Güncelleme Tarihi:
Diğer taraftan yöneticilerin bir kısmı ise geçmişe saplantı derecesinde bağlanıyor, geçmişi kutsuyor, geleceği göremiyorlar. Türkiye’de bir kesimin eğitimin kurtuluşunu köy enstitülerine dönüşte ararken, bir kesimin de imam hatiplerin sayısını artırarak ülkeyi kurtarabileceklerini sanmaları bu türden bir saplantının ürünü. Oysa değişen koşullarda ortaya çıkan sorunlar, sorunun ortaya çıktığı toplumdaki olanaklarla çözülmeye çalışılıyor. O gün için üretilen çözümün her zaman geçerli olduğunu savunmak değişimi algılayamamak olarak değerlendirilebilir.
Nasıl ki doktor tıp fakültesinde, mühendis mühendislik fakültesinde, hukukçu hukuk fakültesinde yetiştiriliyorsa, doğal olarak öğretmen de eğitim fakültelerinde yetiştirilmeli. Bu durum bu kadar açık anlaşılır ve basit olmasına rağmen öğretmenin yetiştirilmesi ve istihdamı ile ilgili uygulanan politikalar ülkeye telafisi imkansız zararlar veriyor.
Geçmişte öğretmen ihtiyacının fazla olması nedeniyle çok farklı kaynaklardan devşirilerek öğretmen ataması yapıldığı doğru. Bu ülkede ziraat fakültesi mezunları, veteriner fakültesi mezunları da öğretmen olarak atandı. O günün koşulları belki bunu gerektiriyordu. Çok sayıda öğretmene ihtiyaç vardı, fakat öğretmen yetiştiren kurumların ve verdikleri mezunlarının sayısı yetersizdi. Bir başka deyişle zaruret hali söz konusu idi. Zaruret haramı bile helal kılar denir.
Zaman içinde öğretmen yetiştiren kurumların sayısı arttı ve bu kurumlar ihtiyacı fazlasıyla karşılar hale geldiler. Buna rağmen geçici bir önlem olarak başlatılan bu uygulamanın halen bütün alanlarda devam ediyor olması, kabul edilebilir bir durum değil. Çeşitli çevreler tarafından eskiden oluyordu şeklinde yapılan savunma kabul edilemez.
Gençlerin hayata atılmaları geciktiriliyor
İfade edilen bu durum, yalın bir gerçeklik olmakla birlikte eğitim politikalarını belirleyenler dahil her kesim insan gücü yetiştirme açısından ortaya çıkan çarpıklığı ve dolayısıyla sosyal sorunları çözmek yerine, faturayı eğitim fakültelerine çıkarmaya çalışıyorlar. Eğitim fakülteleri adeta günah keçisi haline getirildi. Her geçen gün çığ gibi büyüyen üniversite mezunu işsizler nedeniyle toplumun siyasi iktidardan hesap sorması, MEB ve YÖK’ü doğruluğuna inanmadığı, politikalar üretmeye ve işsizliği ötelemenin yollarını bulmaya zorluyor. Bu nedenle üniversite mezunu gençlerin ümitleri sömürülüyor, üretici birey olarak hayata atılmaları geciktiriliyor, yaşama sevinçleri ellerinden alınıyor.
Giderek daha nitelikli öğretmen yetiştirilmesi, eğitim fakültelerine daha nitelikli adayların başvurmasının teşvik edilmesi gerekirken, uygulanan YÖK politikaları nedeniyle eğitim fakülteleri günden güne zayıflatılıyor. Örneğin kamuoyuna açıklanan eğitim fakültelerine girişte uygulanacak puan barajı, başka kaynaklardan da öğretmen ataması yapılmaya devam edilecekse eğitim fakültelerinin aleyhine işleyecektir. Bu durum taban puanla öğrenci alan, tercih edilmediği için kapanma noktasına gelen bazı fakültelerin lehine olacaktır.
