Güncelleme Tarihi:
Üniversite kavramı ekseninde yapılan tartışmalar dünyadaki gelişmelere paralel olarak farklı bakış açılarıyla ele alınsa da konunun hassasiyeti bugüne kadar öneminden bir şey kaybetmedi. Elbette günümüzde üniversite kurumunun toplumsal yaşamın gelişimine etkilerinin ve bu kurumdan sosyo-ekonomik beklentilerin düzeyi bu tartışmalarda etkili oluyor.
Evrensel anlamda 900 yıllık tarihi arka plana sahip olan üniversite kurumu, tarihsel olarak üç farklı aşamadan geçerek günümüzdeki yapısına kavuştu. Bunlar, Ortaçağın Kilise Merkezli Üniversitesi, Ulus devletler dünyasının üniversitesi (Humbolt Üniversitesi) ve Bilgi toplumu Üniversitesi (Multiversite, Girişimci Üniversite) biçiminde sınıflandırılıyor.
Yükseköğretim kitleselleşti
Modern zamanlarda Humboldtçu tarzda yapılanan üniversite, tüm bilim alanlarındaki eğitim-öğretimin, araştırma faaliyetleri ile birlikte ve bir bütünlük içinde yürütüldüğü bir kurum. Üniversitenin mesleki ve teknik yüksekokuldan farklı olarak temel işlevi, herhangi bir mesleğe yönelik olmaksızın eğitim-öğretim ve araştırma yapıyor. Üniversitenin sahibi devlet değil millet.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Alman üniversiteleri bilim alanındaki öncülüklerini Amerikan üniversitelerine devretmiş, bu dönemde üniversite artık bilgiye değil aksiyona dönük bir kurum haline dönüştü. 20’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren ABD’de yaygınlaşmaya başlayan bu üniversitelerin iki temel özelliğe sahip olduğu biliniyor.
Bunlar, temel bilimsel ve uygulamalı araştırmalar ile toplum hizmetlerinin, üniversitenin ana işlevleri arasına girmesi, mesleki öğretimin önem kazanması ve üniversitenin işlevlerinin yürütülmesi için kamu ve özel kaynaklardan giderek artan miktarlarda harcama yapılmasına başlanması. Buradaki esas dönüşüm yükseköğretimin kitleselleşerek her bireye öğretim hakkının verilmesi.
Girişimci üniversite, teknoloji transferi, yenilik, ekonomi ve topluma katkıda bulunmayı üniversitenin görevleri arasına katıyor. Bu yenilikçi üniversite yapısında artık “bilim için bilim” değil, pratik sorunların çözümü için öğretim ve araştırma hedefleniyor.
Medeniyetimizde ise Nizamiye Medreseleri, İznik Medresesi ve Sahn-ı Seman Medreseleri gibi tarihi kökleri ile anlam bulan yükseköğrenim süreci, Batılılaşma serüvenimizde Berr-i Hümayun, Bahr-ı Hümayun, idadiler, sultaniler, mülkiye ve Darü’l-Fünun kurumları ile devam etti. Darü’l-Fünun 1933’te lağvedilip İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürüldükten sonra ilerleyen yıllarda Türk yükseköğretimi Alman ve ABD etkisinin varlığı ile bambaşka bir mecraya doğru yol aldı.
Üniversitenen gelir yaratan ve dağıtan kurum olduğu anlaşıldı
Türkiye’nin hızla kabuk değiştirdiği 1950’li yıllara gelindiğinde yeni üniversitelerin kurulmasına ilişkin önemli hedefler belirlenmiş ve ülkedeki bölgesel eşitsizlikleri gidermeye yönelik üniversitelerin yurt sathına eşit olarak yayılması gözetildi. Böylelikle, her bölgeye eğitimin götürülmesiyle ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda bölgesel eşitsizlikler giderilmek istedi.
Nitekim ülkenin belirli bölgelerinde kurulan merkezi üniversiteler (Erzurum, Trabzon, Diyarbakır, Van vb.) de kısmen bu eşitsizliği gidermede önemli bir rol üstlendi. Bu yaklaşımla birlikte üniversitelerin yalnızca yükseköğrenim kurumları olduklarına ilişkin yaygın algı, yerini gittikçe ekonomik büyümenin ve kalkınmanın önemli motor gücü olabilecekleri düşüncesine bırakmaya başlandı. Üniversitelerin yalnızca kültür üretici bir kurum olmadığı, aynı zamanda bölge için gelir yaratan ve dağıtan bir kurum olduğu anlaşıldı.
