Bahar Çuhadar’ın İBB Yayınevi’nden yayımlanan çalışması ‘Sokak Sanatlarında İstanbul’ upuzun, rengârenk bir yürüyüşe benziyor. Her kafanızı kaldırdığınızda yeni bir şeyle karşılaştığınız türden bir yürüyüşe...
İstanbul’un sokaklarını betimlemek istesek sanırım aklımıza ilk gelecek olan sözcük ‘beklenmedik’ olurdu. Bahar Çuhadar giriş yazısında tam da benim bu yazıya girmek için düşündüklerimi benim yerime yazmış. “…tıpkı bir sahne performansı gibi, o anda ve sadece bir kere yaşanabilecek, adımınızı attığınız her seferde sizi başka bir ruh haline sürükleyebilecek sokakların evi…” Son derece sıradan bir günün seyrini değiştirebilecek bir şey hep olur İstanbul sokaklarında. Sokak müzisyenlerinden birine cebinizdeki son parayı verirsiniz, sırf çaldıkları şarkı ciğerinize dokundu diye. Parayı verirken gülümsersiniz, anlar. Bütün gününüzü ele geçirir çaldığı şarkı sonra. Uzatmayayım, İstanbul sanatın kendiliğinden ortaya çıktığı şehirlerden, buranın sokaklarında yürüyen hiç kimse, sokaklarında iz bırakmadan geçmek istemez, bu bir gerçek. İşte ‘Sokak Sanatlarında İstanbul’, bu kente izini bırakmış sanatçıların günün birinde fitilini ateşledikleri ‘beklenmedik’ olan her şeyi yaşamamızı sağlıyor ya da hafızalarımızı tazeliyor.
Fotoğraf: Murat Şaka
SES, RENK, HAREKET... Bahar Çuhadar ‘Sokak Sanatlarında İstanbul’un omurgasını kurarken kitabı üç temaya ayırmış: ‘Ses’, ‘Hareket’ ve ‘Renk’. Bu sayede, tüm makaleleri okuduğunuzda müzikten tiyatroya, duvar resimlerinden afişe İstanbul’un sokaklarının sanata alan açtığı her akıma dair bir şeyler öğreniyorsunuz. Ses bölümü, Gökhan Akçura’nın ‘Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: İstanbul’da Sokak Müzisyenleri’ başlıklı yazısıyla başlıyor. Akçura sadece müzisyenleri değil, İstanbul sokaklarında sesi ve enstrümanı duyulan herkesi anlatıyor. Sokağın herkese ilham verdiğini, müziğin İstanbul sokaklarından koparılmasının mümkün olmadığını anlıyorsunuz. Kitabın danışmanlığını da üstlenen araştırmacı yazar Gökhan Akçura’nın ‘İstanbul’un Eğlence Hayatı’ kitabını okuduğumda “Bu ülkenin mayasında eğlenmek var” diye düşünmüştüm, ‘Sokak Sanatlarında İstanbul’ da benzer duygular uyandırdı bende. Daha az dertleri olsa, herkes bir gıcırtıya kıvrılacak halde aslında ama şartlar uygun değil. Murat Meriç, sokaktaki müziğin 90’lardan bugününe uzanıyor; tek başına ne kadar çok şeyi değiştirdiğini görüyorsunuz. Sokakta müzik denince akla yasaklar geldiği için tam isabetle gazeteci Ilgaz Gökırmaklı sözü Meriç’ten devralıp 2000’ler sonrası sokak müziğinin yasak ve izin kısmına götürüyor bizi. Gazeteci ve kendisi de bir rap müzisyeni olan Muhsin Topyıldız, sokaktan çıkan rap müziğin hikâyesini anlatırken arkasına katıyor bizi, ilerliyoruz. Mimar ve tiyatro eleştirmeni Gülin Dede Tekin, ‘68 kuşağının efsanevi topluluğu Devrim İçin Hareket Tiyatrosu’ndan başlayarak İstanbul’daki sokak tiyatrosu