Güncelleme Tarihi:
YÖK Konferans Salonunda düzenlenen ‘Yükseköğretim Akademik Arşiv Projesi Tanıtım Toplantısı’na Başbakan Ahmet Davutoğlu da katıldı. Çetinsaya, toplantıda tanıtımı yapılan ‘Yükseköğretim Akademik Arşiv Projesi’ kapsamında arama motorundan Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun 1990’da yazdığı doktora tezini bularak kendisine gösterdi.
Yükseköğretim sistemi hakkında bilgiler içeren bir sunum yapan Çetinsaya, “Yükseköğretim sistemimiz son 30 yılda ama özelilikle son 10 yılda olağanüstü bir büyüme gerçekleştirdi” değerlendirmesini yaptı.
Bu büyümenin en anlamlı göstergelerden birinin yükseköğretimdeki brüt okullaşma oranları üzerinden yapılabileceğini belirten Çetinsaya, resmi istatistiklere göre yüzde 75 olduğunu ancak kendi istatistiklerinin bu rakamın yüzde 80-85 aralığında bulunduğunu aktardı.
OECD ülkeleriyle kıyaslandığında bu göstergenin geçmiş dönemlerde dörtte bir, üçte bir seviyelerinde olduğunu ve giderek yarısı haline gelindiğini dile getiren Çetinsaya, “Ancak 2005’ten sonraki atılımımıza, yükselişimize bakıldığında onların seviyesine ulaşmış durumdayız. Ancak resmi istatistik olduğu için sayılar biraz geriden geliyor” bilgisini verdi.
Başka bir gösterge olan öğrenci sayısının son 10 yıllık dönemdeki artışına dikkati çeken Çetinsaya, Türkiye’nin dünyada bu kapasiteyi kullanabilen ülkeler arasında 6. sırada yer aldığını söyledi. Başkan Çetinsaya şunları söyledi:
Yükseköğretim sisteminde 5,5 milyona yakın öğrenci var. Açıköğretimdeki rakam yüzde 47’ye ulaştı. Açıköğretimdeki öğrenci sayısının bu kadar yüksek olmasının üzerinde durularak politikalar üretilmesi gerekiyor. Türkiye’nin demografik penceresi 2050 yılına kadar açık. Buna göre, 2050 yılına kadar her yıl 1 milyon 250 bin genç 18 yaşına girecek. Bu demektir ki bizler her yıl 1 milyon 250 bin gencimize yükseköğretim imkanı sağlamak durumundayız. Çünkü artık elit eğitim üreten bir ortamda değiliz. Küreselleşmenin nitelikleri gereği de nüfusumuzun mümkün olduğu kadar büyük kısmına yükseköğretim sağlamalıyız.
Türkiye’de liseden mezun sayısı 12 yıllık eğitimle birlikte 2016-2017 döneminden itibaren 1 milyon 200 binlere çıkacak. Bu yaş dışındakilerin de üniversite talepleri olacak. Bu nedenle de Türkiye’de yükesköğretimde ciddi niteliksel büyümenin devam etmesi gerekiyor.
Akademisyenlere zam için teşekkür etti
Türkiye’de 140 bin öğretim elemanı var. Tüm yükseköğretim camiası adına size en kalbi teşekkürlerimizi de sunmak isterim. Bizler uzun yıllar içinde mesleğimizin erozyona uğramaya başladığını görerek neredeyse ümitsizliğe kapılıyorduk. Ancak hükümetinizin ilk icraatlarından olarak akademik zammın gerçekleştirilmesi, akademisyenlerin özlük haklarının Türkiye’deki diğer muadilleriyle eşit hale getirilmesi bizleri son derece mutlu etti ve tekrar mesleğimize ve yükseköğretim sisteminin geleceğine umutla bakmamıza vesile oldu. Bu bakımdan sadece bu salondaki kişiler için değil, yaklaşık 120 bin kişilik yükseköğretim ailesi olarak size şükranlarımızı arz ediyoruz.
Bütün bu yasa çalışmaları yapılırken yaklaşık 3 bin 500 kişilik bir uzman grubumuz var. Onların unutulduğunu görüyoruz Meclis’e sunulun çalışmada. Bu konuda da direktiflerinizi bekliyoruz.
