Güncelleme Tarihi:
Bunlardan bazılarını şöyle sıralamak mümkün:
- PISA’daki başarımız yükselmeden ekonomi büyümez.
- Mesleki eğitimin oranını yükseltmek gerek.
- Sınıflara teknoloji girdiğinde eğitimin kalitesi yükselir.
- 21. yüzyıl becerileri eğitimin ana hedefi olmalı.
- Okullar iş dünyasının ihtiyacı olan mezunlar veremiyor.
- Eğitim sistemimiz tek tip insan yetiştiriyor.
- Özel okulların sayısı artarsa eğitim düzelir.
- Eğitimin kalitesinin artması için öğretmen maaşlarının yükselmesi gerek.
- Eğitimde ezber olmaz.
- Ülkemizde yapılan araştırmaların sayısı arttıkça bilim yükselir.
- Eğitime harcanan paranın miktarı arttıkça eğitimin kalitesi yükselir.
- Merkezi sınavlardaki başarı yükselirse eğitimin kalitesi yükselir.
- Okullaşma oranının artması eğitimin iyileştiğini gösterir.
- Eğitimde tevhit olmaz/Tevhid-i Tedrisat’tan asla taviz verilmemeli.
Bu tür önermelerin sayısını arttırmak elbette mümkün. Sebep sonuç ilişkileri son derece zayıf ve tartışmalı olan bu önermelerden birkaçına açıklık getirelim.
Namık Kemal, “eğitim önemlidir” diyenlere “itikadımca maarifin faydasından bahsetmek güneş için kaside söylemek gibidir” diyor. Artık eğitim önemlidir babındaki cümleler, yerini niteliğe yönelik cümlelere bırakmalı. Son yıllarda, eğitimin kalitesini olağan olarak uluslararası göstergelerle ilişkilendirme eğilimi güçleniyor.
Bu çerçevede, PISA gibi uluslararası sınavlardaki sıralamamız, eğitim sistemimizin başarısızlığının temel bir kanıtı olarak gösteriliyor. Hemen arkasından şu cümle ekleniyor:
“Bu sınavlarda başarılı olmadıkça ekonomimiz düzelmez”.
Eğitim ve ekonomi ilişkisi
Kompleks sistemlerin tekil sebep-sonuç ilişkileriyle açıklanamayacağı aşikar. Bu mantıkla, önümüzdeki 10 yıl eğitime 10 kat daha fazla yatırım yaparsak ekonomimiz düzelmiş oluyor. Buradaki çıkmaz, bir ülkenin ekonomisinin bir ekosistem içinde yeşerdiğini gözden ırak tutmaktır. Ülkedeki bilim algısı, şifahi kültürün niteliği, ahlak/hukuk/özgürlük ilişkisi, ar-ge mantalitesi, inovasyon kültürü, eğitimin “özgün kalitesi” ve benzeri etkenler söz konusu ekosistemin ipuçlarını veriyor.
Bu parametrelerin birlikte dönüşümü ekonomiyi geliştiriyor. Bu dönüşüm için tüm sektörlerin “birbiriyle konuşan politikalar”la yönetilmesi gerekiyor. Örneğin eğitimle ilgili bir karar alınırken;
- Bu karar ana felsefemize uygun mu?
- Çocuğun yararına mı?
- Ekonomiye bir katkısı var mı?
- Toplumsal bütünleşmeye hizmet ediyor mu?
türünden soruların sorulması gerekir. Bu sorular sorulmadığında, aynı iktidarlar döneminde bile çelişkili kararlar alınabilir. Uluslararası sınav sonuçlarının ekonomi temelinde ele alınması çelişki yaratan kararlara yenisini ekleyebilir.
Eğitim ve ekonomi ilişkisini bu derece vurgulamak kimi zaman yanıltıcı olabilir. Aksi halde PISA 2012 matematik sınavında Fransa’nın neden 25’inci, ABD’nin neden 36’ncı sırada olduğunu açıklayamayız. Ya da 52’nci sırada olan Malezya’nın ihracattaki yüksek teknolojili ürün oranının niçin yüzde 44, Türkiye’nin niçin yüzde 2’lerde olduğunu izah edemeyiz.
Güçlü bir ekonomi için ileri teknoloji, yüksek bir teknoloji için inovasyon oldukça önemli. 2014 Global İnovasyon İndeksinde bir ülkede inovasyonun ön koşulları, kurumlararası işbirliği kapasitesi, beşeri sermaye-araştırma, alt yapı, pazarın ve iş dünyasının ne derece sofistike olduğu gibi 15 alt başlıkta ele alınıyor.