Gerçekten niteliğin artırılması isteniyorsa, aynı baraj puanı, öğretmenliğe kaynaklık ettiği Talim Terbiye Kurulu’nun 9 sayılı kararında ifade edilen bütün fakülte ve yüksekokullar için de getirilmeli. Görüldüğü gibi eğitim fakülteleri lehine gibi gösterilen bu türden uygulamalar aslında aleyhine işliyor.
Alan dışı atamalar da zarar veriyor
Eğitim fakültelerine zarar veren bir başka uygulama ise alan dışı atamalar. Örneğin çok yüksek puanlarla eğitim fakültesinin Psikolojik Danışma ve Rehberlik (PDR) programını kazanan ve devam eden binlerce öğrenci varken, onların atanmaları gereken kadroların Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından sosyoloji mezunları ile doldurulması eğitim sistemine ve eğitim fakültelerine telafisi olmayan zararlar veriyor.
Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) büyüme politikası devam ediyor ve istihdam sorunları hızla artıyor. Örneğin geçen 10 yılda fen edebiyat ve ilahiyat fakülteleri üç kat büyüdü. 2015-2016 verilerine göre 184 fen - edebiyat fakültesi ve 75 ilahiyat fakültesi var. Hatta o kadar ki, 2017-2021 yılları için stratejik plan hazırlayan Diyanet İşleri Başkanlığı yaptığı analizde tehditlerden biri olarak ilahiyat ve imam-hatip lisesi mezunu sayısının kontrolsüz bir biçimde artmasını ve niteliğin düşmesini gösteriyor.
Buna karşın eğitim fakülteleri niteliği korumak ve yükseltmek amacıyla ikinci öğretim programlarının kapatılmasını kendileri istedi. Eğitim Fakültesi Dekanlar Konseyi birçok defa YÖK’ten yeni eğitim fakültelerinin açılmamasını talep etti.
Maalesef birçok fakülte bugün hala ne yetiştirdiğinin ve neden yetiştirdiğinin farkında değil. En önemli istihdam alanı olarak öğretmenliği gören, başta fen edebiyat ve ilahiyat olmak üzere diğer fakülteler, bugüne kadar programlarında öğretmen olmak için gerekli alan bilgisi derslerine yer veren, Milli Eğitim Müfredatı’nı dikkate alan, hiçbir düzenleme yapmadı. Oysa bir fakültenin programının içeriğini belirleyen, o fakültenin amaçlarıdır. Amaçlanan çıktı üretilemiyorsa mezunlarının tamamına yakını öğretmen olmak istiyorsa, amaç kayması var demektir. Yapılması gereken ise ya amaçları ya da çıktıları değiştirmek.
Bir başka deyişle, bu fakülteler yıllardır yaşadıkları amaç kaymasını ısrarla görmezden geliyorlar. Özellikle ilahiyat fakültelerinden mezun olanların bölümü, anabilim dalı ne olursa olsun öğretmen olarak atanabilmeleri; imamlık, vaizlik, müftülük gibi mesleklerle öğretmenliğin yeterliklerinin aynı olduğu anlamına geliyor. Böyle olmadığı için eğitim fakültelerinde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği Bölümü açıldı fakat ilahiyat fakültelerinin politik baskıları ile önce bu bölüm ilahiyat fakülteleri içine alındı, sonrada tamamen kapatıldı. Bu durumun doğal bir sonucu olarak, bu fakültelerin mezunlarının alan sınavlarında başarısız olmaları nedeniyle yapılan eleştiriler “öğretmenler sınıfta kaldı”, “öğretmeni iyi yetiştiremiyoruz”, “eğitim fakülteleri başarısız” gibi başlıklarla verilerek eğitim fakülteleri suçlanıyor. Oysa şu anda görev yapan öğretmenlerin yarısından fazlası eğitim fakültesi mezunu değil.