Üniversitelerdeki akademisyen sayısındaki büyüme öğrenci sayısıyla kıyaslandığında geride kalıyor. Öğretim üyesi açığı ortaya çıktı, bu sayıyı OECD ortalamalarına çekebilmek için yaklaşık 45 bin öğretim elemanının sisteme dahil edilmesi gerekiyor. Doktora mezun sayısının da arttırılması önemli. Ülkenin küresel dünyada rekabet edebilmesi için mekanizma, teşvik ve politikalar oluşturulmalı. 2023’te bu açıklarımızı kapatmak istiyorsak, önümüzdeki yıllarda önümüzdeki beş yıl boyunca 18 bin öğretim elemanı kadrosunu sisteme dahil etmemiz gerekiyor
Her yıl bütçe dönemlerinde 9 bin araştırma görevlisi kadrosu tahsis ediliyor. Ancak geçen sene bu 4 bine indirildi. Türkiye’nin yarınları için bunun 9 bine, imkanlarımız geliştikçe daha üt sayılara çıkmasını temenni ediyoruz.
Sıçrama kaçınılmaz
Sistemde genel manzaraya bakınca da önümüzde yapmamız gerekenler aşağı yukarı ortaya çıkıyor. Bir sıçramaya ihtiyaç var. Bu kaçınılmaz. Bu konuda da 30 yıl önce oluşturulmuş mevcut yapının değiştirilmesi yönünde de büyük bir beklenti var. Yani yükseköğretimin yeniden yapılanması ister yasal boyutuyla, ister kurumsal boyutuyla olsun. Kamuoyunda da bu konuda bir ittifak var. Yükseköğretimin yeniden yapılandırılması şu anda yasama ve yürütme organımızda gündeme alınmayı bekleniyor. Neden önemli bu yeniden yapılandırma? 2547 sayılı düzenin en büyük açmazı aşağı yukarı herkese aynı elbiseyi giydirmesi, sistem içinde çeşitliliğe izin tanımaması. Hangi boy ve kiloda olursa olsun herkese aynı kıyafeti giydirmesi ya da herkese aynı hızda koşmasını emretmesi...Halbuki çeşitliliği yaratabilirsek sistem içinde eminim hızlı koşanlara ‘daha hızlı koş’, yeni yürümeye başlayanlara da ‘aman dikkat et’ diyebilme imkanımız olacak ve daha verim alacağımıza inanıyoruz.
Çözüm sürecine destek için çalışıyoruz
Üniversitelerde yeni yatay geçiş sistemini hayata geçirdik. Çift ana dal ve yan dal uygulamasını getirdik. Türkiye yükeköğretim sistemi bugün itibariyle Türkiye’nin yumuşak güç unsurlarından biri haline gelmeye başladı. Bunu iyi bir şekilde kullanabilirsek çok daha büyük verileri toplayabiliriz.
Üniversitelerin çözüm sürecine nasıl katkıda bulunabileceği konusunda çözüm arıyoruz. Bu kapsamda Doğu ve Güneydoğu’daki aşağı yukarı bütün üniversiteleri ziyaret ederek hocalarla, öğrencilerle, sivil toplumla biraraya gelip üniversitelerimizin çözüm sürecine nasıl katkıda bulunabilir? sorusuna cevap aradık.
Üniversitelerin uluslararasılaşması için önemli
Yükseköğretim Akademik Arşiv Projesi’nin amacı, YÖK’ün tez bankasını genişleterek ulusal bir tez bankası haline getirmek. Türkiye’de üniversite tarihi boyunca yapılan tüm tez, kitap, dergi, makale ve bilimsel çalışmaların bu sistemde yer almasını istiyoruz. Bu kaynaklar, ya kendi üniversitelerinde taranabilsin, bir de ulusal arama motorumuzda taranabilsin. Bugün tanıtımını yaptığımız projemiz böyle bir proje
Bu bilgileri arama motoruyla tüm dünyayla paylaşacağız. Bu, üniversitelerin uluslararasılaşması için çok önemli.
Çetinsaya, projeyi tanıtırken, Akademik Arşiv Projesi’nin arama motoruna “Türk Dış Politikası” yazarak bu konuda yazılan bilimsel yayınları aradı. Bu konuda yazılmış bin 571 kayıt oluştuğunu dile getiren Çetinsaya, sistem sayesinde makalelere çok kolay erişilebildiğini aktardı.
Çetinsaya, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun çalışmalarını da sistemde aradıklarını ve doktora tezine ulaştıklarını belirterek, “Müsaade ederseniz o tezi de sizlerle ve katılımcılarla paylaşmak isterim. 1990 yılında tamamladığınız doktora teziniz ve hatıra olması açısından da jüri üyeleriniz” sözleriyle konuşmasını tamamladı.
