Güncelleme Tarihi:
Her yıl olduğu gibi bu yıl da, son anda bayram ve yılbaşında evde oturmaktan vazgeçtik, tövbemizi bozup ailemizin seyahat acentasından üç ay taksitle bir otele yazıldık.
Kocatepe sırtlarından kar tipi demeden yardırıp güneye indik. Otelin adı önemli değil. Antalya sahillerinin ilk beş tesisi arasında sayılıyor. Hizmette kusur yok! Herkes canla başla çalışıyor.
Otel yaz aylarında mükemmeldir sanırım. Kış ayları için de kapalı alanı oldukça geniş. Ama havalar kapalı olunca, 1200 kişi de bu kapalı alana dolunca haliyle daral geliyor insana.
İlk gün bir daral geldi, geliş o geliş... Kahvaltı salonundan adımımı attığımda önce bir karınca yuvasına girdiğimi sandım. Yüzlerce insan oradan oraya koşturup, daha doğrusu saldırıp karınlarına iki lokma bir şey sokmaya çalışıyorlardı.
Daha önceki bayramlardan antremanlı olduğum için, diğerlerinden önce davranmanın önemini kısa sürede kavrayıp Himinilere ve annelerine ‘‘Hücuuum! Hilal 1’’ emrini verdim. Bu daha önce evde çalıştığımız bir taktikti.
Görkem ve Gülce soldan, ben ve Ecmel sağdan ‘‘yarım ay’’ şeklinde yaklaşarak, dört kişilik bir masayı ele geçirdik. Aslında masayı ele geçirip geçirmediğimizden tam emin değilim. Çünkü masadaki yeme işlemi hálá bitmemiş görünüyordu.
Ya bizden önceki karınca ailesi savaşmaktan halsiz düşmüş, aldıkları ganimetleri yeme gücünü kendilerinde bulamamışlardı ya da biz, tatillerini bizim bayram tatiline getirerek ‘‘enayilik’’ mertebesine ulaşmış bir takım küçük Japonlar'ın üzerlerinde oturuyorduk!
Masa bulmakla iş bitse iyi. Asıl mücadele bundan sonra başlıyordu. Saat 09.15'di ve kahvaltı saat 10.00'da bitiyordu. Aslında kucak kucağa oturduğumuz için yandaki karınca ailesinin tabaklarından pekala otlanabilirdik. Terbiyemizden yapmadık tabi ki!
Anne karınca kaşını gözünü yara yara peynir, salam, yağ, reçel kuyruğuna girdi. Büyük himini, çay kuyruğunda ömür tüketmeye koyuldu. Küçük himini masa nöbetçisi oldu. Ben de ekmek kuyruğuna girdim.
Kuyrukta beklerken içimden ‘‘Ecevit geldi, yine kuyruklar başladı’’ diye geçirecektim, ama halk mazoşistse Ecevit ne yapsın.
Her bayram bir şekilde bu rezilliği yaşıyoruz, paramızla rezil oluyoruz, sonra tövbe ediyoruz, sonra yine ‘‘sürünün parçası olma’’ duygusuyla ‘‘güney’’e inmekten kendimizi alamıyoruz.
Güney'e inmek! Ne haltsa bu... Sanki Allah'ın aralık ayında Kastamonu'ya ya da Yozgat'a gidip bir otelde kalsak çok şey değişecek!
Denize girecek olsak adamın soğukta bir tarafı donar, hamam her yerde hamam. Peki biz bu cefayı niye çekiyoruz kardeşim!
Hay ‘‘güney’’imiz batsın. Hay iki bitimiz bir hokka gelsin..
Birden her nedense, bu düşünceler arasında kendimi artık karınca gibi hissetmediğimi farkettim. Kendimi resmen ‘‘koyun’’ gibi hissediyordum. Siz bu satırları okurken ben kendimi en az bir on kere daha ‘‘koyun’’ gibi hissetmiş olacağım.
En acısı da ne biliyor musunuz? Siz evinizde yılbaşı gecesi ana baba, çoluk çocuk mutlu mutlu, televizyon kanalları arasında dolaşıp, zeytinyağlı dolmaları mideye indirirken biz ‘‘Güney’’de ‘‘hilal’’ taktiğiyle kaptığımız masada, belediye otobüsü efektleriyle kucak kucağa yeni yıla girdik!
Oturun oturduğunuz yerde şükredin halinize. Bayramda, yeni yılda ev gibisi yok! Bir kere daha Türkiye'ye sesleniyorum:
Mazoşistliğin lüzumu yok Türkiye!
