Güncelleme Tarihi:
Bütün mesele de burada saklı sanırım, bir başka ifadeyle kilit nokta burası. Nasıl bir yol izleyeceğiz ki okumak bizim için toplumsal olarak bir yaşam biçimine dönüşsün?
OKUMAK BİR KİŞİLİK OKUL
Wirginia Wolf, James Joyce notlarında okumayı “erdemin gelişmesi için fırsat yaratan neredeyse bir kişilik okul” olarak nitelendirir (Damond Young, “Okuma Sanatı”). Ancak Wolf’un tek kişilik okul olarak gördüğü okumada aslında başlangıçta en az iki kişiye gereksinim duyulur. Bu iki kişiden biri henüz dünyada soluk alıp vermeye başlayan bebek diğeri de ona okumak için gönüllü olan bir yetişkindir. Her birimiz zorunlu nedenlerle farklı şartlarda ve ortamlarda büyüdüğümüz için bu yetişkinin her zaman ebeveyn olabileceğini söylemek doğru olmayacaktır. “Kitap Okuyan Çocuk Yetiştirmek Bir Çocuğun Okuma Sevgisini Nasıl Beslersiniz?” isimli eserin yazarı Megan Daley’e bu iki kişilik okula dair şunları söyler: “Hayatım boyunca kitapları çok sevdim. Yazıya ve edebiyata önem veren bir ailede büyüdüğüm için çok şanslıyım. Ailem çocukluğum boyunca hatta sonrasında bile bana kitap okurdu. Çocukluğumda babamın bana ve erkek kardeşlerime kitap okuduğunu çok net hatırlıyorum. Sevdiğim ve hayranı olduğum biri tarafından söylenen o kelimelerin seslerine kapılırdım.” Öylesine bir okul ki okuryazarlık yolculuğu beşikte atılan bu ilk adımlar bir ömür boyu etki etmektedir bize. Bu yolculuğun ilk basamağında çocuk edebiyatına adanmış isimlerden biri olan Sedat Sever hocanın da belirttiği gibi “dinleme” yer almaktadır. Öyleyse iyi okur olmanın yolu nereden mi geçer? Muhakkak ki öncelikle iyi anlatıcılarla buluşmaktan… Nitekim bu son nefese kadar devam edecek okuryazarlık yolculuğunun ilk olarak nerede ve ne zaman başladığı sorusunun yanıtı Sanders için anne kucağıdır (Öküzün A’sı Elektronik Çağda Yazılı Kültürün Çöküşü ve Şiddetin Yükselişi). Yazar bu sürecin önemini şöyle ifade eder: “Annesinin memesinden süt emen bebek onun kalp atışlarını, soluk alış verişini dinleyerek ilk ritim duygusunu edinir, annesiyle kurduğu vazgeçilmez bağ sayesinde kendisini okuryazarlığa götürecek yola adım atar ve Ezra Pound’un sözleriyle “aklın sözcükler arasındaki dansı” başlar… Yani her şey bebek meme emerken, ağızdan anlamsız sesler çıkarken düşsel bazı sesleri duyup onlara anlamsız hecelerle, gülücüklerle cevap verirken, ninniler dinlerken, ceee oyunları, sözcük oyunları oynarken başlamalı… Aile, sözelliğin devingen çekirdeğini sarıp sarmalar. Ailenin her üyesi, bir kabilenin üyeleri gibi, paylaşılan öyküleri beraberinde taşır…” Tüm bunlar “Ebeveynin çocuğuyla ne kadar ve nasıl konuştuğu” aynı zamanda Otuz Milyon Kelime-Çocuğunuzun Beynini Geliştirin adlı eserin yazarı Dana Suskind’in de belirttiği gibi bir çocuğun gelecekteki öğrenme gidişatını belirleyen en temel faktörü yani ilk yıllarındaki dil ortamının önemini gösterir.