Akademik Arşiv Projesi tamamlandığında Türkiye yükseköğretim sisteminin başlangıçtan itibaren ürettiği bütün bilimsel ve kültürel hazinenin kayıt altına alınması, muhafaza edilerek geleceğe taşınması ve dünya bilim çevreleri ile paylaşılması sağlanmış olacak. Türk üniversitelerinin ve bilim insanlarının uluslararası tanınırlığını arttıracak, dolayısıyla Türkiye yükseköğretim sisteminin uluslararasılaşmasına önemli katkılar sunacak.
Başbakan: Sosyal bilimlerde okuyanın matematik bilmemesi facia
Başbakan Ahmet Davutoğlu ise, YÖK’teki Yükseköğretim Akademik Arşiv Projesi tanıtım toplantısında yaptığı konuşmada, Türkiye’nin bilginin yayılması konusunda doğu ve batı arasındaki etkileşimlerin merkezindeki bir ülke olduğunu söyledi. İnsanlık tarihinde bilgi sistematiğinin gelişimindeki dördüncü harmanlanmanın küreselleşmeyle ilgili harmanlanma olduğunu dile getiren Davutoğlu, şöyle konuştu:
“İlk üç harmanlanma mekana yayılarak oluştu. Yani İskender’in ordusuyla sefere gitmesiyle kurduğu şehirlerde ya da Abbasilerin, Endülüs’ün, Osmanlı’nın yayılması esnasında veya Batı’nın (İngiliz, Fransız) sömürge sistemlerinin Afrika ve Asya’ya yayılması. Bu sefer mekandan bağımsız bir harmanlanma yaşanıyor. Teknolojik araçsal şeylerle zemin o kadar değişti ki, insanlar oturduğu yerden bilgilinin kaynağına ulaşarak, bilginin sosyalleşmesini maksimum düzeyde yaşayarak, mekandan bağımsız bir harmanlanma yaşıyor. Bu tabiri caizse bir sanal harmanlanma. Bu büyük bir imkan, büyük de bir tuzak. Büyük bir imkan çünkü Wikipedia’da veya buradaki yapılması gereken gibi güzel bir örneği olan akademik arşivde olduğu gibi düğmeye basıyorsunuz bir anda karşınıza yazı geliyor ama onu yazan şahıs gelmiyor. Onu yazan şahısla temasa geçmiyorsunuz. O kişiye temas etmeden kültür dünyasına, zihin dünyasına nüfuz ediyorsunuz.
Genetik salt bir tıbbi alan olmaktan çıkıyor, yepyeni felsefi sorunları hatta hukuki sorunları beraberinde getiren bir alana dönüşüyor. Eğer biz bilgiyi entegre şekilde göremeyip ayırırız ve deriz ki genetik tıp alanıdır. Benim hiç kabul etmediğim milli eğitimde ‘fenci’ ve ‘sosyalci’ diye bir ayrım vardır ya. Biraz devrimci ve radikal gelebilir size, sosyal bilimlerde okuyan birinin matematik bilmemesi faciadır. Matematik bilmeyen kategori kuramaz, mantık kuramaz. Sosyal bilim ise ta Aristo’dan beri temelde kategoriler üzerine oturur. Şimdi bazen zihinlerimizi o kadar parçalıyoruz ki, öğrenci zihnini açacak şeyleri görmüyor, ‘bu benim alanıma girmiyor’ diyor. ‘Matematik okumasam da olur’ diyor. Matematiksel zihnin gelişmediği yerde hiçbir şey gelişmez. Şimdi bunun gibi üniversitelerde alanları o kadar bölüyoruz ki bazen, birbirinden bağımsız gibi görünen alanların arasındaki derin irtibatı fark edemediğimiz zaman özgün öğretim olmuyor. Bu genetik ile felsefe arasındaki bağlantıyı görmek açısından önemli.
Teknoloji hem imkan sağlıyor, hem tehlike yaratıyor
Bana en az haz veren makaleler açık söyleyeyim, özgün kişilik hakkı yapmadan düğmeye basarak ulaşılmış, kes yapıştır yöntemiyle bir yere yapıştırılarak şu şunu dedi, bu bunu dedi, o da onu dedi. Peki kardeşim sen ne diyorsun? O yok. Çünkü bu da ayrı bir şey. Araçsallaştırılmış bilgi kadar tehlikeli bilgi yoktur. Bilgi araç haline geldiği zaman, enstrüman haline geldiğinde, içselleştirilmediğinde onunla ilgili sorulan her soru başka bir şey doğuruyor.” diye konuştu.
