Güncelleme Tarihi:
Çoğumuz için ortak bir beklenti, özellikle çocukların yaratıcı özelliklerinin okullarda ve öğretmenleri tarafından keşfedilebileceğine, desteklenebileceğine yönelik. Ancak 90’lı yıllardan itibaren yapılan pek çok araştırma, durumun pek de böyle olmadığını ortaya koyuyor. Bu konuda klasikleşmiş olan P. Torrance tarafından yürütülen 12 yıllık boylamsal bir çalışmada, öğretmenlerden öğrencilerinin yaratıcılıklarını değerlendirmeleri istenmiş ve bu öğrenciler yetişkinlik yıllarına kadar izlenmiştir. Sonuçlara göre, öğretmenler, öğrencilerinin yaratıcı potansiyellerini ve ilerideki yaratıcı performansını doğru değerlendirilmek konusunda başarılı olamamışlar. Yine P. Torrance tarafından yapılan bir çalışmada 400 yaratıcı yetişkinin okul yaşamları incelenmiş ve bunların beşte üçünün eğitim gördükleri yıllarda ciddi okul sorunları olduğu; çoğunun okuldan nefret ettiği; 26’sının okulda iken ‘kalın kafalı’ olarak adlandırıldığı bulunmuştur. O günlerden bu yana, bilgi ve farkındalığın arttığını ve anlayışın değiştiğini düşünmek isteriz elbette…
Belki de yaratıcı düşünmeyi ve yaratıcı davranışlarda bulunmayı etkileyen etmenlerin çok boyutluluğu, bu kadar iyimser olmaya izin vermiyor gibi görünüyor. Yazının ilerleyen kısımlarında değindiğim noktalar da size bu durumun nedenleri hakkında bir fikir verebilir. O yüzden belki de okullarda yaratıcılığın geliştirilebilir olması hayalimizi bir kenara bırakıp, şu an içinde yaşadığımız günlerde boş zaman ve birbirimizle ilgilenme fırsatı varken neler yapabileceğimize bakmalıyız. Hatta belki daha sonraki günlerde de bu alışkanlıklarımızı sürdürebiliriz.
OYUNLAR TÜRETİN
Bu konuda çalışabilmek için önce yaratıcı kimselerin düşünce yapılarının nasıl olduğunu anlamamız gerekiyor. Çalışmalar bize, sade ve basit üç ölçüt söylüyor; düşüncenin akıcı olması, düşüncenin esnek olması veya farklı açılar görülebilmesi, yeni-farklı şeyleri düşünme. Bu durumda, birlikte oturduğumuz her hangi bir zamanda her hangi bir şey üzerine birlikte böyle oyunlar türetebiliriz. Örneğin bir bardağın bir şey içmekten başka nasıl kullanılabileceğini üzerine düşünelim, vazo olarak, kuruyemiş koymak için, kağıtların uçmaması için, hamur kesmek için, güneşe tutup ateş yakmak için… gibi seçenekler üretmeye başladığımızda hem akıcı, hem esnek ve bazen yenilikçi fikirleri üretmek üzerine çalışmış oluruz. Evimizde bulunan her nesne, bu tür egzersizler için kullanılabilir. Veya birlikte izlediğiniz bir filmin başka türlü nasıl bitebileceği üzerine veya bu filmin adı daha başka ne olabilirdi üzerine düşünüp konuşmak da bir başka etkinlik olabilir. Gündelik ev hayatında kolayca yapılabilecek bir etkinlik ‘eğer … olmasaydı (veya olsaydı)’ üzerine düşünmektir. Eğer ağaçlar olmasaydı veya eğer çamaşır makinesi icat edilmeseydi, hayatımızda neler değişirdi ya da filmdeki A kişisi eğer şöyle davransaydı filmde neler değişirdi gibi.
ÖDÜL BİR İŞE YARAMIYOR
Fakat yaratıcılığın çok etmenli bir süreç olduğundan söz ettiğimize göre, bu bilişsel özelliklerden başka konuları da düşünmeliyiz. Neden insanlar yaratıcı düşünceler ve davranışlar üretir? Yaratıcı kişilerin motivasyon kaynakları da üzerinde çok çalışılan konulardan biri olmuştur. Araştırma sonuçları, yaratıcı kişilerin içsel motivasyonla çalıştıkları, bir diğer ifadeyle akıllarına bir şey geldiğinde veya bir şeyi merak ettiklerinde onu denemek, kurcalamak veya çözmek için sonsuz bir gayretle çalıştıklarını gösteriyor. Dışsal motivasyon, yani ödül veya para için çalışılması, çoğu durumda bir işe yaramıyor veya ürünün yenilikçiliğini düşürüyor.