ÇOCUKLA DOĞUMDAN İTİBAREN KONUŞMAK GEREKİR
Sanders aynı eserde sözellik ve masal anlatımının önemine dair şunları söyler: “Zengin bir sözellik deneyimi, okuryazarlığın vazgeçilmez bir başlangıcıdır. Konuşkan bir dil de her zaman dost bir kulak arar. Uykudan önce çocuğuna kendi uydurduğu masalları anlatan biri, aslında parmağını sözelliğin sularına sokmuş sayılır. Bu yönüyle öyküler, sözlü kültürlerin can damarı, masalcı ise kabile ya da topluluğun yüreğidir.” Böylelikle çocukla doğumdan itibaren konuşmak, çocuk daha konuşmaya başlamadan çok önce çocuğun iletişim becerilerinin temelini oluşturur. Okurlarımıza şunu söylemek isterim, ben ve kardeşlerim hatta oğlum ve yeğenlerim de bu yönden çok şanslıyız, çünkü annemiz çok iyi bir anlatıcı. Tüm çocukluğunu ve çocukluğumuzu öyküler tadında dinledik kendisinden. Bu yanını yıllardır dilinden düşürmeden anlattığı sevgili ilkokul öğretmeni Ali Osman Çüçen’e borçlu olduğunu ve öğretmeninin eseri olduklarını söyler. Öyle bir anlatıcı ve şiir okuyucusu ki annem, tüm çocukları ve hatta torunları olarak hem İstiklal Marşı’nın on kıtasını hem de Atamızın Gençliğe Hitabesi’ni ondan öğrendik. Aradan altmış yıl geçmiş olsa da böylesine kalıcı izler bırakıyordu öğretmenler.
HAYATIN İLK GÜNÜNDEN İTİBAREN OKUMAK
Aynı şekilde hayatının ilk gününden itibaren çocukla birlikte okumak, okuma becerisi edinmeden çok önce okuryazarlık becerisini ve kitap sevgisini geliştirir. Konuşmada olduğu gibi ebeveyn veya onun yerini alan yetişkinlerin hayatının ilk birkaç yılında çocuğa nasıl ve ne kadar kitap okuduğunun önemi büyüktür. Henüz daha iki kişilik olan bu okulda ister anne-babalar isterse öğretmenler veya kütüphane görevlileri olsun Manguel’in de belirttiği gibi okumanın her şeyden önce duygusal bir deneyim olduğunu her daim hatırlamakta yarar var.
OKUMA KÜLTÜRÜNDE ÖĞRETMENİN YERİ
Aileden sonra okuma kültürünün ediniminde ikinci sırada tüm öğrenim basamaklarındaki öğretmenler yer alır. Diğer taraftan kişisel olarak düşüncem, özellikle de öğretmenlerimizin hem etkilerinin hem de sorumluluklarının ülkemizin okurlarının yetiştirilmesinde daha uzun yıllar ailelerden çok daha fazla olacağı yönündedir. Öğretmen, okuma, okur olma ilişkisi üzerine burada paylaşmak istediğim birkaç başlık var. Bunlardan ilki Alberto Manguel’den bir kesit. Merak adlı eserinde yazar, İspanyol Altın Çağı üzerine müthiş bir uzman olduğunu söylediği İsaias Lerner’dan lisede iki yıl edebiyat dersi aldığını belirterek öğretmenine dair şunları söyler: “…Bir öğretmen öğrencilerine bilinmeyen sahaları keşfetmede yardımcı olabilir, onlara uzmanlık bilgisi sağlayabilir, onların kendilerine bir entelektüel disiplin yaratmalarına katkıda bulunabilir ancak hepsinden öte onlara hayal gücü ve meraklarını işe koşabilecekleri bir zihinsel özgürlük alanı, düşünmeyi öğrenebilecekleri bir yer kurmalıdır.”
ÖNCE İSTEK YARATIRDI
İkincisi rahmetle ve minnetle anmak istediğim Doğan Cüceloğlu hocamız ve İrfan Erdoğan’ın Öğretmen Olmak Bir Cana Dokunmak adlı eserden bir kesit. Bu kesitte öğretmenlerimizin nasıl bir okur olmasına gereksinim duyduğumuz öylesine şiirsel bir dille anlatılıyor ki: “…Yazar Öner Yağcı’nın, öğretmeni Emin Özdemir ile ilgili söylediklerinden bir pasajı, Zeki Sarıhan’ın Unutulmayan Öğretmenler adlı eserinden buraya aktarmak istiyorum: “(…) Dilin tadına varmanın ne olduğunu onun derslerinde anladım… Bir öykü, bir şiir, bir deneme ya da günlük gazeteden kestiği bir köşe yazısı okuyarak ilgiyi çekerdi mutlaka. Okuduğu metnin alındığı kitabı ya da dergiyi edinme isteği yaratırdı hepimizde. Sonra anlatmak istediği konuya getirirdi sözü. Sora sora, merak ettire ettire, bilginin çekiciliğini göstere göstere tamamlardı dersini. Onun dersini kaçırmak büyük bir kayıptı öğrenciler için…”
OKUMAYA İLGİ DUYUYOR MUYUZ?
