Güncelleme Tarihi:
Peru 1532'de resmi tarihe göre "keşfedildiğinde", gerçek tarihe göre ise "istila edildiğinde", Avrupalılar koka yaprağı ile tanışıyorlar ve bir süre sonra Avrupa'da koka yaprağı içeren tedavi amaçlı şaraplar türüyor. Bunların en ünlüsü Mariani. Amerikalı eczacı John Pemberton, bu şaraptan esinlenerek 1884'te Atlanta'da "Pemberton's French Coca Wine" ismiyle bir ilaç/şarap piyasaya sürüyor ve bu preparatın sinir hastalıkları, hazımsızlık, kabızlık, iktidarsızlık gibi hastalıkların tedavisinde faydalı olduğuna inanılıyor. 1886'da Atlanta eyaletinde içki yasağı konunca, eczanelerde satılan bu preparatın formülünden alkol çıkarılıyor ve adı da "Coca-Cola" oluyor. Bu yeni içecek patentli bir ilaç olarak eczanelerde satılırken, 1887'de bir başka Amerikalı eczacı Asa Candler, Pemberton'dan ilacın formülünü satın alarak ilk Coca-Cola fabrikasını kuruyor. 1904'te formülden koka yaprağı çıkarılıyor ama ürünün adı değişmiyor. Bir de son not, mucit Pemberton 57 yaşında mide kanserinden vefat ediyor.
Yeni evli çiftler evlerine girerken, eşikten geçme aşamasında neden damat gelini kucağına alır? Bu adetin ilk örneği Eski Roma döneminden: Eğer gelin yeni evinden içeri girerken takılır da sendeler ya da düşerse, bu kötü talih anlamına gelirmiş, o yüzden herhangi bir risk almamak adına, damat gelini kucaklarmış. Ortaçağ'da konu "ahlaki" bir boyut kazanmış: Damat gelinin iffetini korumak adına, düğünden onu kaçırır gibi çıkartırmış kucağında, böylece de gelin aslında gerdeğe girmek istemiyor da, zorla götürülüyor imajı yaratılırmış. Slav ve Anglosakson kültüründe de benzer açıklamalar var, yok sol ayakla girmek kötü şans, risk almayalım diye gelin kucağa falan… Peki ya damat şaşırır da sol ayakla girerse konusunu düşünecek fırsatları olmamış sanırım.
Oleolog, zeytinyağı tadımcısı demekmiş. Nasıl şarap tadımcısı var, şarabın içindeki tat, koku nüanslarını vs. tanımlıyor, oleolog da zeytinyağının böyle bir uzmanıymış. Vıcık vıcık bir iş gibi geldi bana...
Bugünün yeni bilgisi yaklaşan Oscar’larla ilgili kısa bir derleme: Bugüne kadar en çok "en iyi kadın oyuncu" ödülü alan sanatçı dört Oscar’la Katherine Hepburn ve bu ödüllerin üçünü 61 yaşından sonra kazanmış. En çok "en iyi yönetmen" ödülü alan yönetmen, Gazap Üzümleri, Vadim O Kadar Yeşildi ki gibi klasiklerden tanıdığımız John Ford, onun da dört Oscar’ı var. Disney filmlerinin müziklerini yapan müzisyen Alan Menken tam 8 kere arka arkaya Oscar kazanmış. En fazla Oscar ödülü alan filmler ise hepsi de 11'er Oscar’la şu şekilde: Ben-Hur, Titanic, Lord of the Rings.
Adem Elması nedir, ne işe yarar, neden sadece erkeklerde vardır diye araştırırken, bir de ne öğrenelim: Meğer kadınlarda da Adem Elması varmış ama açısı 120 ila 140 derece arasında olduğu için, erkeklerinki kadar görünür değilmiş. Erkeklerinki 90 derece açılıymış, ondan bu kadar barizmiş onlarınki. Latincesi "prominentia laryngea" olan çıkıntı, üstelik kemik de değilmiş, tiroid kıkırdağıymış, ergenlikle beraber oluşmaya başlarmış. Bir de, bu işin de estetik ameliyatı çıkmış. Eğer Adem Elması çıkıntınızdan rahatsız oluyorsanız, chondrolaryngoplasty denen ameliyatla kıkırdağı traşlatmak suretiyle küçülttürebiliyormuşsunuz.