Öğretmen olmanın önkoşulları ve pedagojik formasyon problemi
Milli Eğitim Temel Kanunu’nda ifade edildiği gibi öğretmen olabilmenin üç ön koşulu var. Bunlar, alan bilgisi, pedagojik formasyon ve genel kültürdür. Bu önkoşullar açısından mevcut durumu kısaca değerlendirelim.
Alan fakültelerinden mezun olanların alan bilgisi zayıf
Geçtiğimiz günlerde MEB 2016 yılında yapılan alan bilgisi sınavının sonuçlarını açıkladı. Sorulan 50 soruya verilen ortalama doğru cevap sayıları şöyle; matematik 9, fizik 15, kimya 16, biyoloji 17, Türk dili ve edebiyatı 22, din kültürü ve ahlak bilgisi 25. Görüldüğü gibi bu fakülteler adaylara öğretmen olabilmek için yeterli düzeyde alan bilgisi kazandıramıyorlar. Eğitimciler ısrarla “bilen öğretir” mantığına karşı çıkarak öğretmen olabilmek için bir alanı bilmenin yeterli olmayacağını, o alanın nasıl öğretileceğinin de bilinmesi gerektiğini savunuyorlar. Gelinen noktada maalesef öğreteceği konuyu da bilmeyen bir kitleyle karşı karşıyayız.
Alan fakültelerinden mezun olanlara verilen pedagojik formasyon yetersiz
İkinci koşul pedagojik formasyon ya da başka bir deyişle öğretmenlik meslek bilgisidir. Bu program her öğretmen adayına, kime öğreteceğini bilmesi için öğrencilerin gelişim özelliklerinin, psikolojik özelliklerinin, nasıl öğreteceğini bilmesi için öğretim ilke ve yöntemlerinin, öğrettiklerini nasıl ölçeceğini ve değerlendireceğini bilmesi için ölçme ve değerlendirme yöntem ve tekniklerinin, kullanacağı ders araç gereçlerini geliştirmesi ve daha etkili kullanabilmesi için materyal tasarımının, sınıfı yönetebilmesi ve disiplini sağlayabilmesi için sınıf yönetimi bilgi ve tekniklerinin öğretilmesini sağlayan, bu konularda öğretmen adaylarına yeterlik kazandırmayı amaçlayan bir programdır. Bunun eğitim fakültelerinde kredi/saatlerinin uygun olması nedeni ile dersler ayrıntılı olarak verilirken, eğitim fakültesi mezunu olmayanlara YÖK’ün belirlediği içerik ve kredilerle sınırlı ölçüde verilebiliyor.
Gelinen noktada tartışılan konu, içerikten ziyade bu formasyon belgesini almak isteyen, bu belgeyi alınca öğretmen olacağını sanan büyük bir kitleye bu belgenin nasıl verileceği ile ilgili. MEB Türkiye’de öğretmen ihtiyacı doyum noktasına ulaşmış olmasına rağmen neredeyse fakülte ve yüksekokullardan mezun olan hemen herkese öğretmen olabilme imkanı veriyor. Talim Terbiye Kurulu’nun 9 sayılı kararı hangi bölümden mezun olanların hangi dersi ya da dersleri okutabileceğini belirliyor. Dolayısıyla okutabileceği bir ders olan bütün üniversite mezunları, pedagojik formasyon belgesi sahibi olduklarında, öğretmen de olduklarını düşünüyorlar. Bu nedenle de kendilerini “atanamayan öğretmen” olarak tanımlıyorlar.
