Güncelleme Tarihi:
Üniversiteyi üstün başarıyla bitiren gençler, genellikle iş hayatında hayal kırıklıkları yaşıyorlar ve yaşatıyorlar. İş yerleri ne yazık ki, mezun profilinden memnun değil. Çalışma hayatında haftada bir sınav yapılsa bu gençler eminim çok başarılı olurlar. Ama firmalar proje yaptırıyorlar, çözüm senaryoları istiyorlar. Bu hiç adil değil fakat çıplak gerçek böyle. Çocuklar evde, okullarda prensler ve prensesler gibi yaşıyorlar. En küçük bir problemde devlet okulu velileri 147’ye, özel okul velileri yöneticilere gidip koruma kalkanlarını açıyorlar. İş yerleri ise prenses ve prensleri istihdam etmiyor çok şükür! Dolayısıyla gençliğin bir yaşam mücadelesi içinde hayata hazırlanma seçeneği yok denecek kadar az. Gençlerin zihninde gerçek yaşamda karşılığı olan bir gelecek kavramı da yok. Çünkü ebeveynler çocukların karar verme merkezi olan frontal lobunu iptal edip, onlar adına kararları kendileri veriyorlar. Aileler genellikle geçmiş korku ve kaygılarından oluşan belirsiz bir gelecek senaryosuna sahipler.
Aileler ve öğretmenler bulanık bir gelecek imajına sahip
Lambadan çıkan cinle ilgili bir hikâye anlatılır. Cin lambanın sahibine demiş ki, “aklında canlandırdığın üç şeyi dile benden.” Adam zihninde lüks bir cadillac, büyük bir şato ve 1 milyon dolar destesi canlandırmış. Cin, “okus pokus, veeee işte hazır” demiş. Arabanın sadece gıcır gıcır kaportası, şatonun sadece parlak dış duvarları, paraların da sadece bulanık görüntülü destesi varmış. Adam, “bu neee” demiş. Cin ise, “senin zihnindeki buydu ne yapayım” diye cevap vermiş. Ebeveynler ve öğretmenler bu örnekte olduğu gibi bulanık bir gelecek imajına sahipler. Bu nedenle bu yıl okula başlayacak çocukların 2040’ta iş hayatına atılacağını unutup bugünün verisiyle geleceğin tasvirini yapıyorlar. Bizim büyüklerimizdeki savaş yıllarından kalma tedirginliğin başka bir versiyonu şimdiki yetişkinlerin zihninde yer alıyor. Ama bu sorun bilgisizlikten veya çok bilmişlikten değil, çaresizlikten kaynaklanıyor bence.
Doğa asla müdahaleden hoşlanmaz
Ortaöğretim o kadar geç bir dönem ki. Hekimlerin dediği gibi, “hastayı evine gönderin dinlensin.” Okul öncesi eğitimde “çocuğum mutlu olsun yeter” diyen aileler, istisnalar bulunmakla birlikte, ilkokul birden itibaren çoktan seçmeli gösteren bir gözlük takıyorlar. Çocuklar bir taraftan aşırı ilgi gösterilip korunarak, diğer yandan akademik başarı stresi yaratılarak iki taraflı örseleniyorlar. Sonuç olarak sınavlarda başarılı olan da başarısız olan da örseleniyor. Çocuklar “ya kişiliğin ya sınav” ikilemine sokuluyor örtülü olarak. Bir çocuk sadece ama sadece kendi doğasına uygun bir atmosfer bulduğunda yeşerir. Ona popüler meslekler ve bölümler dayatıldığında çoğunlukla mutsuz olur. Her çocuğun arzusu, ilgisi ve yeteneği vardır. Arzu sadece hazlarla yönetilen ve nesnel temeli olmayan duygularla ilgilidir. Çocuğun arzu ettiğini yapması doğru bir yönelim sağlamaz çoğunlukla. İlgi daha nesnel kanıtlara dayalıdır. Ama sadece bir konuya ilgi duymak yetmez. İlgiye yeteneğin eşlik etmesi şart. Yani çocuklar hem ilgilerini çeken hem de yetenekli oldukları bölümlerde mutlu ve başarılı olabilir. Fakat Türkiye’de ölçü yüksek puanlı, popüler, ekonomik getirisi yüksek bölümleri seçmek.
