Güncelleme Tarihi:
Ülkemizdeki çabaların hakkını vererek şu anki konumumuz olan verimlilik ekonomisinden inovasyon ekonomisine sıçramanın ancak ve ancak eğitim faaliyetlerindeki istikrarla mümkün gözüktüğünü vurgulama çabasına giriştim. Bu durumu hayatımın en önemli girişimi olarak görmeye başladım. Hele ki bu dönem İstanbul’daki bir lisede verdiğim girişimcilik dersi deneyimi kendi açımdan yeniden bir uyanış işlevi gördü diyebilirim.
Dijital bireyselleşme ve yeni kimliklerin ortaya çıktığı bir dönemde, yeni fırsatlarla ve bu fırsatların ördüğü yeni toplumsal ağlarla bezeli bir dönüşümü yaşıyoruz. Bu bağlamda inovasyon ve girişimciliğin benim daha fazla ilgilendiğim tarafı, bu iki kavramın birer eğitim paradigması olarak algılanmasından ibaret. Bu değişimden eğitim adına ne gibi dersler çıkarılmalı? Yoksa genellikle tercümelere dayalı bazı ithal kavramların eğitim dünyamızda bulduğu yankıları, hatta belki de en çok kendimi eleştirerek, özünden fazlasıyla çok şekle takıntılı ve kozmetik bulduğumu belirttim durdum. Teknoloji işin içine girince yaşanan ‘görsel’ rahatlamalar, belli ki eğitimdeki ‘öz’ unsurunu daha da zayıflatıyor ve kozmetikleştiriyor.
Görsel rahatlamalara dayalı öze dönük bir gayret eksikliği de denebilir. Çünkü diğer tüm eğitim başlıklarında olduğu gibi ‘birey’, ‘öz’ ve ‘teknoloji’ arasında köprü vazifesi gören bir eğitim paradigmamız yok. Var diyenle tartışmaya hazırım. Bizatihi teknoloji bir eğitim paradigması olarak görülüyor. Teknolojinin uygulanmasından ötürü ortaya çıkan süreçlere eğitim felsefesi, yeniliği, modeli ve paradigması adı veriliyor.
Bu belki de daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi Türkiye’de yaşandığı şekliyle verimlilik-inovasyon ekonomileri arasında sıkça yaşanan gelgitlerin doğal bir sonucu. İnovasyon ekonomilerinde tarihsel yerleşikliğe sahip ‘bireyselliğe’ ve ‘şartlara’ göre, en önemlisi kendi eğitim paradigmaları doğrultusunda geliştirilen kavramlar, bize ulaşırken tercümelerde zayıflıyor ve özünden yoksun bir şekilde, sadece bir takım -ben de dahil- mütercimleşen yazar-çizer-düşünürlerin aktardığı hali ve miktarınca tercümelerden hüküm çıkarma törenlerine dönüşüyor. Böylelikle zaten detaylara meraklı olmayan bireyler çıkarılan bu özetlere tav oluyor. Bu denemeler hemen her seferinde bariz ‘lost in translation’ (tercümede kaybolma) vakalarına sahne oluyor. Bu eğitim sistemimiz, toplumsal gelişimimiz için epistemolojik bir felakettir. Kısacası, fiziksel şartları oldukça gelişen, siyasi istikrarın tavan yaptığı ve yapılaşmaya dayalı bir kalkınma modelinin dünyadaki en başarılı örneği Türkiye’nin, bu ilerlemeyi eğitim ve küresel rekabet düzeyinde bilgi üretiminde de başardığını varsaymasından kaynaklanan aslında çok naif bir yanılsama mevzubahis.
Hep söylediğim şey, 20 milyon kadar öğrenci, 65-70 bin kurum ve 800 bin öğretmenin olduğu bir ülkede, sadece eğitim üzerine düşünen, taşınan ve çözüm odaklı analizler geliştiren kaç düşünce topluluğumuz var? Dikkat buyurunuz, taşeron, fon avcısı, siyasi propaganda merkezlerinden bahsetmiyorum... Bir elin parmakları sayma işleminde fazla kalıyor.
