Güncelleme Tarihi:
2001 sonrası her iki alanda reformlar yapıldı, güçlendirildi; kur rejimi değişti, bankacılık temizlendi. Asıl, her iki krizin yapısal temizliği yapılırken, sisteme güvensizliği yaratan siyasi oyuncular da 2002 seçimlerinde seçmen tarafından tasfiye edildi. İşte AK Parti’yi yaratan ivme, bugün çöküyor.
2011’den sonra belirgin biçimde ekonomik ve siyasal sisteme olan güveni temellerinden sarsan adımlar atılıyor. Sisteme olan güvensizlik yükselirse ne zaman ve nasıl geleceği kestirilemeyen biçimde, Türkiye sonuçları itibariyle benzer bir krizi yaşayabilir. Hele ki küresel ekonomide bol para döneminin bittiği ya da gelişen ülkelere gitme iştahını kaybettiği böyle bir konjonktürde, olasılığı artıyor. Bu süreci güçlendiren ‘rahatlık’ da, her güven sarsıcı adımın sonunda “yaptık herhangi bir şey olmadı” düşüncesiyle yeni bir adıma kapı açılmasıdır.
Türkiye’de iş kesiminin sesi 2008’den bu yana kesildi. Hükümetin kararları, ekonomi politikası ya da ekonomik gidişatla ilgili karşıda duran herhangi bir tutum ya da görüş belirtilemiyor. Bu tek başına ifade özgürlüğü sorunu değil, iş ve yatırım yapma güveni ile iştahını törpüleyen, güçler ayrılığını ve hukukun üstünlüğünü çöpe atan bir otoriterleşme. Farklı görüş dile getiren sivil kuruluşlar, kişiler itibarsızlaştırılarak ezilmeye çalışılıyor.
2008 sonrası, siyasal alandan iş yaşamına doğrudan çok güçlü sinyal etkisi olan üç önemli gelişme yaşandı. Birincisi özel mahkemelerin kurularak Ergenekon davaları sürecinde, muhalif olan ne varsa önüne katarak ‘tutuklayarak cezalandırma’ yöntemi ile hallaç pamuğu gibi atıldı. Bu dalga, iş dünyasına da aba altından sopa gösterdi, susturdu.
İLK ÖRNEK OLDU
İkinci gelişme, vergi denetimi ve ağır cezaların siyasetçinin elinde bir silah gibi kullanılmasının en güçlü örneği gösterildi. Yargı siyasallaştı; iş dünyası ‘haklı da olsam hangi mahkemede haklı çıkabilirim ki?’ düşüncesine kapıldı.
Üçüncüsü de önceki gün ilk örneği yaşandığı gibi; bir iş grubunun tüm mal varlığına kayyum atanarak el konulması. Yargıç kararıyla atananların da partili ya da o iş grubunun rakibinden getirilmesi. Çok rahatlıkla terör organizasyonları ile ilişkili gösterilip malınıza mülkünüze el konulabileceğinin ilk örneği kamuoyunun önüne konuldu.
1994 ve 2001 krizlerinde çok belirgin olan şuydu; hane halkının sisteme güveni kalmadığı anda parasını bankalardan çekiyordu. O dönemde bankalara güvenmediği gibi, ülkeyi yöneten siyasetçilere de güvenmiyordu. Zenginlerin ise paralarını yurtdışına transfer ettikleri, özel bankacıların İstanbul’da kamp kurdukları bilinen olgular.
Türkiye’de ekonominin ve kapitalizmin ulaştığı seviye, politik nedenlerle hukuksuz biçimde özel mülkiyete el konulmasını kaldırmaz. Kapitalizmin temeline aykırı bu. Kaldıramayacağı da zaman içinde görülecektir.
Özellikle de küresel sermaye akımlarının kaymağını yiyen, bunu oya tahvil eden bir partinin bu tehlikeli adımları atıyor olması, kendi altını oymaktan farklı değil. Bu durum, ülkeyi 13 yıldır yöneten partiye yakınlık duyan iş kesimi için de fazlasıyla ürkütücü olmalı. Zira yakılan bu ışık ile bir yol açılıyor. İktidarlar değiştiğinde bu yöntemlerin yine haksız biçimde farklı kesimlere uygulanmasına kapı açılmış oluyor.
Ekonomik başarının olduğu dönemde üzerine güven elbisesi giydirilen Babacan gibi siyasetçilerin de, zor dönemlerde gösterilen bir başarısı olmadığı gibi bu hukuksuzlukları seyretmeleri de toparlanma açısından umut kırıcı.
Bugün ‘nasıl olsa bir şey olmuyor’ düşüncesiyle kurumlar ve kurallar yerle bir edilip hukuksuzluklara bir yenisi eklenirken günün birinde kapımızda krizle karşılaştığımızda Dornbusch’un sözleri aklımıza gelsin. İktisatçı Rudiger Dornbusch bir mülakatta Meksika krizi üzerine şu sözleri söylüyordu; “Krizin gelmesi sandığınızdan çok daha uzun zaman alır; olması düşündüğünüzden çok daha hızlıdır.”