Yılın 200 günü yağmur alan bu bölgede yaklaşık 16 bin tür ağaç, 2,5 milyon tür böcek, 40 bin tür bitki, 2.200 tür balık, 1.294 tür kuş, 427 tür memeli hayvan, 428 tür karada ve denizde yaşayan canlı (amfibi) ve 378 tür sürüngen yaşıyor.
Geçen hafta ABD’ye Avrupa’dan gelen göçmenlerin isimlendirdiği yerlerden bahsetmiştik. Bu hafta da toprakların gerçek sahipleri Kızılderililerin koyduğu isimlerden bir derleme yapalım. Bugün günün yeni bilgisinde yine ABD'den yer adları geliyor ama bu kez ve çok daha hoş: Chicago, Algonquin yerlilerinin dilinden geliyor, “sarımsak tarlası” demek. Connecticut, “yükselip çekilen nehir” demek. Kentucky, Iroquoi dilinde “mera” demek. Texas, “ahbap” anlamına gelirken, Iowa, yerli dilinde “yiğidin harman olduğu yer” anlamına geliyor. Kansas “Güney rüzgarlarının halkı” anlamında, “Yüksek tepelerin orası” anlamına gelen yer ise Massachusetts, Minnesota'nın anlamı “gök renkli su”, Nebraska'nınki ise “sulak yer", bugün gökdelenleriyle ünlü Manhattan ise, “suların berisindeki yer” anlamını taşıyor; Utah "dağların halkı” anlamında... Kayalığın sakinleri anlamındaki Omaha’dan, ‘’tüm suların anası’’ anlamındaki Mississippi’ye birçok yerin adı Kızılderili kökenli. Benim favorim Iowa oldu sanırım.
Alman filozof Friedrich Nietzsche’nin aynı zamanda bir besteci olduğunu biliyor muydunuz? Evet, müziğin kendisi için çok önemli olduğunu, çocuk yaştan itibaren müzikle ilgilendiği az çok biliyorduk ama klasik müzik eserleri de bestelediğini ben daha önce duymamıştım...
Soyadlarının kullanımı tarihte ne zaman başlamış? Tabii soyadı derken, sabit, değişmeyen, nesilden nesile geçen, bugün anladığımız anlamdaki soyadlarını kastediyorum... İlk kez Çin'de M.Ö. 2852'de soyadı kullanımı görülüyor, nüfus sayımı yaparken kolaylık olsun diye başlamış kullanım. Batıda ise ilk İrlanda'da görüyoruz 916 senesi itibariyle, ancak tekil bir örnek bu. Ardından Normanların istilası sonrası, İngiltere'de yavaş yavaş başlıyor ve 13'üncü yüzyıl itibariyle İngiltere'de asilzadeler ile resmileşiyor soyadı kullanımı, ardından yavaş yavaş tüm halka yayılıyor. 1600'dan sonra da kullanım neredeyse tüm coğrafyalarda yaygınlaşıyor. Soyadı kullanımına en geç geçenler arasında Türkiye (1934), Tayland (1920), Japonya (1870) sayılıyor.
Japonya'nın kuzeyinde yaşayan yerli halk Ainular (ya da Aynular) DNA araştırmalarına göre, 12 bin yıl önce Kuzey Japonya ve Kamçatka'da yaşayan Jomonların soyundan geliyorlar ve gelenekleri Japonlarındakinden epey farklı. Erkekleri belli bir yaşa geldikten sonra hiç traş olmaz ve dolayısıyla kocaman sakallarla dolaşırken, kadınları ise yüzlerine ve kollarına fotoğraftaki gibi dövmeler yapıyorlar. Dövmeciler de sadece kadın olabiliyor, dövmeyi yaptıranlar da... Kadınların ağızlarına yapılan bu dövme ki çok acılı bir süreçmiş, kötü ruhların vücuda girmesini engellemek, bir kadının evlilik çağına geldiğini ilan etmek ve ölümden sonra kadının atalarının yanına gitmesini sağlamak içinmiş. Japonya'da uzun süre dövme yaptırmak yasaklanınca çok zorluk çekmiş bu yerli halk. Tüm vücudu geleneklere göre dövmeli olan son Ainu kadını 1998'de ölmüş. Ainu dilini konuşan da sadece 15 kişi kalmış kala kala. İşte asimilasyon sonucu bir yerli halk daha kültürüyle birlikte yok oluyor olacak.
