Türkiye, Montreaux’de kazandığı uluslararası hukuk yoluyla hak arama ve elde etme tecrübesini Hatay konusunda da çok iyi değerlendirmiş, önce Hatay’a bağımsızlık verilip Suriye’den koparılması, daha sonra ana vatana ilhak edilmesi şeklinde cereyan eden iki aşamalı bir strateji izlemiştir. Nitekim, Hatay sorununa toprak isteyerek değil, Suriye’ye tanınacağı gibi Hatay bölgesi için de bağımsızlık isteyerek işe başlamıştır. Milletler Cemiyeti çerçevesinde varılan uzlaşma sonucu imzalanan 1937 Antlaşması ile Hatay’ın “ayrı bir varlık” olduğu kabul edilmiş; Türkiye, Hatay’ın toprak bütünlüğünün teminat altına alınmasında bir anlamda garantör devlet sıfatı elde etmiştir. Bu sebeple 1937 Antlaşmaları, Hatay meselesinin çözümünde önemli bir aşama olmuştur. Milletler Cemiyeti çerçevesinde imzalanan antlaşma ile statü ve anayasanın uygulanmasında Fransa’nın çıkardığı güçlüklere rağmen, Hatay davasını bizzat yönlendiren Atatürk, Türkiye’nin barışçı ve hukuka saygılı görünümünü bozmadan aşama aşama yürütmeye özen göstermiştir. Türkiye’yi işgalcilikle suçlayacak herhangi bir argüman vermemeye büyük gayret sarf etmiştir. Suriye’nin bağımsızlığını hararetle destekleyerek aynı hakkın Hatay’a verilmesi gerektiğini ısrarla savunmuş, Milletler Cemiyeti’nde ve Fransa ile yürütülen müzakerelerde hukuka saygılı bir tavır sergilemiştir. Ancak Atatürk, diplomasinin tıkandığı noktalarda askerî kuvvete başvurabileceğini Fransa’ya hissettirmiş ve Fransa’nın çıkardığı engeller böylece adım adım aşılmıştır. Türkiye’nin kararlı tavrı ve Avrupa konjonktüründeki hızlı değişmeler, Fransa’yı Türk haklarını teslime mecbur bırakmıştır. Sonuçta Milletler Cemiyeti’ni devreden çıkaran Türkiye, Fransa’yı ikili müzakerelere zorlayarak 1938 Antlaşması’nı imzalamıştır. Bu antlaşma ile ordusunu Hatay’a sokan Türkiye, bir anlamda davanın esası demek olan seçimlerin istediği şekilde sonuçlanmasını sağlamıştır. Bu bakımdan Türk ordusunun 1938 tarihinde Hatay’a girişi nihaî çözüme ulaşılmasında temel bir faktör olmuştur. Türkiye, diplomatik yoldan Hatay konusunda aldığı mesafeye paralel olarak gerek Türkiye’de gerekse Hatay’da yürüttüğü faaliyetler ile davayı içten kazanma yoluna gitmiştir. Bu faaliyetlerde Türkiye ile koordineli bir şekilde Hatay Türkleri teşkilâtlandırılmış, Türkiye’den gönderilen memur ve diğer Hatay doğumlular ile Türkler güçlendirilmiş; seçimlerde yapılan organizasyonla Fransa ile Suriye’nin oyunları bozularak ve diğer unsurların da bir kısmı kazanılarak seçimlerde gerekli çoğunluk elde edilmiştir. Böylece Hatay meselesinin başından itibaren savunulan, “Hatay’ın büyük çoğunluğu Türktür” tezi hukuken tescil edilmiştir. Sonuçta Tayfur Sökmen’in Cumhurbaşkanı, Abdurrahman Melek’in Başbakan olduğu her yönüyle; Türklerin hâkimiyetinde bağımsız Hatay Devleti’nin 2 Eylül 1938 tarihinde kurulmasıyla, aslında Türkiye açısından sorun büyük oranda çözülmüştür. Çünkü böyle bir devlet nasıl olsa Türkiye ile sıkı işbirliği içinde geleceğini kararlaştıracak, bu karar da ana vatana bağlanmak olacaktı. Nitekim Hatay Devleti’nin kurulmasından sonra yapılan düzenlemelerle Fransa ve Suriye’nin etkisinden kurtarılan Hatay, Türkiye ile bütünleşmenin eşiğine getirilmiştir. Avrupa konjonktüründeki hızlı değişmelere paralel olarak da Türkiye’nin şartlarını kabul eden Fransa ile 23 Haziran 1939 tarihinde Hatay’ın Türkiye’ye bırakılmasına ilişkin anlaşma imzalanmış, aynı gün Hatay Meclisi Türkiye’ye ilhak kararı almıştır. 7 Temmuz 1939 tarihinde çıkarılan “Hatay Vilayeti Kurulmasına Dair Kanun” ile merkezi Antakya olmak üzere Hatay vilayeti kurulmuştur.