Üçüncü sırada öğretmen olmanın büyük ölçüde sağduyusal olduğunu belirten Noam Chomsky geliyor. “Demokrasi ve Eğitim” adlı eserde yer alan şu ifadeler bizi yine okur olarak öğretmenlere taşıyor: “Üniversite öğrencisiyken çocuklara ders veriyordum. Üniversite için gerekli parayı kısmen okulda İbranice öğreterek kazandım. Her seviyede yüksek lisans dersleri verdim, tüm bu deneyimlerimden ya da tüm okuduğum şeylerden çıkardığım şu ki, iyi öğretmen olmanın yüzde doksan dokuzu insanların işe ya da meseleye ilgi duymasını sağlamak ve onlara, ilginç buldukları şeyleri yapıcı bir şekilde sürdürmeye başlayabilecekleri zengin bir ortam sağlamaktır. Bunu yapmak için bildiğim tek yöntem, öğrettiğiniz konuya ilgi duymanız”. Bu noktada hemen şunu söylemeliyiz: Anne-babalar ve öğretmenler olarak “okumaya” ilgi duyuyor muyuz? Okuma kültürü söz konusu olduğunda anahtar unsurlardan biri de bu. Ardından şöyle devam ediyor Chomsky: “…Öğretmenlik yaptığınız insanlara ilgi duymanız ve kendi deneyiminize dayanarak kendiniz öğrenmeniz. MIT’in (Massachusetts Institute of Technology) büyük fizikçilerinden Victor Weiskoppf’dan sıkça aktardığım bir cümle vardır: Öğrencileri ona “Bu dönem neler işleyeceğiz?” diye sorarlarmış. Onun da standart cevabı “Neleri işleyeceğimiz önemli değil, neleri keşfedeceğimiz önemli” olurmuş. İşte mesele budur: Bu iyi öğretmenliktir. Neleri işlediğiniz değil, keşfetme kapasitesini ne kadar geliştirdiğiniz önemli”.
YÜKSEK SESLE OKUMAK
Keşfetmeye dayalı bir süreçtir gereksinim duyduklarımızdan biri de. Bununla ilgili olarak Daniel Pennac’ın Roman Gibi Kitaplara ve Okumaya Dair adlı eserinden bir bölüme gittiğimizde yine yine yine bir öğretmen çıkar karşımıza okumaya dair tutkulu olan bir öğretmen “Bu öğretmen bilgi aşılamıyordu, bildiklerini sunuyordu. Bir öğretmenden çok, bir halk ozanıydı… Her şeyde bir başlangıç gerektiğinden, her sene küçük sürüsünü romanın sözlü kaynaklarının etrafından toplardı. Sesi, halk ozanlarınınki gibi, okuması olmayan bir topluluğa hitap ediyordu. Gözleri açıyordu. Işıkları yakıyordu. Kendine uyanları kitapların yoluna çağırıyordu; bitmek bilmeyen yolculuğa, insandan insana doğru yol almaya. En önemlisi, bize her şeyi yüksek sesle okumasıydı! Anlama arzumuza birden yerleştirdiği bu güven… Yüksek sesle okuyan insan, kitabın seviyesine çıkarır bizi. Gerçekten okuyacak bir şeyler verir.” En büyük yanılgılarımızdan birine dikkat çekiyor Pennac: Okumayı öğrendikten sonra çocuğa, öğrenciye sesli okumak gerekmez, yanılgısına. Tam tersine belki de hangi yaşta olursak olalım bize okunmasından aldığımız hazzın yeri bambaşka. Öyle ki ortaokul ikinci sınıfa giden bir çocuk, annesi “Artık ne zaman kendin okuyacaksın?” diye sorduğunda, bu soruya “Sana hiç anneannem ya da dedem yatmadan önce kitap okumuş muydu?” sorusuyla karşılık verdiğinde; annenin bu soruya yanıtı ne yazık ki “hayır” olur, diğer taraftan bu sorunun karşısında hem üzülen hem de şaşıran anne çocuğuna “Söz veriyorum, bir daha sen artık okuma deyinceye kadar sana okumaya devam edeceğim” der.