Ayrıca bu atılımla üniversiteler, yerel ekonomiye istihdam yaratarak ve gelir kazandırarak katkıda bulunan, kentin bütünsel bir parçası olan, bireyler ve girişimciler için cazibe merkezi işlevi gören yapılar olarak algılanmaya başlandı. Nitekim üniversiteler, kuruldukları şehirlerde şehrin sosyo- ekonomik hayatına önemli tesirler yapıyor, şehrin ticari hayatına canlılık kazandırıyor ve şehirleşme sürecini hızlandırıyordu. Yeni kurulan üniversiteler iş olanağı yaratmayı teşvik ediyor, yaşam kalitesine katkıda bulunuyor ve genç nüfusun bölgeden göçünü önlüyordu.
Üniversiteler kent, öğrenciler şehir yaşamını dönüştürüyor
2015 yılı itibariyle sayısı 196’yı bulan ve büyük çoğunluğu Anadolu kentlerinde açılan yeni üniversiteler, yoğun bir insan hareketliliği yaratıyor. Kentlerin kendi değişim dinamiklerinin uzun yıllarda yaratabileceği gelişim eğrilerine ivme kazandırarak, bir anlamda “sıkıştırılmış toplumsal değiştirme ajanı” işlevi görüyor. Üniversiteler kent yaşamını dönüştürürken, öğrenciler de şehir hayatını dönüştürüyor.
Yukarıda ifade edilen tespitleri OECD raporlarının da teyit ettiğini görüyoruz. OECD’ye göre üniversiteler yerelden genele uzanan ve malların ve hizmetlerin alımında aracı olan ve aynı zamanda bulunduğu şehirlere ve kasabalara katkıda bulunan kurumlar. Her ne kadar üniversitenin kendisi bölgesel gelişime aktif olarak katkıda bulunmasa da araştırma ve eğitim çerçevesinde bir üniversitenin altyapısına yönelik bölgesel yatırımla, bölgesel çoklu etkilere sahip olabiliyor. Peki üniversiteler ne tür aktif katkılarda bulunabilir?
OECD raporlarına göre bu soru temelde dört ana başlıkta ele alınabilir. Birincisi üniversitenin araştırma işlevine bağlı olarak ortaya çıkan iş sahası yeniliği. İkincisi eğitim işlevi ile ilişkili insan kaynağı gelişimi, üçüncüsü üniversitelerin kamu kuruluşları olarak kamu hizmet rolleri. Dördüncüsü ise yerel sivil toplumun üyelerine kadar uzanan bölgenin kurumsal kapasitesine katkısı şeklinde.
Bu dört alan OECD’nin üniversiteler ve bölgeler üzerine araştırma sonuçlarından elde edildi. OECD’ye göre bu dört alan birbirleriyle yakından ilişkili olup bölgelerin aktif gelişiminde önemli bir rol oynuyor. (Connecting Universities to Regional Growth: A Practical Guide).
Ekonomi, kültür ve turizm şehrine dönüşebilirler
Meseleye Doğu ve Güneydoğu Anadolu üniversiteleri açısından baktığımızda ise beklenen hızda olmasa da üniversitelerin yukarıda ifade edilen perspektife uygun olarak bu kentlerin çekiciliğinin artmasına, sosyo-kültürel atmosferlerini etkilemesine, yetişmiş insan gücü çekmesine, nüfus artışına, araştırma faaliyetlerine, ticari sektörde hareketlenmeye, üretim artışına, kamu hizmetlerinde büyümeye, ekonomik büyümeye ve yatırımları çekme gibi döngüsel pek çok canlılığa olumlu etkileri olduğuna şahit oluyoruz.
Doğu ve Güneydoğu üniversitelerinin ilk bakışta kimi dezavantajlara sahip olduğu görünse de ilerleyen yıllarda avantaja dönüşebilecek birçok fırsatı da içerisinde barındırdığı bir gerçek. Her şeyden önce çoğu sınırlarda ya da sınırlara yakın bölgelerde bulunan bu üniversiteler, önümüzdeki yıllarda komşusu oldukları Ortadoğu ülkelerindeki siyasi ve ekonomik istikrara paralel olarak ülkenin ve bölgenin ekonomi, kültür ve turizm şehirlerine dönüşmeleri mümkün.
Ayrıca bölge üniversiteleri, yerleşik bulundukları coğrafyalarda yıllardır kangren halini almış birtakım sosyal problemlerin yerinde çözümünde önemli bilim üsleri olarak hizmet verme yeteneğine de kavuşabilirler.
Bunun yanında kültürel geçiş merkezleri olmaları bakımından Doğu ve Güneydoğu üniversiteleri kültürlerarası sorunların incelenmesinde birer sosyal bilimler laboratuarlarına dönüşebilirler.
Ülke içinde elde edilecek bu araştırma deneyimleri, ileride komşusu bulunduğumuz Ortadoğu coğrafyasını daha iyi analiz etmemizde ve uygun politikalar geliştirmemizde kuşkusuz önemli roller de oynayabilecek.