Eğitim kritik bir öğedir ancak, bunlardan sadece biridir. Bütün sektörlerde birbiriyle konuşan politikalar üretmek işte tam bu noktada önem kazanıyor. Eğitimin niteliğiyle ekonominin gücü arasındaki ilişkiyi daha rasyonel bir temelde ele almak zorundayız. Bu ilişkiyi doğrulayan çalışmalar olduğu gibi, aksini iddia eden çalışmalar da bulunuyor.
Rasyonel bir temel için öncelikle kavramlar üzerinde mutabakat sağlamak gerekiyor. PISA sonuçları gerçekten bir ülkedeki eğitimin kalitesini gösterir mi? Bu tür sınavlara büyük yüklemeler yapmak yerine, daha gerçekçi çözümlere ihtiyaç görünüyor. Kullandığı ölçme-değerlendirme ve istatistik modeller ciddi anlamda eleştirilen PISA, eğitimin ölçülebilir boyutlarının sadece belirli bir kısmına yöneliktir.
PISA sonuçlarından, abartmadan yararlanabiliriz
Eğitimin ölçülebilir veya ölçülemez olan çok daha büyük bir kısmı ihmal edilerek, sanki PISA eşittir eğitimin kalitesi gibi bir manzara ortaya çıkartılıyor. UNESCO gibi eğitim ve kültürle ilgili kuruluşlar dururken, OECD gibi eğitimi ekonominin yedeğine almış götüren bir kuruluşun PISA türü çalışmalarla eğitimsel algıyı yeniden çerçevelemeye çalışması ilginç görünüyor. Zaten teknolojinin yedeğine alındığı için yorgun düşen bir eğitim kurumu bu vesileyle zihinsel bir kolonizasyon aracı haline geliyor.
Dünyanın en iyi eğitim sistemi olarak tanımlanan eğitim kurumlarından mezun olanlar, şeytani çıkarları için dünya ölçeğinde ekonomik kriz çıkarıyorlar, yüzbinlerce mazlumun savaşlarda ölmesi için yaratıcı-inovatif stratejiler geliştiriyorlar, dünyadaki tüm açlığa çare olacak yarım milyar dolar parayı, her yıl tüketimi körükleyen yaratıcı reklam bütçelerine ekliyorlar.
Eğitimli insandan ne anladığımızı OECD’nin göz bağlama taktiklerine bırakamayız. Aksi halde, “Tüm ülkelerin PISA ortalamalarının Finlandiya seviyesine çıkması durumunda bu artışın 260 trilyon dolara, tüm öğrencilerin minimum yeterlik seviyesine erişmeleri durumunda ise 200 trilyon dolara karşılık geleceği tahmin ediliyor” türünden sahte bilim havuçlarına inanmamız gerekiyor.
Her olgu ve olaya ağırlığınca değer vermekte yarar var. Ezberlerin bizi esir almasına izin vermemeliyiz. Bu bağlamda, PISA sonuçlarından abartmadan yararlanmamız gerekiyor. Ancak bu sonuçların yukarıda da değinildiği gibi çok sınırlı bir alanda yardımcı olabileceğini ve yanlılıklar içerdiğini unutmamalıyız.
15 yaş grubu öğrencilerin çocuk iş gücü olarak sömürüldüğü ülkelerle, Batı Avrupa, Pasifik ve Kuzey Amerika ülkelerini karşılaştırıp eğitim sistemlerini etiketlemek gerçekten adil değil. Buna Fransa, Almanya gibi ülkelerin de inanması ve güçlü bir geleneğe sahip eğitim sistemlerini PISA şokuna uğratmaları ilginç. Bu durum meselenin küresel merkezli bir kolonizasyon olabileceği izlenimini uyandırıyor.
Kaynakları etkin yönetemiyoruz
Yukarıda ifade edilen tartışmalardan önce, mevcut kaynaklarımızı verimli kullanma sorunumuza bir çare üretmemiz gerekiyor. Verimlilik İndeksi Araştırması’na göre, Türkiye eğitim sisteminin hem verimsiz hem de etkisiz olduğu ülkeler kategorisinde yer alıyor. 30 OECD ülkesi arasında verimlilik indeksi sıralamasında 21’inci sırada yer alan ülkemizin, var olan sınırlı kaynakları da etkin yönetemediği anlaşılıyor.
OECD’nin 2013 yılında yaptığı “Better Life Index” çalışmasında, Türkiye’deki çalışanların yüzde 40’ının niteliklerinin altında işlerde çalıştıkları görülüyor. Bu oran Finlandiya’da yüzde 10 seviyesinde. Diğer yandan, Türkiye’nin PISA-2012 sınavındaki üst performans düzeyindeki öğrenci sayısı o kadar da dramatik bir görüntü arz etmiyor. 76 milyon nüfuslu ülkemizin üst performans grubundaki öğrenci sayısı 58 bin civarında. 62 milyon nüfuslu İtalya’nın aynı grupta 55 bin, 65 milyon nüfuslu İngiltere’nin 85 bin, 145 milyon nüfuslu Rusya’nın 97 bin üst düzey becerilere sahip öğrencisi var.