Ne yazık ki, Türkiye’de eğitimin içinde yer alan herkesin içe dönük boyutunun fazlasıyla eksik olduğunu bir etkileşimsizlik içinde, inovasyon, girişimcilik ve eğitim ekosistemleri arasında tüm çabalara rağmen artan ayrışmanın, farkında olmadan bu kozmetik ve tercüme kavramların idolleştirilmelerine, mutlaklaştırılmalarına, taşıdıkları şiirselliğe aldanarak tabulaştırılmalarına katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Öğretmenlere yönelik girişimcilik ve inovasyon eğitimlerinin her şeyden çok kulağa hoş gelen isminden dolayı birçoğumuzu cezbettiği kanaatindeyim. Böylelikle bu yapay dışsal aktarımlar içe dönük yolculuklara da ket vuruyor. Fark, sonrasında eğitimciler açısından bir kompleksler örgüsüne dönüşüyor. Kompleksler, her zamanki gibi kendisine hitap etmediğini düşündüğü kavramları yabancılaştırıyor. Yabancılaşma, bu patolojik etkileşimde yine bir kısır döngü halinde içsel yolculukları romantikleştiriyor ve başarısızlık hezeyanlarına itiyor. Birçok öğretmenin kuşak farkı, yabancı dil eksikliği, zamansızlık, maaş, iş yükü, gelişime kapalı mesleki kültür gerçeklerini birer başarısızlık, eksik ve engel olarak yorumladıkları durumu böyle okuyorum.
Eğitim şifacıları faaliyeti
Peki bu öze, cevhere, benim tabirimle ferd temelli, ferdten türeyen içsel müfredatlara dayalı 21’inci yüzyılın eğitim anlayışında kutsanan bireyselleştirme yeni bir olgu mu? Elbette hayır. Ama dijital çağın dayattığı bağlanırlık (connectivity) ile yeşeren yeni bir bireysellikten söz açmak da gerekli. Bu haliyle endüstri devrimi toplumlarının standartlara yüklediği aşkınlık alabildiğince eleştiriliyor. Google’un CEO’su Eric Schmidt ve Google Fikirler’in başındaki isim Jared Cohen’in beraber kaleme aldıkları ‘Yeni Dijital Çağ’ kitabına başvurmak lazım. O zaman bu bahsettiğim bireyselleşme ve bireylerin, toplumsal, siyasi, ekonomik tüm süreçlere artan müdahalelerini, eserin alt başlığında bulunan insanlığın, ulusların ve iş hayatının geleceğinin nasıl yeniden şekillendiğini anlamak kolaylaşıyor. Aslında, yukarıda eleştirdiğim tamamen ithal, ‘öz’ karşılığı araştırılmamasından dolayı bilinmeyen suni eğitim gündemleriyle ilgili tabloyu, ‘bireyselleşme’ kartını iyi ve verimli kullanarak bir anda lehimize çevirebiliriz. Girişimciliğin altın kuralı, sorunları ve riskleri fırsatlara çevirme işlemi ve esnekliği burada devreye girebilir. Ayrılmaz siyam ikizleri olan girişimcilik ve inovasyon bu yönleriyle eğitim alanındaki tüm sorunlar ve çözümler arasında en güncel köprü olarak kullanılabilir.