Yeni yılda bir değişiklik yapalım
YENİ yılda kişisel kalitenizi artırmanız, toplumsal düzenimize katkıda bulunmanız, daha örgütlü bir toplumsal yapıya ulaşmamız açısından sizden bir ricam var.
Nasıl olsa yeni yılda da bu tıkanmış siyasal sistemden, dolayısıyla bu çapsız liderlerden, dolayısıyla da asker güdümünde yönetilmekten kurtulamayacağız.
Nasıl olsa iktidar mücadelesini kazanmak için dini siyasete alet edenlerle siyasal ve hukuk sistemi içinde mücadele etmeyi öğrenemeyeceğiz.
Nasıl olsa birlik ve bütünlüğümüzü ancak farklı alt kültürlerin yaşam ihtiyaçlarını karşılayarak sağlayabileceğimizi anlamayacağız.
Nasıl olsa ekonomiyi, dolayısıyla gelir dağılımını düzeltmeyeceğiz.
Nasıl olsa insan hakları ihlallerinin üstesinden gelemeyeceğiz.
Nasıl olsa düşünen beyinleri düşündüğüne pişman etmekten geri durmayacağız.
Nasıl olsa eğitim, sağlık, trafik, çarpık kentleşme sorunlarını çözemeyeceğiz.
Nasıl olsa daha basit, her türlü gelir gideri hesaba katan, bireye yönelik bir vergi yasası çıkaramayacağız.
Hiç olmazsa bu yıl evinizin ‘‘sürahi dolum’’ sisteminde bir değişiklik yapın. Bardağa su doldurup içtikten sonra sürahi boşalmış ise onu yeniden siz doldurun. ‘‘Nasıl olsa benim işim bitti, sonra gelen doldurur’’ diye düşünmeyin.
Fazla bir şey mi istiyorum? 2001 yılında bunu da mı başaramayız sizce. Bir denesek!
Baktınız ev halkı yılın ilk altı ayında yeni düzene uyum sağlayamadı, işyerinizdeki tuvaletten malum yazıyı söküp sürahinin üstüne yapıştırırsınız:
Nasıl bulmak istiyorsan öyle bırak!
Sinan Çetin neden alınıyor?
SİNAN Çetin iki kere aramış. Bir türlü görüşmek mümkün olmadı. Sanırım yönetmeni olduğu Turkcell reklamı ile ilgili söyleyecekleri vardı. Kent reklamı eleştirimden sonra da başka söyleceklerinin olduğuna eminim.
Bildiğiniz gibi Kent reklam filminin de yönetmeni Sinan Çetin. Kendisiyle görüşmeden önce bazı şeylere açıklık getirmekte yarar var.
Sinan Çetin'in yönettiği reklam filmleri stratejik yönden eleştirildiğinde gereksiz yere alınganlık gösteriyor. Strateji eleştirilerinin muhatabı o değil ki!
Sinan Çetin, Kent reklamıyla ilgili görüşlerini soran Tolga Tanış'a ‘‘Buna duygu sömürüsü diyenler her etkili filme aynı şeyi söylüyorlar onun için artık onlarla uğraşmaktan vazgeçtim’’ demiş. Niye Sinan Çetin ‘‘onlarla’’ uğraşıyor ki! ‘‘Onlarla’’ bıraksın reklamveren uğraşsın.
Daha önce bir projede Sinan Çetin ile birlikte çalıştım. Reklam işini ne kadar ciddiye aldığına, senaryodaki mesajı anlayıp, nasıl daha iyi iletebilirim diye saatlerce kafa patlattığına, hatta mesajı olmayan senaryolara bir fırça darbesiyle mesaj kattığına birinci elden tanık oldum.
Tanık olduğum bir şey de Sinan Çetin'in reklam filmi çekim sürecinde kontrolü ne kadar zor bir yönetmen olduğu.
Eğer senaryonuza hakim değilseniz, onu yazarken daha ne ilettiğini anlamamışsanız, Sinan Çetin sizi alır başka bir yere götürür. Nereye gittiğinizin farkına bile varmazsınız.
Eğer senaryonuza hakimseniz Çetin'in yarattığı ‘‘meydan okuyan’’ tartışma ortamları mesajınızın gelişmesine yardımcı olur, ama nerede durmanız gerektiğini bilirsiniz ve bilmelisiniz de...
Bence, Çetin'in yönettiği hem ağlatan Kent, hem de Ara Güler'li Turkcell filmleri bundan daha iyi çekilemezdi. Benim eleştirilerim, reklam uygulamasına dönük şeyler değil, stratejiye yönelik şeyler. Dediğim gibi muhatabı da Sinan Çetin değil, reklamveren...