Şükrü KIZILOT
Oluşturulma Tarihi: Ekim 28, 2003 23:00
Sosyal bilimciler, konuya pozitif gözle baktıklarında ‘‘ne olmuş, nasıl olmuş?’’ sorusunu, normatif gözle baktıklarında ise ‘‘nasıl olmalı ya da olmalıydı?’’ sorusunu sorarlar.
Toplumsal refah ekonomi politikalarının temel hedefidir. İnsanımız 80 yıl öncesine göre daha iyi durumda. Ancak bugünkü refah düzeyi olması gereken düzey midir? Ne yazık ki buna ‘‘evet’’ demek mümkün değil.
Cumhuriyetimizin 80. yılını kutluyoruz. Neredeyse asırlık bir geçmişe sahip Cumhuriyetimizin, onun değerlerine daha sıkı sarılmak açısından, son derece anlamlı olduğu bugün, bir sosyal bilimci olarak 80 yılı değerlendirmek gerekli.
Sosyal bilimciler, özellikle de maliye ve iktisat gibi dallarla uğraşanlar konuya bir pozitif bir de normatif gözle bakarlar. Pozitif gözle baktıklarında ‘‘ne olmuş, nasıl olmuş?’’ sorusunu, normatif gözle baktıklarında ise ‘‘nasıl olmalı ya da olmalıydı?’’ sorusunu sorarlar.
Bu bakışla, yani öncelikle ‘‘80 yıldan bu yana toplumsal refahtaki gelişmeler nasıl olmuş’’ diye pozitivist bakışla ele aldığımızda, aşağıdaki tablo ortaya çıkıyor.
NEREDEN NEREYE
Savaştan yeni çıkmış, ulusal üretim düzeyi son derece düşük, zengini yok denecek kadar az, yoksulu ise son derece fazla, geri bir tarım toplumundan bugünlere geldik. Dünyanın en büyük 17. ekonomisine sahibiz. Ekonomimiz süreç içerisinde, belli kriz dönemleri dışında (örneğin 1980, 1994, 1999 ve 2001 gibi) sürekli büyümüş ve planlı kalkınma döneminde olduğu gibi bu büyüme hem ciddi oranlarda hem de istikrarlı olmuş (örneğin yüzde olarak 1924'te 18, 1934'te 32, 1964'te 12, 1974'te 9, 1984'te 9.8).
Yıllık nüfus artışı Cumhuriyetin ilk yıllarında ortalama yüzde 2.1, II. Dünya Savaşı yıllarında yüzde 1.5, planlı kalkınma döneminde yüzde 2.3 iken günümüze doğru yüzde 1.6'lara kadar inebildi. Kişi başına düşen gelir 100 dolarlardan kriz dönemlerindeki azalmalar dışında, sürekli bir artış göstererek 2500-3000 dolarlara yükseldi.
Üretim yapısında önemli bir değişiklik oldu ve Türkiye geri bir tarım toplumundan giderek sanayi ve hizmet sektörlerinin ağırlık kazandığı bir topluma dönüştü. Öyle ki 21. yüzyılın başlarında tarımsal üretimin, milli gelir içindeki payı yüzde 13'lere inerken, sanayi üretiminin payı yüzde 28'e; ticaret, ulaştırma, ihracat, konut ve hizmet sektörünün payı yüzde 59'a çıktı. Sektörel büyüme hızları açısından da en hızlı büyümenin (örneğin 2000 yılında) yılda yüzde 9 ile hizmetler ve sonrasında yüzde 5.6 ile sanayide olduğu görülüyor. Toplumdaki okur-yazar oranı 1935'te yüzde 19'dan 1980'de 67'ye, 1990'da yüzde 81'e çıktı. Olumlu gelişme örneklerini çoğaltmak mümkün. Örneğin bu dönem zarfında özel sermaye birikimi hızlı bir şekilde arttı, alt yapı çalışmaları tamamlandı, yurdun her yanında kamusal ve özel fabrikalar kuruldu, ekonomimiz dışa açık bir ekonomiye dönüştü ve Avrupa ülkeleri ile boy ölçüşebilir duruma geldi.
TOPLUMSAL REFAH
Toplumsal refah ekonomi politikalarının temel hedefidir ve bu bağlamda, geçtiğimiz dönemde toplumsal refahın artmış olması beklenir. İnsanımız 80 yıl öncesine göre daha iyi durumda. Ancak bugünkü refah düzeyi olması gereken düzey midir? Ne yazık ki buna ‘‘evet’’ demek mümkün değil. Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü'nün 2003 İnsani Gelişme Raporu'na göre, Türkiye 175 ülke içinde 96. sırada. Bunun geçen yıl 85. sıra olması ülkemizin insani gelişme ölçütleri açısından giderek gerilediğini ortaya koyuyor. Aynı raporda eğitime harcanan pay açısından 153. sırada ve Zambiya ile aynı sırada olduğumuz, sağlığa ayrılan pay açısından AB üyesi olan ve olmayı bekleyen toplam 28 ülke içinde sonuncu sırada yer aldığımız ortaya çıkıyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlik ise toplumsal refahı en fazla zarara uğratan şeylerin başında geliyor.
DİE'nin son rakamlarına göre, nüfusun en zengin yüzde 20'si milli gelirin yüzde 55'ini, en yoksul yüzde 20'si ise yüzde 5'ini alabiliyor. Nüfusun en yoksul yüzde 40'ının payı ise sadece yüzde 13 civarında. Üstelik gelir dağılımındaki bu adaletsizlik uygulanan vergi politikalarıyla daha da pekiştirildi. Vergi mali güce göre alınmadı. Vergi yükünün daha ziyade dar ve sabit gelirlilerin üzerinde kalmasına neden olan ÖTV ve KDV gibi dolaylı vergilere ağırlık verildi. Bu vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 70'e çıktı. Oysa sadece 30 yıl önce gelir ve kurumlar vergisi gibi vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 70, dolaylı vergilerin payı yüzde 30 dolayında idi.
Bu aşamada, ne olduğu kadar, nasıl olması konusu üzerinde de kafa yormak gerekiyor...