Daha önceki yazılarımızda da bahsi geçen eğitim düşünürü Ken Robinson’un kısa süre önce piyasaya çıkan ‘Özünüzü Bulma’ başlıklı yeni kitabı da bu insansı cevherin girişimcilik, inovasyon, yaratıcılık ve eğitim izdüşümlerini anlatıyor. Robinson, bu kitapta 2009’da basılan ve Türkçe’ye ‘Öz’ şeklinde çevrilen eserindeki tartışmaları geliştiriyor. Kendi tanımıyla ‘öz/cevher/amil’, istidatlarınızın tutkularınızla buluşmasıdır: Becerilerinizi ve tutkularınızı nasıl keşfeder ve hayatınızı değiştirirsiniz? Bu kitabın verdiği mesajı, eğer içimizden birisi ‘İçsel Müfredat: Ferdlerin Eğitimi’ başlığıyla yazmış olsaydı inanın kimse dönüp bakmazdı. En fazla 500 adet basılır, 50’sini eş-dost alır gerisi depoda çürürdü. Ama aynı kitabı yabancı bir isimle ‘Finding Your Inner Curriculum: Education and Personalization in the 21th Century’ başlığıyla İngilizce yazılmış olup, sonra Türkçe’ye tercüme edilseydi, yazanın fikirlerini hemen tercüme ve yayma faaliyetine girişen birkaç tane de mütercim-düşünür bulunmuş olsaydı, kitap en azından birkaç bin adet satabilirdi. İşte ben bu içe kilitli, dıştan yanmalı, bireylerin ‘öz’lerinin dışından transfer edildiği müddetçe makbulleşen epistemolojik içselleştirilmiş oryantalizm haline Nuri Demirağ Sendromu demek istiyorum. Ne alaka diyebilirsiniz? Bana kalırsa her yeri alaka dolu. Çünkü Türk eğitim sisteminin en büyük sorunu ‘öz’den yoksun oluşudur. Bu öz ne sadece tarihsel, ne sadece kültürel, ne sadece pedagojik, ne sadece teknolojik, ne sadece toplumsal, ne de sadece bireyseldir. Bu bir harmandır. Bu cevheri bulup çıkarmak kolay bir iş değil. ‘İç’ ve ‘dış’ çatışmasının getirdiği sorunları özü bularak çözmekten başka çare kalmıyor. Ancak Nuri Demirağ sendromu gibi ironik vakalara bakarak anlaşılabileceği umudunu taşıyorum.
Bu sendromun ilk belirtisi, Nuri Demirağ’ın (1886-1957) kim olduğunu bilmemekle baş gösteriyor. Kaç kişi cevap verebilir? Kimdir? Ne yapmıştır? Neye girişmiştir? Türkiye’nin girişimcilik ve inovasyon ekosistemindeki kaç kişi bu isme aşinadır? Ama eminim Rockfeller, Edison, Ford denilse hiç değilse bazılarınız hemen ‘tanıyorum tabi’ diyecektir. Demirağ hangi mesleklerle uğraşmıştır? Nasıl yetişmiştir? Ne gibi zorluklarla karşılaşmıştır? Kimdir gerçekten Nuri Demirağ, hiç duydunuz mu? Şimdi duydunuz, peki bu isim bir merak uyandırdı mı sizde?
Nuri Demirağ, soyadını Atatürk’ten alan, banka memurluğundan başlayarak çıktığı yolda Ankara’nın doğusundaki her yere tren yolunu döşeyen, devlet bütçesinin 211 milyon TL olduğu günlerde 11 milyonluk servetiyle ülkesi için elinden geleni ardına koymayan, Boğaz’a ilk köprü projesini, örnek şehir ve köy planlarını çizdiren, belki de ilk teknoparkların temelini atan, ilk girişim fabrikası ve ar-ge merkezlerini açan, havacılık sektörümüzün ve belki de tüm dünyada havacılığın yaşadığı çağ için en yenilikçi girişimcisi, ilk sahibi olduğu bugünkü Yeşilköy Atatürk Havalimanı arazisinde ve Beşiktaş’taki bugünkü Deniz Müzesi’nin bulunduğu binalarda Nu.D. Uçak Fabrikası ve ilk sivil havacılık araştırma ve eğitim enstitüsü Gök Okulu kuran, 1936’da tamamen yerli imkanlarla 325 km hız yapıp, 1000 kilometre uçabilen Nu.D.36 model uçakları ürettiren, devlet sipariş ettiği uçakları almaktan vazgeçip daha düşük donanımlı yabancı uçakları tercih edip, üstüne bir de ihracat yasağı getirince başarısızlıkla damgalanan bir efsanedir.
İsmi sadece hakkında yazılan birkaç eser ve adının verildiği Sivas Havalimanı’nda yaşıyor. Hazerfen derecesinde bir inovasyon ve girişimcilik gurusunun hayat felsefesinden ziyade uğraştığı alanların içinde bir makineye takılıp kalan bizler onu başarısız bir uçak üretici olarak damgalama cüreti gösteriyoruz. Ama kimsenin aklına onu bir girişimcilik ve inovasyon siması olarak görmek, anlamak, anmak gelmiyor. Bunca kurulan üniversite ve girişimcilik merkezlerinin hiçbirisinin bu isimden haberi yok ki, bu tür bir yere Nuri Demirağ’ın ismi verilse ve yarıda kalan onca işi kaldığı yerden devam etse... Böylelikle birçok kesintiye uğrayan tarihimizin hiç değilse girişimcilik ve inovasyon bahsi bir ucundan tutarak kendi devamlılığını kursa, kendi tarihini yazmaya başlasa...