DAHA FAZLA SORU SORMA İŞTAHI
Oysaki çocuğuyla bu diyaloğa giren anne yani ben, aslında lisans öğrenimimde rahmetli Hocam Profesör Doktor Ali Özçelebi aracılığıyla Fransız Edebiyatı derslerinde her hafta tam da Emin Özdemir’in anlattığı şekilde metinlerle buluşuyorduk. İşte tam da burada başlıyordu benim için gerçek anlamda okur olma yolculuğu. Üniversite üçüncü sınıfta. Her okuduğu kesitte bize “Şayet şimdi bu eseri okumuş olsaydınız… Sorduğum sorulara şu şekilde yanıtlar verebilirdiniz.” diyerek okuduğu eserlere dair merak ve onları okuma isteği uyandırıyordu. Ama hiçbir zaman okumadığımız için bize kendimizi kötü hissettirecek bir şey söylemiyor yani kapıları açılmadan kapatmıyordu. Bilakis sevgili Recep Nas Öğretmenimizin de vurguladığı gibi bizi her zaman yüreklendirirdi. Bu şekilde aynı zamanda Manguel’in de dediği gibi merakın çoğu zaman anlamlı ve tatmin edici cevaplarla değil de daha fazla soru sorma iştahıyla ve başkalarıyla sohbet etme zevkiyle ödüllendirildiğini öğreniyorduk. Çünkü böylelikle Okul Sıkıntısı adlı eserde Pennac’ın belirttiği gibi öğretmenlerimiz, bizleri yanıtlamak için can atacağımız sorularla baş başa bırakıyordu. Her ne kadar sosyolog James Coleman, yaptığı birçok araştırmanın ardından öğrenci başarısının belirlenmesinde, evindeki arka planın toplam etkisinin okuldaki değişkenlerin toplam etkisinden iki kat daha büyük olduğu sonucuna varmış olsa da ülkemiz için bu etkiyi azaltabilecek iki temel faktörden biri öğretmen diğeri de öğretmenlerimiz aracılığıyla hayatımıza girecek olan kütüphaneler olduğunu düşünüyorum.
OKUR YAZARLIK HAM MADDEDİR
Bu bağlamda söylenecek çok şey var ancak toparlayacak olursam: Sanders’in vurguladığı gibi okuryazarlık, toplumsal ilişkilerden kurumlara kadar her şeyi etkisi altına alan ve kültürümüze verdiğimiz biçimin temelinde yatan ham maddedir. Doğar doğmaz kitaplarla tanışmak, birçok avantajı da beraberinde getirebiliyor. Okul öncesi dönemde evde kitaplar tanışan çocukların okumaya ve eğitime ısınması doğal bir süreç olurken aynı dönemde kitapla tanışmamış çocuklar için okumak zorlu bir deneyime dönüşebiliyor ve dolaylı olarak okulu terk, işsizlik gibi yaşam boyu sürebilecek sosyal ve ekonomik riskler baş gösterebiliyor (Lonigan, 2006 aktaran Veryeri Alaca & Küntay, 0-3 Yaş Çocuk Kitapları Erken Okur-Yazarlık). Bu nedenle yine Sanders’in ifade ettiği gibi “hepimizin bir başka ifadeyle demokrasinin ayakta kalmasını isteyen herkesin okuryazarlığın kurtarılmaya değer bir şey olduğunu anlaması” için daha geç olmadan harekete geçme ve yapıcı düşler kurma zamanı gelmedi mi?
PROF. DR. HÜLYA KARTAL KİMDİR?
1989 yılında hemşire olarak başladığı sürece 1997-2000 yılları arasında sınıf öğretmeni olarak devam etti. 2000 yılından bu yana da Bursa Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Temel Eğitim Bölümü Sınıf Eğitimi Anabilim Dalı’nda görev yapıyor. Lisans ve lisansüstü düzeyde dersler yürütmekte ve bilimsel araştırmalar aracılığıyla okuma becerileri, okuma kültürü ve akran zorbalığı konusunda kendime sorular sormaya ve yanıtlarını aramaya çalışıyor.