Yer aldığım bir jüride “makale nasıl yazılır?” konusunda iki üç kere sınava girmiş ve değişik gerekçelerle jüriden onay alamamış bir öğrenciye, yaşanan bir olayla ilgili makale yazması gerektiğinde bunu nasıl kurgulayacağını sordum. Öğrenci bana doyurucu bir cevap veremedi. Aynı öğrenciye ilk ve son okuduğu romanı sordum. Bunun üzerine ise cevap alamadım. Öğrenci bilgiyi bir vida gibi görüyor. Tahayyül edemeyen birinin öğretim üyesi ya da ilim adamı olamaz. Teknoloji genç nesiller için bilgiye ulaşmada imkan olmasının yanında bir tehlike de yaratıyor.
Üniversiteler tek ekole ait olarak kabul edilemez
Üniversitelerimiz tek tipe, tek düşünceye, tek ekole, tek gruba ait üniveriteler olarak görülemez. Bazen ıstırap duyuyorum, ‘O üniversitemiz, şu gruba yakın’, ‘Şu üniversite mi, bu düşünceye yakın’... Üniversite dediğiniz şey farklının olduğu yerdir. Hoca-talebe ilişkisi, zihni varoluşun oluştuğu yer. İnsanlara anne ve babası dışında, anne baba hissini götüren en önemli şey, ilkokul öğretmenleri.
2002’den 2002’den bugüne kadar öğrenci sayısı 1,5 milyondan 5,5 milyona, üniversite sayısı 73’ten 184’e çıktı. Bu muhteşem bir alansal ve niceliksel gelişme. Ama öğretim üyesi, ah o öğretim üyesi... Yani hoca, aynı muhteva ve sayısal, niceliksel ve niteliksel hıza ulaşıyor mu? Ulaşmadığı zaman ciddi bir yanılsamayla iç içeyiz. Mesleğe başlayan araştırma görevlileri ile genç diplomatlar ya da kamudaki uzman yardımcılarının maaşları arasında ciddi farklar var. O zaman ne oluyor? Öğretim üyeliği teşvik edilmemiş oluyor. Negatif teşvik oluyor. Şunu hepimiz yaşadık: Ben Boğaziçi Üniversitesi’ni çift anadalla bitirdikten sonra, uzun süre, yurt dışında da değişik şeyler yapabilmek için araştırma görevlisi olmaya da niyetlenmedim. Fakat ne kadar zorluk çektiğimizi hepimiz biliriz, o yıllarda. Elinizde iyi bir diploma var. Herhangi bir diploma, fark etmez. İlla iyi olması anlamında söylemiyorum. İş dünyasında iyi bir maaşla iş bulabileceksiniz, evlenmeniz de lazım, belki o sırada bir gönül ilişkiniz de var, önce oraya gitmeye başlıyor iyi zihinler. Gitsinler, iş dünyasında da iyi zihinlere ihtiyaç var. Sonra kamu bürokrasisinin diğer alanlarına gidiyor. Eğer büyük bir aşkla çileye hazır değilse, üniversiteye gelmiyor. Çünkü bir sürü şeyi ertelemesi gerekiyor, onu bitirene kadar. Yaptığımız düzenleme aslında bu farkı gidererek, hayata atılma düşüncesindeki genç mezunlara, ‘Akademisyenlik size asgari hayat şartlarını sağlar’ güvencesini vermek. Bunu vermezsek, bütün bu açtığımız üniversiteler mekan olarak bulunur ama öğretim kalitesi itibarıyla gelişmez. Onun için bunu yaptık. Bunu, herhangi bir meslek grubunu diğerine tercih ettiğimiz için değil, hakkaniyet gereği olarak yaptık. Ama şimdi üniversitelerimize düşen görev de genç mezunlarımıza akademik hayata girerken düşen görev de bu öğrencilerimizin, kardeşlerimizin, genç neslin, gençlerimizin iyi akademisyenler olarak yetişmesini sağlamaktır.
Öğretim üyesi emekli olduğunda hayatı biter
Öğretim üyelerinin akademik eğitim ile akademik araştırma arasındaki dengeyi sağlaması gerekiyor. Bazı öğretim üyeleri zamanla eğitim makineleri haline dönüşüyor. Yani, okuyor, mezun oluyor, doktorayı yapıyor, ondan sonra aynı dersi yıllarca vererek, yüzlerce binlerce öğrenciye tekrar tekrar aynı konuyu anlatan bir öğretim üyesi haline dönüşüyor. Bazı hocalar aynı dersi birden çok şubeye anlatmayı tercih ediyor. Ben de akademisyenken bundan hoşlanmıyordum. Değişik dersleri anlatmayı heyecan verici buluyordum. Bunu, ‘öbürü yanlıştır’ diye söylemiyorum, şunun için söylüyorum: Eğitim esastır, ama araştırmayla kendini yenilemeyen bir eğitimci, bir müddet sonra makineleşir.