Sanki üst düzey becerilere sahip insanımızı istihdam edecek yüksek teknolojiye dayalı bir imalat sanayimiz varmış gibi PISA’da daha başarılı olmak zorundayız diyoruz. ODTÜ mezunu bilgisayar mühendislerine teknoparklarda 1,500 TL maaş veren, iyi bir meslek lisesi mezununa asgari ücret teklif eden ve çok yüksek kar marjlarıyla çalışan bir iş dünyası için yüksek beceri çok önemli görünmüyor.
Ayrıca “okullar iş dünyasının gerektirdiği becerilerle donanık mezunlar yetiştirmiyor” ezberinin de güçlü bir temeli yok. Sınav kıskacındaki eğitim sistemimizin yaratıcı bireyler yetiştirmesi elbette söz konusu değil ancak çok sofistike bir imalat sanayimiz olduğu da söylenemez. Bu durum, yüksek öğretimin bir numarası ABD için de geçerli. Örneğin, Boing firmasında 1950’lerde işe yeni başlayan üniversite mezunları bir hafta, 1980’de bir ay intibak eğitimi alıyorlardı. 2012’de ise asgari altı ay intibak eğitimi ihtiyacı doğmuş durumda. Sistemler karmaşıklaştıkça uyum eğitimlerinin yapısı da değişiyor. İş dünyası yatırım yapmak istemediği için, yeni mezunun işe başlar başlamaz yeterli olmasını bekliyor. Özetle, sorun sadece eğitim sisteminden kaynaklanmıyor denilebilir.
Çözüm olarak, kaynakları verimli kullanmanın yanı sıra, beşeri sermayemizi teknoloji, kültür ve sermayeyle etkileştirecek bir ekosistem kurmaya ihtiyacımız var. Türkiye’nin kurumları arasındaki iletişimi güçlendirip, birbiriyle konuşan eş zamanlı politikalar üretmeliyiz. Aksi takdirde, “meslek okullarının oranını artırmalıyız” cinsi ezberleri tetikleriz.
Ülkemizde meslek okullarının sayısını azaltıp, ekonomiyle uyumlu ve ekonomiyi tetikleyecek okulları desteklemeliyiz. Herkes üniversitede okusun, göç yolda düzülür diyemeyiz. 2009 yılında, ülkemizdeki kimya ile ilgi tüm bölümlere kabul edilen öğrenci sayısı yılda 7 bin 300 iken, kimya sanayisinin devi konumundaki Almanya’da kimya programlarına yılda 1200 öğrenci kabul edildi. Sovyet modeliyle herkesi üniversite mezunu yapıp, sonra uygun iş ve ortam sağlanamadığı için mutsuz milyonlar üretmeye gerek yok.
Gereğinden fazla merkeze almak değersizleştirir
Eğitimin her şeyin temeli olduğuna dair inancımızı gözden geçirmekte yarar var. Ekonomiyle bu derece ilişkilendirilen eğitim, aslında üretim biçimleri üzerinde yükselen bir üst yapıdır. Eğitimi gereğinden fazla merkeze almak değersizleşmesine yol açabilir. Bu nedenle, öncelikli olarak eğitim sistemimiz için felsefi dayanakları olan bir kavramsal çerçeve oluşturmalıyız. Böyle bir hiza taşı olmadığında her dönem çelişen politikalarla karşılaşırız.
Aktüalite, esası rehin alır. Konuştuğumuz kavram ve terimleri derinlemesine tartışmalı ve yerel manalar inşa etmeliyiz. Ancak bu aşamadan sonra taklitten özgünlüğe geçebiliriz. İnovasyon çok önemli dedikten sonra inovasyon için son derece kritik olan güzel sanatlar eğitimini dışlıyor olmamız kavramları derinlemesine içselleştirmediğimizi gösteriyor.
Bir taraftan, akşam haberleri tadında PISA eleştirileri yapıp, diğer taraftan en basit girişimleri bile göz ardı etmemiz inandırıcı değil. Örneğin, uzun yıllardır yapılan SBS, ÖSS türevi sınavların datası şimdiye kadar bir politika dokümanı oluşturmak için analiz edilmedi. Kendi verilerimizi herkesten saklayarak bir çözüm üretemeyiz. Bu veriler araştırmacılara açılmadığı gibi, bakanlık tarafından da analiz edilmiyor.