Güncelleme Tarihi:
Baharın habercilerinden olan mimozanın dünyada 1200 farklı türü varmış, pembe olanı dahil... Mimozanın ana vatanı Tazmanya ve Avustralya imiş. Ünlü denizci James Cook ile birlikte yola çıkan botanik uzmanları 1788'de ilk mimozaları İngiltere'ye getiriyorlar ve Kew Kraliyet Botanik Bahçesi'nde mimozalar yetiştirilmeye başlanıyor. Bir anda asiller, bahçelerinde mimoza bulunması için adeta yarışmaya başlıyorlar birbirleriyle. Bazı İngiliz asilzadeler mimozalarını Fransız Rivierası'na götürüyor ve böylelikle, mimozalar da Avrupa'da kendilerine en uygun iklimi buluyorlar. Heyhat 1929'da Avrupa'da çok korkunç bir soğuk ve don yaşanıyor, o zamana kadar emek emek yetiştirilen mimozaların hepsini kaybetme riski oluşuyor. Neyse ki, felaketin kıyısından dönülüyor, az da olsa bir parça mimoza kurtuluyor. İşte bu nedenle 1931'den beri, Mandelieu-La Napoule isimli Güney Fransa kentinde, Şubat ayında 10 gün süren mimoza şenlikleri yapılır, mimozaların kurtulması kutlanırmış.
İngilizcede sosisli sandviçe "hot dog" yani "sıcak köpek" dendiğini duymuşsunuzdur. Ben bunun sebebini çok merak ederdim, tabii ki bir hikâyesi varmış... 1800'lerden bu yana "sosis" ve "köpek" (dog) yan yana anılan bir kavrammış çünkü ilk günden beri sosislerin köpek etinden yapıldığı söylentileri varmış. (Burada kısa bir ara verip, "sosis"i ayakta alkışlıyorum, aradan 200'den fazla yıl geçmiş, hep kötülenmiş ve buna rağmen halen piyasada, halen rağbet görüyor). Bu nedenle halk arasında sosise "köpek" yani "dog" denirmiş. 1870'lerde Almanya'dan ABD'ye göçmüş olan Charles Fetman, ABD sokaklarında hot dog satan ilk müteşebbismiş.
İlk yardım dolaplarının vazgeçilmezi gazlı bezde gaz falan yok, bezin gazla uzaktan yakından alakası yok hatta... Bu bezin ince, seyrek dokunmuş kumaşına İngilizcede "gauze", Fransızcada ise "gaze" adı veriliyor, o dillerden Türkçeye de gazlı bez diye geçiyor. İngilizce ve Fransızcadaki adı ise kumaşın tarihte ilk olarak Gazze'de dokunmuş olmasından geliyor. Tam bir nereden nereye örneği…
"Gelecekten umutlu olmak" anlamındaki "Allah kerim" ifadesi günlük kullanımda yaygınlaştıran hoş bir hikaye varmış. Osmanlı'da eski Türk kahvelerinde fakirlerin para vermeden oturdukları ve sabahladıkları yerler varmış, buralara "Allah kerim yeri" denirmiş... Malum öyle bir yer (havaların çok soğuduğu günler hariç) pek kalmadı günümüz dünyasında, ama temenni boyutu devam ediyor anlaşılan...
Bilgisayar yazılımlarındaki ve sistemlerdeki hataları tanımlamak için kullanılan ve İngilizcede "böcek" anlamına gelen "bug" sözcüğünün gerçekten de bildiğimiz böcekten geldiğini biliyor muydunuz? Sene 1947... ABD Donanması'nda Mark II adı verilen bir elektromekanik bilgisayar kullanılıyor. 9 Eylül tarihinde, bu bilgisayarla yapılan bazı hesaplamaların yanlış olduğu görülüyor. Bunun üzerine, o dönemin tamir yöntemi olarak bilgisayarın içini açıyorlar ve gerçekten de bir güvenin bir rölenin içine girip sıkıştığını görüyorlar. O güveyi çıkartıp (yani debug edip) tekrar hatasız hesaplamalara geri dönüyorlar. Ve yazılım hataları için "bug" kelimesi yavaş yavaş yaygınlaşmaya başlıyor.
Bir şeyi uzun uzun anlatanlara, sözü uzatanlara şaka yollu söylenen "Kısa kes Aydın havası olsun" deyimindeki "hava" kelimesi yanlışmış, doğrusu "aba"ymış. Hikayesi de şuymuş: Osmanlı dönemindeyiz, "aba" her türlü giysiye verilen isim. Ege’de, özellikle Aydın yöresinin çobanları uzun kepeneği tercih etmiyorlar, kısa olsun istiyorlar. İşte tüccarlar terzilere bu bölge için sipariş verirken "Bunlar Aydın çobanları için, abaları aman kısa kesin, kısa!” diye uyara uyara, sonra bir de üzerine "aba", "hava"ya döne döne, bugünkü deyim çıkmış ortaya...
Tarihin ünlü ırkçı gruplarından Ku Klux Klan'in garip ismi Yunanca "kyklos" yani çember ve "clan" yani kabile kelimelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş ve 1865 itibariyle bu faşist ve ırkçı grup faaliyetlerine başlamış. Giydikleri o bembeyaz kostümler neyi simgeliyor derseniz, Amerikan İç Savaşı'nda ölen konfederasyon (yani 11 güney eyaletini temsil eden ortak güç) askerlerinin hayaletlerini temsil ediyormuş.
