiş anlamak zor...
Sıcak içeceklerimizi sıcak, soğuk içeceklerimizi de soğuk tutan termos meğer bir markanın adıymış. Termos kavramını 1892'de İngiliz bilim adamı Sir James Dewar buluyor ama icadına adını vermiyor. Bu icadın ev ürünü haline getirilmiş versiyonunun dağıtımını yapan Thermos Bottle Companies'in adıyla anılmaya başlıyor, o gün bugün böyle devam ediyor. Sir James Dewar'ın torunu olsam, çok bozulurdum şahsen bu işe.
IV. Murat'ın 1635'te çıktığı İran Seferi'nde giydiği altın zırh, altın miğfer ve kılıç normalde Topkapı Sarayı'nda sergilenmekteymiş. Ancak, IV. Murat isimli tiyatro oyununda başroldeki aktörün giymesi için, şimdiki AKM'nin yerinde olan Kültür Sarayı'na getirilmiş... Ve Kültür Sarayı'nda 27 Kasım 1970'te çıkan yangında hepsi kül olmuş. Acaba, niye kostüm değil de illa gerçeğini kullanmaya kalkmışlar? Kim bilir böyle yok olup giden daha ne hazineler var.
Rusya’da kırsal bölgelerde de şehirlerde yıkılmamış eski evlerde de, pencereler hep fotoğraftaki gibi süslüdür. Bu ahşap pencere süslerine "nalichniki" deniyor. Bu bir sanat esasen. Ve Rusların inanışına göre, bu süsler, kötü ruhların pencerelerden geçip evin içine girmesini engelliyor. Mimariyle bütünleşmiş ne güzel bir gelenek.