Çocuk popüler bir alan yerine yetenekli olduğu sanatsal bir alanı seçmek isterse veliler, “onu hobi olarak yaparsın” diyebiliyor. Yani hoşlanmadığı bir mesleğin stresini hoşlandığı bir hobiyle giderecek. Yapılması gereken şey, özellikle ilkokuldan itibaren çocuğun hizasına yani mizacına bakmak. Mümkün olduğu kadar az müdahale edip doğuştan getirdiğine destek olmalıyız bence. Doğa asla hoşlanmaz müdahaleden. Eğer konu başardığı için mutlu olmaksa açıklama farklı, mutlu olduğu için başarmaksa daha farklı olur. İnsan sadece yaparken kendini kaybettiği işlerde mutlu olur. Bunun sonucunda başarı gelir. Tarihte olduğu gibi, günümüzdeki 21’inci yüzyıl becerileri ile ilgili çalışmalarda da tutkulu olmak çok önemli. Bir insan yalnızca sevdiği işe tutkuyla bağlanır. Tutku yoksa gerçek başarı da çıkmaz. Olsa olsa hırsa dayalı bir başarı ortaya çıkabilir. Genel olarak baktığımızda iş hayatındaki başarıyla akademik başarı arasındaki ilişki çok düşük. Çünkü akademik başarı için gereken yeterlikler iş hayatında bir kıymete sahip değil. Yani okulda elde edilen beceriler hayata hazırlanmamaya daha uygun.
Diploma bürokratik bir gereklilik
İş yerleri ekip çalışması, proje yönetimi, girişimcilik, azim, iletişim, dayanıklılık ve benzeri sosyal beceriler istiyor. Çalışma hayatında önceki deneyimler çok değerli. Fakat yıllarca yüksek bir ortalama için uğraşan gençler yeterli yaşam deneyimi biriktiremiyor. Ev ve okulun yapay havasından gerçek bir yaşam sahnesine çıktıklarında bağışıklık sistemleri hemen çöküyor. İş hayatı rekabetin, yarışmanın, hızın, yaratıcılığın, inovasyonun hakim olduğu bir beceri profili bekliyor. Dikkat ederseniz yükseköğrenim görmüş genç işsizliğindeki artış yüzde 25’lere yaklaştı. Ama diğer taraftan uygun becerilere sahip eleman açığı var. İşte tam da kırılma noktası burası. Şirketler işe aldıkları elemanı ya yeniden eğitmek zorunda kalıyor ya da başka şirketlerden eleman ayartma yoluna gidiyorlar. Daha kötüsü ülkenin en iyi üniversitelerinden yeni mezun olmuş gençleri yıllarca çok düşük ücretlere çalıştırıyorlar.
Gençlere önerim, diploma almayı ikinci plana atmaları. Diploma artık herkeste var. Önemli olan bir öğrencinin fakültede aldığı dersler değil, ders dışında öğrencilik boyunca ne yaptığı. Şimdi size birkaç kelime söyleyeyim ne hissedeceksiniz angarya, bedava çalışma, hizmetçilik, hamallık… Bu kelimelerin tamamı gençleri irrite ediyor. Oysa gençler üniversitede daha öğrenciyken, gönüllü etkinliklerde, sosyal sorumluluk faaliyetlerinde, çok başarılı şirketlerde yıllarca angarya da olsa, hamallık da olsa çalışmalılar. Diploma bürokratik bir gerekliliktir. Oysa bu tür deneyimler hayat için lazım. Ebeveynler biraz derin düşünseler daha ilkokuldayken çocuklarının kendi sınıflarını, okullarını temizlemeleri için okula baskı kurarlar. Çocuklarının zorlanmasını isterler. Uzun süreli travmatik olmaması kaydıyla çocuklarının problemlerle karşılaşmasını desteklerler. Çocuklarının her türlü problemini çözen, onların hayatını kolaylaştıran öğretmen ve ebeveynler sadece onların gelecekteki hayatlarını zorlaştırmış oluyor.
Türkiye eğitim sistemini de dönüştürmek zorunda
Eğitim sistemi bir kısır döngü içinde. Açık ya da örtülü bir mutabakat var sistemin çocukları geleceğe hazırlamadığı konusunda. Tartışmaya gerek yok aslında lise ya da üniversite mezunlarının akademik veya sosyal beceri profillerine bakmak yeterli. Türkiye nasıl bankacılık, sağlık, iletişim-ulaştırma sistemini dönüştürdüyse, eğitim sistemini de paradigmal olarak dönüştürmek zorunda.
