Güncelleme Tarihi:
KEMAL Derviş yurtdışında kaynak araya dursun biz ona kaynağın içerde de yaratılabileceğini gösteren bir örnek verip, yardımcı olmaya çalışalım.
Örneğin Ehliyet Alma ve Trafiğe Araç Kaydettirme işini o kadar zor hale getirmişiz ki bunun sonucu olarak Trafik Şubeleri'nin çevresi ‘‘İş Takip’’ bürolarından geçilmiyor. (Bu konuda Kemal Derviş'in çok fazla yapabileceği birşey yok onu biliyorum.)
Eğer trafiğe bir araç tescil ettirecekseniz, Türkiye Şoförler ve Otomobilciler Federasyonu'ndan 2 Milyon TL.'ye doldurulacak belgeleri içeren bir dosya almanız gerekiyor. Plaka için derneğe ödeyeceğiniz para 8 milyon 600 bin TL.
İkinci durak Maliye. Tescil harcı için ödeyeceğiniz para 46 milyon 640 bin TL.
Üçüncü durak Trafik Şube, burada iki ruhsat için ödeyeceğiniz para 16 milyon TL.
Eğer aracınızın muayene gereksinimi varsa birde 23 milyon 260 bin TL muayene harcı yatırmanız gerekiyor.
Dolap beygiri gibi o kapıdan bu kapıya dolaşmayı, yığınla belgeyi doldurmayı gözünüz yemediği için bir iş takibi bürosuna teslim oluyorsunuz. İş takibi için de ödeyeceğiniz para en az 10 milyon TL.
Oysa hem sürücü belgesi hem de araç tescili için gerekli belgeler azaltılabilir, basitleştirilebilir, süreç de kısaltılabilir. Hatta artık gerekli formların önceden basılmasına da gerek yok. Gerekli formlar bilgisayardan çıkarılır, böylece hem arada kazanç sağlayan kurumlar azalır hem de kapı kapı dolaşma çilesi biter.
Bir an için diğer kalemleri dışarıda tutup Trafik Kanunu'nun 131'inci maddesi uyarınca basılı kağıt, dosya ve plaka bedeli olarak Türkiye Şoförler ve Otomobilciler Federasyonuna ödenen 10 milyon 600 bin TL'yi düşünelim. Bu yıl 300.000 tescil işlemi olacağını varsayarsak Federasyonun kasasına sadece bu işten girecek para 3.2 trilyon TL.
Yine kanuna göre Federasyon her yıl masraflar çıktıktan sonra bu paranın % 60'ını Trafik Hizmetleri Geliştirme Fonuna veriyor. % 40' ise Federasyonda kalıyor.
Diyeceksiniz ki 3.2 triyon atla deve değil, Türkiye'ye ilaç olmaz. Oysa, bunun gibi gözle görülmeyen ‘‘görev zararlarını’’ üst üste koyup Türkiye'de herşey bir çeki düzen versek, yaratılan kaynak Türkiye'ye bırakın ilaç gibi gelmeyi hastane gelir hastane!
Bu arada mecliste şu anda görüşülen yeni trafik kanununda yukarıdaki abukluğu giderici hiçbir önlem görünmüyor.
Yok mu ABD'de Trafik sistemleri konusunda uzman bir Derviş!
Deli danalar lahanaları yedi!
GEÇENLERDE Küçük Himinimiz yemek yerken lokmasını yutamayınca , gözlerini yuvalarından fırlatıp kafasını merdaneli çamaşır makinası gibi bir o yana bir bu yana sallamaya başladı. Karım Ecmel hemen atıldı ‘‘Müjde bir deli danamız oldu!’’
O an ben de jeton düştü ve aylardır ağzımıza doğru dürüst kırmız et koymadığımızı farkettim. Annemiz çocuklarını deli dana tehlikesine karşı korumaya çalışıyordu. Anlayacağınız ‘‘Hadi biz neyse de ya çocuklar...sendromu’’ devreye gireli epeyce olmuştu. Hani şu ‘‘dandini dandini dastana, danalar girmiş bostana, kov bostancı danayı, yemesin lahanayı’’ diye diye sahip olunan sendrom var ya işte o sendrom!
Birden içime kurt düştü. Acaba annemiz normal bir anne miydi? Yoksa Himiniler ve ben ‘‘sağlıklı beslenme anomalisi’’nin birer kurbanı mıydık? Hemen HTP şirketini aradım.
Hane Tüketim Paneli (HTP) Araştırma Şirketi her ay 3 bin 200 ailenin tüketim alışkanlıklarını izliyor. Onların evlerine neler aldıklarını raporlayıp, 20 bin nüfusun üstündeki yaklaşık 5.6 milyon eve genelliyor.