deneyimlerinin izini sürüyor. Bugüne dek sokağı sahne olarak kullanan tiyatroları okurken, sonraki sayfalarda karşılaşacağınız ‘Sokak Resminden Korkuyorlar’ sergisine ince ipliklerle bağlanıyor zihniniz. Sokağın her dönemde farklı ifadeleri, anlamları, güncel siyasetle, hayatla farklı kesişimleri var ve bu sürekli değişmeye, dönüşmeye müsait. ‘Renk’ bölümü, sanırım en etkilendiğim bölüm oldu. İstanbul, önünüze bakarak yürüdüğünüzde başka, kafanızı kaldırdığınızda başka bir şehir. Sanat tarihçisi Ömer Faruk Şerifoğlu’nun binaların sürprizli seramik, mozaiklerinden söz ettiği çalışması sizi işi gücü bırakıp yürüyüşe çıkmaya teşvik ediyor. Erman Ata Uncu güncel sanatın sokaktaki kesişimini kentin politik değişimiyle anlatıyor ve bitirirken bu şehrin sanatı, rengi ne kadar çok hak ettiğini düşündürüyor okura. ‘Sokak Sanatlarında İstanbul’, yerinizden kalkmadan İstanbul’un sokaklarında uzun bir yürüyüşe çıkmaya benziyor. Zamanın, hayatın içinde yürüyorsunuz, Orhan Atasoy’un ‘Gemiler’ klibiyle Mirkelam’ın ‘Her Gece’ klibini birleştirdiğinizi düşünün, işte biraz öyle bir yürüyüş. Uzun ve eğlenceli. Sokak sanatını zihninizde neyle birleştirirseniz birleştirin, ondan azade olmadığını anlamak ve sokaklarda yürürken kafanızı daha çok kaldırmak için kitaplığınızda bulunmalı.
HER ŞEYİYLE SOKAĞIN DEVİNİMİNE AİT: AFİŞ İletişim tasarımcısı ve akademisyen Ömer Durmaz’ın makalesi, 1800’lerden itibaren İstanbul’un en etkili iletişim araçlarından olan, sanatsal özelliğe sahip grafik eserlere öncülük eden afişlerin çarpıcı macerasını ele alıyor. Sokak sanatları dendiğinde aklımıza doğrudan müzik gelse de sokağa çıkan tiyatro oyunları, gerek propaganda, gerek reklam amacıyla kullanılan afişler de bir parçası. Bedri Rahmi’nin “Afişin iyisi; evin içinde kafese konmuş bir canavara döner. Afiş dediğin sokakta gerek, onun hakkından ancak sokak gelir, evin içinde mi? Maazallah adamın üstüne saldırır, ısırır, dalar, kopartır” sözleri, 1900’lerden itibaren afişin İstanbul sokaklarındaki yeri ve anlamını da özetliyor.
ZAMANI BÜKEN MİMOZALAR Sanat yazarı ve editör Fisun Yalçınkaya’nın ve küratör Roxane Ayral’ın yazıları, murallar ve grafitiler arasında sokağın tam ortasına ışınlıyor bizi. Grafitinin aldığı yolu sanat ve kendini ifade biçiminin evrimleşmesi olarak görmek, vandalizmden sanat akımına dönüşümünü, insanları bir araya getirme gücünü fark etmenizi sağlıyor. Artık imzalarını bir arkadaşın el yazısı gibi tanıdığımız Mr. Hure, Leo Lunatic, Turbo gibi grafiti sanatçılarının işlerini hatırlıyor, yürümeye devam ediyorsunuz. Kılıç Ali Paşa Mahallesi’ndeki Enli Yokuşu’ndan geçen merdivenlerde bulunan Osman Hamdi Bey’in ‘Mimozalı Kadın’ı üzerinden, bir sokak resminin taşıyabileceği anlamları aktarıyor Fisun Yalçınkaya. “Merdivenlere yayılmış mimozalar, sadece güzel bir görüntü olmaktan çıkıyor. Osmanlı’dan bir eve, bambaşka bir âleme uzanıyorsunuz.”