Size iki öğrenci örneği vereyim. Birisi NewYork’lu Emily, diğeri Ankaralı Emine. İkisi de lise birinci sınıf öğrencisi. Bunlar dört yıl boyunca lisede ne yapıyorlar diye bakarsanız, durum gün gibi açığa çıkar. Emily bir uzmanla dört yıllık kariyer ve kredi planlaması yapıyor, liderlik eğitimi alıyor, yazma becerisini ilerletiyor, okul dışı hobi programlarını zenginleştiriyor, üniversite ziyaretleri yapıyor, yaz okullarında 21’inci yüzyıl becerileri eğitimi alıyor, SAT’ye erken girme danışmanlığı alıyor, CV oluşturuyor, tavsiye mektupları biriktiriyor, üniversitelerin kayıt kabul bürolarının etkinliklerine katılıyor.
Emine ise dokuzuncu sınıfta dershane benzeri etkinliklere başlıyor. Kitap okuma ve benzeri hobilerini bırakıyor, dokuzuncu sınıftayken günde asgari 80 soru çözüyor, 10’uncu sınıfta arkadaşlarından uzaklaşıyor, özel dersler başlıyor, deneme sınavları artıyor, 11’inci sınıfta toplam 36 bin soru çözmesi gerekiyor, sömestr tatilinde soru çözme kampına katılıyor, ek yayınlar araştırıyor, 12’nci sınıfta 32 deneme sınavı alması icap ediyor, ikinci dönem için rapor alması isteniyor. Şimdi siz söyleyin hangi çocuk daha sahici bir öğrenim hayatına sahip?
Kariyer yüksek becerilerle zenginleşen bir yol. Ancak, oldukça yüksek puanla öğrenci alan bazı üniversitelerin yöneticileri öğrenci niteliğinin giderek düştüğünden yakınıyorlar. 1 milyonun üzerinde öğrenci, üniversite giriş sınavında fizik kitapçığının kapağını bile açmadı. Zaten yapılan merkezi sınavlar eleme kaygısından dolayı teknik olarak öğrencilerin yaklaşık üçte ikisi için uygun değil. Geri kalanlar bir otomatizasyon içinde şablonları takip ediyorlar. Öyle ki, reputasyonu yüksek üniversitelerin öğrencileri bile seçmeli dersleri seçmekte zorlanıp üniversite yönetimine “biz seçemiyoruz, siz seçin paket olarak alalım” diyebiliyorlar.
10 yıl sonra popüler alanlar değişecek
Sorunlar ortada, peki neler önerilebilir? Muhtemel önerileri bireysel, kurumsal ve ülke düzeyinde ele almak mümkün. Burada sadece bireysel olanlar üzerinde durmakta yarar var. Bir defa aileler ‘elle gelen düğün bayram’ modundan çıkıp her çocuğun kişisel bir kariyer planına ihtiyacı olduğunu kabul etmeli. Lise son sınıf öğrenci velilerinin davranışı, herkesin aynı ritüelleri gerçekleştirdiği toplu ayine dönüşüyor. Herkesin yaptığına kuşkuyla bakmak yararlı olabilir. Çünkü sınav meselesi toplumsal bir bilinç dışının etkisiyle daha çok olumsuz anlamda duygusal temellere dayandırılıyor. Oysa anne-babalar önce kendi mizacını tanıyıp çocuklarına ne yaptıklarını ya da ne yapmadıklarını kavramalılar. Daha sonra çocuklarının kişiliğiyle iç içe geçmekten vazgeçip “biz tıp istiyoruz” türünden nevrotik tepkilerinin farkına varmalılar. Muhakkak surette çocuklarının mizacını tanıyıp onu örselememeyi öğrenmeliler. Bu arada kendi kafalarındaki geleceğin çocuklarının yaşayacağı gelecek olmadığını kabullenmeleri çok önemli. Aksi durumda gözünün önündeki aya füze fırlatan ama füze oraya vardığında yörüngesi değiştiği için ayı bulamayan füze fırlatıcısının durumuna düşerler. Ne yazık ki bir veli için popüler olan tüm veliler için popüler oluyor. Aynı mağazaya hücum etmektense çocuğun doğasına uygun yeni alanlara yönelmekte yarar var. 10 yıl sonra popüler alanlar değişecek.