Onlardan rica ettim, son üç yıldaki beyaz et, kırmızı et ve balık tüketimini analiz ettiler. Aylık ölçümlerdeki dalgalanmayı engellemek için, o ay ve önceki iki ayın tüketimlerini toplayıp ortalama aldılar.
Sonuçlara göre geçen yıl Temmuz ayından bu yana ilk defa beyaz et tüketimi kırmızı et tüketimini geçmiş görünüyor. 2001 yılı Ocak ve Şubat aylarında ise aranın iyice açıldığı gözleniyor. Kısmen de olsa son iki yılda görülmeyen bir balık tüketimi artışından da söz etmek mümkün. Şüphe yok ki araştırma sonuçları Türkiye'nin tüm tüketimini göstermiyor. Ama bize çok önemli bir eğilimi sergiliyor. (Yaşasın annemiz normal!)
Kırmızı et tüketimindeki bu düşüşü, ya da beyaz et tüketimindeki artışı kuşku yok ki birçok etkene bağlayabiliriz. Örneğin alım gücünün düşmesi, sağlıklı beslenme eğilimindeki artış gibi.
Ancak, bu düşüşte bizim evde olduğu gibi deli dananın da hatırı sayılır bir etkisi olduğu ortada.
Deli dana hastalığı ve alınan önlemler konusunda yeterince bilgilendirme olmayınca, deli danaların kovulamadığı ve bütün lahanaları yedikleri anlaşılıyor!
‘Güveninizin eseri’nden ‘gerçek dost’a
GEÇEN hafta ‘‘Önümüzdeki hafta Akbank reklamını yorumlayacağım’’ diye yazdım, mesaj kutum doldu doldu boşaldı.
Bir yanda reklamı kan hastalıklarının yaygınlaştığı bu dönemde çocukları kan kardeş olmaya özendirdiği için eleştirenler var. Onlara göre çocuklar bu reklamdan etkilenip, iğneyle ellerini delebilir ve birbirlerine kan hastalığı geçirebilirlermiş..
Diğer yanda, kriz döneminde genel olarak bankaları eleştirip ‘‘Ayıdan post, bankadan dost olmaz’’ diyenler var. Onlara göre bankalar böyle reklamlar yapacaklarına kredi kartı faiz oranı düşürselermiş, ek hesaplarını kaldırmasalarmış.
Bu kadar etkili bir reklamın bu kadar çok yan düşünceyi tetiklemesi çok normal. Çocukları kankardeşliği özendiriyor diye de abartmamak gerekir. Akbank da fazlasıyla bu konu da duyarlı bir şekilde davrandı ve hemen iğnenin bulunduğu görüntüleri reklamdan çıkardı.
Akbank ne zamandır iletişimine yön vermeye çalışıyordu. Bence bu kampanyasıyla da aradığı yolu buldu. Akbank'ın bu reklamıyla farkında olma eşiğini önemli ölçüde aştığı ortada. Üstelik televizyon reklamının ‘‘anlama’’ eşiği de oldukça yüksek..
Bunda reklamın müziğinin, Goran Bregoviç ve Candan Erçetin ikilisinin büyük bir katkısı var kuşkusuz. Kampanyanın basın ve açık hava uygulamalarını çok beğendim. Hele radyo, inanılmaz bir etki yaratıyor. Televizyonda bütünle başlayıp, yüzme, bowling, lunapark gibi paylaşılan anları ayrı ayrı göstermek, beğeni düzeyini ve izlenirliği arttırıyor.
Niçin reklamı ‘‘çocukları kankardeş olmayı özendiriyor’’ diye eleştiriyoruz da, reklamın ana hedef kitlesi olan biz yetişkinleri neye özendirdiğini hiç düşünmüyoruz!
Geleceğe oldukça karamsar baktığımız, yanıbaşımızda sarılacağımız birkaç gerçek dost aradığımız şu günlerde niçin bu reklamın bir yaşam sevincini, bir tutam mutluluğu, bir yudum nefesi, kana kana solunan arkadaşlığı içinde barındırdığını düşünmüyoruz.
Biz Türkler, duygusalız. Bu ülkeyi her şeye rağmen atakta tutan şey de bu duygusallıktan kaynaklanan güçlü dostluklar, içten, sıcak ilişkiler. Akbank reklamı bizi biraz da kendimizle yüzleştiriyor.
Akbank bu kampanya ile kendisini imaj açısından çok etkili bir şekilde farklılaştıracaktır. Gördüğüm tek eksiklik kampanyanın geleceğe açılımının olmamasıdır. Artık ‘‘Uzun Ömürlü Gerçek Dostumuz’’ Akbank ‘‘Güveninizin Eseri’’ ne dönemez. Peki nereye gidebilir? Göreceğiz.
* * * * *