"En ufak bir şey vermekten bile kaçınmak" anlamına gelen "zırnık koklatmamak" deyimindeki "zırnık" esasen bilimsel adı "realgar" olan, arsenik ve kükürtten oluşan bir mineralmiş. Dericilikte kıl dökücü ve metal kaplama banyolarında çöktürücü olarak kullanılan, suda çözününce de çok pis bir koku salan amonyum sülfüre de "zırnık" adı verilirmiş. Yani pis kokuyu bile koklatmam diyecek kadar bir şey vermemeye kararlılığı gösteriyor bu deyim...
"Temari" nedir biliyor musunuz? Japon kültüründe çok önemli bir yer tutan ip sararak top süsleme sanatı… Esasen bir Çin geleneği olan temari, 7'nci yüzyıl itibariyle Japonlara geçmiş ve onlar daha çok sahiplenmişler ki bugüne kadar devam etmiş bu gelenek. İlk başlarda, annelerin çocukları için oyuncak olsun diye, eski kimonolarından ya da kimono yaparken artan kumaşlardan yaptıkları temari'ler, daha sonraları, lastik topların üzerinde ip sarılması ile sanat haline gelmiş. Böylelikle temari, bir oyuncak olmaktan çıkıp sanatsal bir ifadeye dönüşmüş. Şimdilerde ise temari eserleri dekorasyon amacıyla kullanılıyormuş. Japon kültüründe temari çok değerli bir hediyeymiş. Dostluğu ve sadakati ifade ediyormuş. Örneğin, parlak renkli ipliklerle yapılmış bir temari, hediye verilen kimse için parlak ve mutlu bir hayat temenni etmek anlamına geliyormuş. Japon inanışına göre çocuğa hediye olarak verilecek top yapılırken anne çocuğu ile ilgili iyi dileklerini küçük bir kağıda yazıp temari topunun arasına sıkıştırır ve bu dilekler kesinlikle çocuğa söylenmezmiş. Çocuklar bu dileğin ne olduğunu topu parçalamadıkları sürece öğrenemeyeceklerinden dileğin gerçekleşmesi olasılığının daha da fazla olduğu düşünülmekteymiş. Temari toplarının içine oyun değerini arttırma amaçlı, ses çıkarması için pirinç taneleri ya da zil gibi şeyler de konulurmuş.
Her kültürün kendi unsurlarına göre geliştirdiği, başka dillerde tek kelime ile ifade edilemeyen sözcükler var. Örneğin Dancadaki "hygge" sözcüğü. Bu kelime "kışın yakın arkadaşlarla bir ateşin etrafında oturmaktan gelen sıcak, hoş, samimi duygu" anlamına geliyormuş tek başına. Ülkenin kış mevsimlerindeki soğukluğunu falan düşününce, neden böyle bir kelimeye ihtiyaç duyulmuş, çok iyi anlaşılıyor aslında…
"Izgara" kelimesi Yunancadan devşirdiğimiz bir sözcükmüş. Üzerinde öteberi kızartılan eşya, mangal anlamındaki "eskhara" sözcüğünün telaffuzunu dilimize uyarlamışız ve "ızgara" ya dönüştürmüşüz meğer... Halbuki büyük sesli uyumu da vardı ama meğer ithalmiş bu da...
Peru mutfağının garip bir spesiyalitesi var: Jugo de Rana yani "kurbağa suyu"... Gerçekten de kurbağa ile yapılıyor bu içecek. Kurbağa parçalanıyor, kafası ve kemikleri dâhil havuç, bal ve maca bitkisi kökleriyle birlikte mikserden geçiriliyor ve öyle içiliyor. Afrodizyak etkisi varmış.
Tropikal Afrika olarak anılan Nijerya, Tanzanya, Kenya, Güney Afrika, Etiyopya ve Kamerun'da yaşayan ve ünlü ressam Picasso'nun eserlerini andıran harika desenleri nedeniyle Picasso Böceği olarak adlandırılan bir böcek var. Tabii ki bilimsel adı bu değil; Sphaerocoris Annulus. Bu böcekler de tıpkı uğur böcekleri gibi bitli yapraklara yumurtluyor ve yavruları yumurtadan çıktıktan sonra bu bitlerle beslendiğinden, bitkiler de zararlı bitlerden kurtuluyor.
Walter Hunt diye birini hiç duydunuz mu? 1796-1859 yılları arasında yaşamış bu Amerikalının adını maalesef (en azından şimdilik) çok az insan biliyor, hâlbuki günlük yaşamımızda bugün bile kullandığımız birçok eşyanın mucidi kendisi! Walter Hunt icat etmeyi seven bir insanmış, o yüzden de bir eşyayı icat etti mi, patentini ya hiç almaz, ya da hemen satarmış ki bir sonraki icadına geçebilsin. O yüzden de yaşarken pek zengin olamamış icatlarının önemine rağmen. Mesela çengelli iğneyi o bulmuş, patentini 400 dolara satıvermiş. Dikiş makinesini o bulmuş ama patentini bile almamış kadın terziler işsiz kalır bu makine yüzünden diye düşünerek. Dolmakalemi keza yine kendisi keşfetmiş (Leonardo da Vinci de benzer bir fikir üzerinde çalışmış esasen, ama devamı gelmemiş ondan sonra), Amerikan Sivil Savaşı'nda en çok kullanılan tüfek (repeating rifle diye geçiyor), kendisinin icat ettiği, patentini bir iş adamına sattığı, o iş adamının da Smith & Wesson silah şirketinin kurucularına sattığı icadın ta kendisi mesela... Tarih böyledir işte, gerçekler arada kaynadı sanırsınız, ama o tüm gerçekleri er ya da geç gün yüzüne çıkarır.