Kendi doğanızı takip edin
Öğrenciler için bir anahtar cümle söylemem gerekirse “mesleği takip etme, kendini takip et” olabilir. Öğrenciler hangi mesleklerin daha cazip olduğunu takip edip onu seçmeye çalışıyorlar. Oysa meslekler ekonominin durumuna göre birkaç yıl içinde bile olumlu/olumuz seyir gösterebilirler. Öğrencinin kendi mizacını ve doğasını takip etmesi şaşmaz bir ölçüdür. Bu ölçünün yaşantılarla desteklenmesi gerekir. Bu amaçla öğrencilerin daha ortaöğretimdeyken derslerin dışında yaptıkları işlere önem vermeleri gerekir. Çünkü işyerlerinden talep edilen beceriler müfredatın dışında yer alıyor. Daha çok bilişsel olmayan (non-cognitive) beceriler bunlar. Angarya bile olsa, öğrencilerin özellikle sosyal zekayı destekleyecek işlerde geçirdikleri her deneyim kendilerine yaptıkları bir yatırımdır.
Haz merkezli bir dünyada eğlence ve keyfi bırakıp çalışmak hoş bir öneri değil, ama binlerce yıldır mutluluğun sırrı çalışmakta ve üretmekte gizli. Öğrenciler fakülteden mezun olduklarında adlarını Google’a yazdıklarında ne çıkacağını düşünerek planlanmış etkinliklere katılmalılar. Ortaöğretim ve fakülte hayatı boyunca, kartvizit, mail ve işlevsel facebook adresi biriktirmeleri yararlı olabilir. Sosyal ağları ne denli gelişirse beyinlerindeki ağlar da o kadar gelişecektir. Yüzeysel olarak birçok faaliyete katılmaktansa en azından bir alanda derinlemesine ilerlemeleri şart. Bu alan spor, müzik veya başka bir hobi olabilir.
Küçük bir gruba takılıp kalmayın
Fakültede küçük bir gruba takılıp dört sene boyunca aynı kişilerle etkileşimde olmanın zehirleyici bir etkisi vardır. Bu nedenle grubun dışına çıkıp yenilikçi kurumsal bağlantılara önem vermeliler. Ancak yapılan çalışmalardan gençlerin çok da yenilikçi, girişimci olmadıkları anlaşılıyor. Yenilikçilik kolay değil elbet. Buharlı tren İngiltere’de ilk çıktığında üstüne para vererek bile binecek yolcu bulamıyorlar. En sonunda idam mahkûmu olan 12 kişi bulup trenin ilk deneme seferini yapıyorlar.
Bu çağda yenilikçilik ve girişimcilik informel diploma işlevini görüyor. Bilhassa dijital teknolojiler yenilikçiliğin bineği niteliğinde. Z-space gibi etkileşimsel üç boyutlu imge yazılımları ve daha birçok yazılım hemen her branşta kullanılabilecek araçlar içeriyor. Artırılmış gerçekliğin (augmented reality) giderek önem kazandığı bir dünyada gençlerin meslek kavramının evrimini izlemelerinde yarar var.
Siber öğrenme projeleri, kişiselleştirilmiş platformlar artık sıradan uygulamalar halinde. Örneğin kitlesel açık çevirimiçi kurslar (MOOC) çok güncel olmasa da herkes için alternatif üniversite imkânı sağlıyor. Artık formel öğrenmeyle sınırlı kalınamayacağı yaşamdaki öğrenmenin çok büyük bir kısmının informel olduğu unutulmamalı. Üniversite öğrencileri lisans dönemi boyunca uluslararası bağlantıları ihmal etmemeli, ilgili ilgisiz her yerle yazışmalı, sanal etkinliklere katılmalı, farklı ağlarda etkileşimlere girmeliler. Fakülte bittiğinde uluslararası bağlantıları olmayan gençler kasabadan şehre inememiş kuşaklara benzerler. Bunun için herkesten farklı oldukları yönlerini tanıyıp işe koşmaları yararlı olur.