Jean Nicot, 1530-1600 yılları arasında yaşamış olan Fransız bir diplomat. Çok genç yaşta, 1559-1561 yılları arasında, Portekiz'de Fransa Büyükelçisi olarak görev yapan Nicot, ülkeye dönüşünde yanında tütün bitkisini getiriyor ve Ana Kraliçe Catherine de Medici başta olmak üzere tüm Fransız sarayına tütünü (enfiye formunda) tanıtıyor. Kısa zamanda tütün kullanımı popülerleşiyor ve tütün bitkisinin adına Jean Nicot'nun adı "nikotin" olarak veriliyor. Daha sonraları tütünün içindeki kimyasal maddeye nikotin deniyor. Jean Nicot'nun adı da böylece ölümsüzleşiyor.
Malum önümüz ilkbahar, o zaman şimdiden öğrenelim: Eğer bir ağaçtaki çiçekler beyazsa erik ağacı, uçuk pembe ise badem, sarı ise kızılcık, koyu pembe ise kiraz ağacıymış...
Orta Asya'da yaşayan Eski Türklerin ölüm ve cenazelerdeki bazı geleneklerine bakalım: Mesela "yuğ" yani yas ayini: Biri öldüğünde, cenaze törenine özel yasçılar ve ağlayıcılar tutulur, bunlar tören boyunca bağıra bağıra ağlar, hatta yüzlerini, kollarını tırmalayıp yaralarmış. Bu davranışların hepsi inanışa göre ölünün öfkesini dindirmek içinmiş. "Ölü aşı" da yine benzer bir gelenek: Bir kişi öldüğünde, ölüm yıldönümünde mezarına gidilir, yiyecek, içecek bırakılır, etraftaki insanlara da yemek dağıtılırmış. Bunun da yine amacı "Ye, iç ama artık bize dokunma, biz seni bırakıyoruz, gidebilirsin" mesajı vermekmiş. Acaba bugünkü geleneklerimizin ne kadarında böyle ta Şamanizm’e uzanan etkiler var, çok merak ettim doğrusu…
Vietnam'ın ünlü "yılan şarabı" gerçekten yılan kullanılarak yapılıyor. Aslında Çin kökenli bir içecek. Tarihte ilk kez M.Ö. 771 yılında bahsi geçiyor. Zehirli bir yılanın pirinç şarabına yatırılması ve bir süre o şarabın içinde bekletilmesi ile elde edilen bu içecek ilk başlarda tedavi amaçlı kullanılmış. Bugün ise yemeklerden sonra bir kadeh dijestif amaçlı kullanılıyormuş. Yılanın zehri etanol karşısında nötralize oluyormuş, riskli bir içecek değil yani...
Meru isimli, 2015 yılı yapımı, Sundance Film Festivali'nde ödül kazanmış bir belgesel var. Nepal'de bir dağ. Bu dağın "köpekbalığı yüzgeci" adı verilen sırtına, bütün denemelere rağmen hiçbir dağcı ayak basamamış. Burası, dünyanın en zor tırmanışı kabul ediliyor. Meru adlı film, aralarında fotoğraftaki kişinin de bulunduğu üç kişilik bir profesyonel ekibin 2011'de buraya ayak basan ilk insan olmalarının belgeseli. Filmin sonunda isimleri okurken bu üç kişiden birinin bir Türk olduğu anlaşılıyor. Adı Renan Öztürk ve aslında o çok ünlü bir isim. Meru'ya çıkmadan 6 ay önce kayak kazasında omurgasını ve boynunu kırmış olmasına rağmen bu zorlu tırmanışı yapabilmiş olması değil sadece onu ünlü kılan. Alanının en iyisi. National Geographic tarafından yılın insanı seçilmiş. Şöyle bir internette araştırınca, her yerde, tüm ünlü gazetelerde, dergilerde röportajları, onun hakkında övgü dolu yazılar olduğunu görüyorsunuz. Türkiye'de ise ne yazık ki çok az tanınıyor. Halbuki o gurur duyulacak işlere imza atmış, insanoğlunun sınırlarını zorlayan bir maceracı. Kendisiyle ayrıntılı bir röportaj da geçtiğimiz günlerde Hürriyet Pazar’da yayımlanmıştı. http://www.hurriyet.com.tr/dunyaya-zirveden-bakan-turk-40349205