O zaman biz ne yapabiliriz? Genel bir hayat ilkesi olarak, farklı bir öneriyle karşılaştığımızda ‘icat çıkarma’, ‘eski köye yeni adet getirme’, ‘olur mu hiç öyle, saçmalama’ gibi ifadeleri kullanmamalıyız. Fikir tuhaf olabilir, gereksiz görünebilir ama madem farklı ve yenilikçiliğin peşinde koşuyoruz, o zaman bu tür denemelerin yapılmasının gerekli olduğunu aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Burada hepimizi kısıtlayan aslında, büyük yaratıcı kişilerin masallaştırılmış öykülerinden gelen yaratıcı bir fikrin aniden ve son halinde akla geldiğine yönelik yanlış inanışımızdır. Halbuki ister sanatçı, ister bilim insanı, ister mucit olsun, yaratıcı insanlar bir fikir üzerinde günlerce hatta yıllarca çalışmaktadır. Ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz, David Burkus’un Yaratıcılık Mitleri kitabını da okuyabilirsiniz.
Böyle olunca, o saçma görünen ve hatta doğuştan başarısız denemelerin neden sürecin bir parçası olduğunu da anlayabiliriz. Eğer çocuklardan söz ediyorsak, merak ettiği şey üzerine sayısız denemeler yapmasına izin verilmesinin, düşünsel-eylemsel bir alışkanlık edinmek bakımından uzun vadedeki yararlarını da hesaba katmalıyız. Evdeki temizlik sıvılarını birbirine karıştırarak yeni bir madde icat etmek için günlerce çalışan bir çocuğun ilerideki hayatı için bir yatırım yapmakta olması mümkündür.
Üzerinde durabileceğimiz bir diğer etmen çevresel-bağlamsal çerçeve olabilir. Bir kişi aklına farklı ve yeni bir düşünce veya çözüm geldiğinde bunu neden ifade etsin? Bunun en önemli koşulu, kişinin yadırganmayacağı, alay edilmeyeceği, dışlanmayacağı veya başına bir dert gelmeyeceğine duyduğu güvendir. Burada az önce söz ettiğimiz dilsel kalıplara bir yenisini daha ekleyebiliriz, “Nereden geliyor aklına bu tuhaf şeyler?” ifadesi gündelik ve olumsuz bir ton içeren yadırganma ifadesi örneğin. Düşünceleri ifade etmenin, mercimek çorbasına zerdeçal eklemekten, kavanozla sarımsak dövmeye; mor güneşler çizmekten oyun hamurundan dışkı yapmaya; sözcükleri tersinden söylemekten hayali arkadaşlarla sohbet etmeye kadar gündelik ve basit biçimleri vardır. Eğer gerçekten yaratıcı düşünceyi geliştirmek istiyorsak, evimizin içinde veya okullarda, yeni, tuhaf ve hatta saçma fikirlerin kaygı duyulmadan ifadesine zemin hazırlamalı ve desteklemeliyiz.
Yaratıcılığın gerçekten geliştirilip geliştirilemeyeceği hakkında hala süren tartışmalara rağmen şunu bilmeliyiz ki, yaratıcı düşüncenin köreltilmesi mümkün. Hatta her insanın belirli bir yaratıcılık potansiyelinin olduğunu; uygun koşullar mevcut ise bu ortaya koyabileceğini ama yok ise körelteceğini de kabul edebiliriz. Hepimizin kim bilir ne zaman, nerede kaybettiğimiz oyun oynama keyfini ve mizah duygusunu yeniden kazanmaya ve hayatımıza uygulamaya ihtiyacımız var.
DOÇ. DR. ŞERİFE SEMA KARAKELLE KİMDİR?
1983 yılında İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümünde lisans; 1985 yılında Marmara Üniversitesinde yüksek lisans ve 1998 yılında Hacettepe Üniversitesinde Doktora eğitimini tamamlamıştır. Bu süre zarfında çeşitli okul öncesi kurumlarda psikolog olarak görev yapmıştır. Akademiye geçtiği 1999 yılından itibaren farklı üniversitelerde çalışmıştır. 2005 yılından itibaren İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümünde görev yapmaktadır. Halen bilişsel gelişim üzerine araştırmalar yürütmekte ve üst biliş, zihin kuramı ve yaratıcılık üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Bu konularda yayınlanmış çeşitli araştırma makaleleri, bildirileri ve yazıları bulunmaktadır.