Aynı görüşümü 29 Mayıs 1453 İstanbul’un fethi konusunda da tekrar etmek isterim. Kutlamalarda, hala bir sütçü beygiri üstünde Fatih Sultan Mehmet’i temsil eden figürana indirgediğimiz ama aslında bir dönemi kapamış ve yenisini açmış büyük bir fethin kendi inovasyon ve girişimcilik ekosisteminin olduğunu gören gözleri arayıp duruyoruz. Feth, girişimcilik ve inovasyon kelimeleri arasındaki o önemli ilişkiyi anlayabilmeliyiz. ‘Feth’ kelimesini bir yeri zapt etmek sanan ‘özden’ yoksun gözlere, bu kelimenin ‘açmak’ olduğunu hatta aynı kökten türeyen ‘miftah’ kelimesinin anahtar anlamına geldiğini ikna edebilirsek belki ima ettiğim önyargılardan ve ideolojik saplantılarda bağımsız bakış açısını toplumun geneline yayabiliriz. Çünkü çağımız için en büyük fetih, insanların özlerini ve önlerini açmaktır. Bu şart olmadan özellikle eğitim alanında inovasyon ve girişimcilik değil, olsa olsa proje fetişizmi gerçekleşebilir.
Demirağ’a dönersek, yaşadığı dönemin çok ötesinde, neredeyse 21’inci yüzyıl paradigmasıyla örtüşen bir eğitim vizyonuna sahip birisiydi. Bunu diğer girişimlerinin yanında en rahat 1946’da kurduğu ve çok partili sistemin anahtarını açan Milli Kalkınma Partisi programındaki şu üç maddede görmek mümkün:
Nuri Demirağ Orta Okulu’nun logosunun öğrencilerin vesikalık resimleriyle 1930’larda yenilikçi bir çalışmayla süslenmesi
Gerek Nuri Demirağ, gerekse Google’un CEO’su Eric Schmidt, hatta Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg ve Ken Robinson yaşadıkları dönemin girişimcilik ve inovasyona dayalı eğitim paradigmasını içselleştirmiş ferdleridir. Kendi öz/cevher/amillerini bulmuşlardır. Robinson’un ‘element’ kelimesiyle anlatmaya çalıştığı benim içsel müfredattan kastettiğimdir: Özdür, amil bireylerin kendilerini fark etmelerine ve keşfetmelerine yardımcı olmaktır. Özü bulmak, geçmiş ve gelecek arasındaki sürekliliği hazmetmektir. Vakti nakde çevirmektir. Halk arasındaki tabiriyle, geleceği görmektir, aslında geçmiş-mevcut-gelecek sürekliliğinde yaşamaktır. Demirağ bu bakımdan bir abidedir. Şüphesiz girişimcilik ve inovasyon ekosistemimizin kurucu babasıdır ve ülkesinin geleceğini bu yönde düşleyen bir büyük insandır. Mütercim-aktarıcı olmamış, ‘cevherini’ harekete getirmiştir. 19’uncu yüzyılın sonu ve 20’nci yüzyılın ilk yarısında yaşamış olsa da kesinlikle bir 21’inci yüzyıl bireyi özelliklerini taşıyor. Biraz ironik olacak ama Nuri Demirağ sendromunu aşmanın baş şartı Nuri Demirağ gibi olmaktır. Nuri Demirağ gibi olmaksa başkalarına kabul ettirilmeyen başarıların başarısızlık olmadığını anlamakla başlar. İnsanın içsel müfredatı, özü, cevheriyle, çağın ve zamanın fırsatlar ve gereksinimler kümesiyle kurulan ilişkiyi içselleştirmeyi gerektirir. Bugünkü manada eğitim bu ilişkinin kurumsal tarafıdır, aracı ve amacıdır.
Yazımı Sivas’ın efsane yiğidosu kıymetli hemşehrim Nuri Demirağ’ın aziz ve müstesna hatırasına tazimlerimi arz ederek noktalıyorum. Nuri Demirağ’ı tanımak, tanıtmak ve hepimiz Nuri Demirağ’ız diyebilmek lazım...