Öğretim üyeliğinin ya da ilim adamlığının emekliliği yoktur. Emekli olduğunda hayatı biter. Allah vermesin kimseye ama ya da hafızasını kaybettiğinde hayatı biter. Onun için öğretim üyelerimizin eğitim-araştırma dengesini gözetmeleri ve hayatın içinde olmaları önemli. Sınıfın içinde, hayatın içinde ve içinde bulundukları toplumun her derdiyle hemhal, uluslararası toplumun ve insanın her derdiyle ilişkili.
Bu anlamda vurgulamak istediğim bir başka husus fikir özgürlüğü meselesi, düşünce özgürlüğü. Üniversitelerimiz tek tipe, tek düşünceye, tek ekole, tek gruba ait üniversiteler olarak görülemez. Bazen ıstırap duyuyorum, ‘O üniversitemiz, şu gruba yakın’, ‘Şu üniversite mi, bu düşünceye yakın’... Üniversite dediğiniz şey farklının olduğu yerdir. Eğer doktorayı bitirenler, ‘Şu üniversitede bana yakın, benim anlayışıma, siyasi düşünceme, ideolojime, grubuma yakın birileri var. Oraya gideyim’ demişse, böyle bir düşünceyle öğretim üyeliğine başlıyorsa, bu ilmi tecessüsten yoksun demektir. Rahat etmek istiyor. Aksine, biz üniversitelerimizin her bir bölümünü insanları rahatsız eden yerler haline getirmek durumundayız. Öyle farklı fikirler olacak ki rahatsız olacak, uykusu kaçacak. Ertesi gün cevap yetiştirmek zorunda olduğu, tam karşıt görüşten biri olacak ki gece bir şey okusun. Zaten birbirini yakın tanıyan ve birbirinin adamı, ferdi gibi görülen bir üniversite, üniversite değildir. Ben böyle bir üniversiteden haz almazdım, talebe olsaydım. Hoca olsaydım yeknesak bir sınıftan, bana hiç meydan okumayan bir sınıftan haz almazdım
Üniversitelerde ideojiler nesne olarak okutulabilir ama üniversiteler ideojileştirilemez. Bu yapıldığı andan itibaren bilgi birikimi durur.
Ben kendim bunu yaşamış birisi olarak söylüyorum. Artık geçtiği için kimse alınmasın. Yurtdışında okurken, üniversitede öğretim üyeliği yaparken, beni ‘Aman başka yere gitme. Sana üniversitede ihtiyacım var diyen’ hocam, rektörüm, geldiğimde, ki o sırada yurtdışında başka bir üniversiteden teklif almıştım ve onun üniversitesinden daha iyi bir teklif almıştım, beni kendi üniversitesine kabul ettiremedi. Başka bir üniversite rektörüne gittiğimde de Allah rahmet eylesin, vefat etti bölüm başkanı, bana şunu söyledi: ‘Siz çok değişik alanlarda yazılar yazmışsınız, ürünler vermişsiniz, biz ihtisasa önem veriyoruz.’ Öğretim üyesi arkadaşlar da oradaydı. Yani şunu demek istiyor, çok farklı yerlerde dolaşmışsın. Dedim ki, ‘Hocam, madem bana meydan okudunuz, ben de size meydan okuyorum. Sizin, mesela siyaset teorisi hocanızı biliyorum. Benim makalemi alın, onun makalesiyle üçüncü bir hakeme gönderin. Balkanlar uzmanınızı biliyorum, benim makalemi alın, onun makalesiyle üçüncü bir hocaya gönderin. Ortadoğu uzmanınızı biliyorum, benim makalemle onun makalesini alın, gönderin. Kaç alan varsa gönderin, eğer bir tanesinden benim daha zayıf olduğum sonucu çıkarsa, ben özür dileyeceğim. Ama hepsinden eğer bu makale daha güçlü gelirse, sizin bir özür borcunuz olur’ dedim. Hala zihnimde kazınmış, hani maalesef bir anlayışı yansıtan sözü zihnimde kalmış, Allah rahmet eylesin, yine de vefat etmiş bir hocamız, dedi ki, ‘Ahmet Bey, uzun lafın kısası, biz burada bir ekibiz. Sizin bu ekibe uyum gösteremeyeceğinizi düşünüyoruz.’ İşte benim görmek istemediğim bölüm bu.