Öğretim üyesi şartına da uyulmuyor
Ancak öğretmen istihdam politikaları, pedagojik formasyonun üniversite senatolarına devredilmesi sorunu daha da büyüttü. Özellikle fen edebiyat ve ilahiyatlar başta olmak üzere, hemen hemen bütün fakülteler öğrencilerinin tümüne pedagojik formasyon verilmesini istiyorlar. Bu durum özellikle istihdam sorunları nedeniyle öğrencilerin tercih etmediği, öğrencisizlikten kapanma noktasına gelen fakültelerin yöneticilerini ve öğretim üyelerini de yakından ilgilendiriyor. Bu nedenle öğretim üyelerinin konuyu Cumhurbaşkanı’na kadar götürdükleri biliniyor. Öğrencilerin haklarını korumaktan öte kendi çıkarlarını koruma derdine düşen öğretim üyeleri, bu konuya üniversite senatolarında daha fazla sahip çıkıyorlar. Genellikle talepleri hiçbir ölçüt koymadan bütün öğrencilerin bu haktan yararlanmaları şeklinde. Her ne kadar YÖK belirlediği usul ve esaslarla kontenjan belirlenmesinde eğitim bilimleri alanında yeter sayıda öğretim üyesi bulunma şartı getirmişse de, bu şartı senatolar hiçbir şekilde dikkate almıyorlar.
Sık sık ifade edildiği gibi burada YÖK’ün ağır bir sorumluluğu var. YÖK bu yetkiyi senatolara devrederken, eğitim fakültesi dekanları kontenjan belirleme yetkisinin senatolara devredilmesinin yanlış olacağını, bu durumun eğitim fakültelerinin yükünü artıracağını, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı itibarı ile eğitim fakültelerinin zor durumda olduklarını ısrarla ifade etti. Eğitim Fakültesi Dekanlar Konseyi bir kamuoyu bildirisi ile tepkisini açıkça ortaya koydu.
Sonuç olarak, senatoların belirlediği kontenjanların çok fazla olması, öğretim üyelerini bu programda ders vermeye özendirmek amacıyla YÖK tarafından belirlenen ücretin lisans programlarında ders veren öğretim üyelerine ödenen ücretten daha yüksek olması, öğretim üyelerini kışkırttı ve bir kısmı, lisans programı yerine öncelikle pedagojik formasyon dersi vermeyi tercih etti. Bu durum eğitim fakültelerinin asli görevlerini gereği gibi yapmasını önemli ölçüde engelledi. Bir başka ifadeyle YÖK uyguladığı politikalarla eğitim fakültelerinde niteliğin düşmesine sebep oldu ve bu durumun devam etmesine de göz yumuyor.
Oysa gayet iyi bilindiği gibi ülkemizde acil bir öğretmen ihtiyacı yok. Sorun nitelik sorunudur. Türkiye’de yapılması gereken, az sayıda nitelikli öğretmen yetiştirmektir. Tabii ki, eğitim fakültelerinin bütün alanlarda öğretmen yetiştirmesi mümkün değil, ihtiyaç olması halinde niteliği ve kapsamı gözden geçirilerek formasyon programları düzenlenebilir. Fakat hali hazırdaki uygulama ülkeye, eğitim sistemine, öğretmenlik mesleğine ve eğitim fakültelerine zarar vermekten başka bir işe yaramıyor.
Adaylara verilen genel kültür dersleri yetersiz
Öğretmen olabilmenin önkoşullarından üçüncüsü de genel kültürdür. Öğretmen dersini etkili bir biçimde yapabilmek, örnekleyebilmek, öğrenciyi etkileyebilmek ve dikkatini çekebilmek için geniş bir genel kültüre sahip olmalı. Ancak üniversitelerde uygulanan genel kültür amaçlı Türkçe, İnkılap Tarihi, Yabancı Dil dersleri ile genel kültür kazandırılamayacağı açık. 2547 sayılı kanunun 5’inci maddesinin (i) fıkrası ile zorunlu hale getirilen ve öğrenciler tarafından “5İ” dersleri olarak bilinen, yasak savmak amacı ile birçok üniversitede uzaktan eğitimle verilen bu dersler zorunlu olmaktan çıkarılmalı ve genel kültür kazandırmaya dönük seçmeli derslerin sayısı artırılmalı.
Öğretmenlik uygulamalarının süresi kısa
Öğretmen adaylarının göreve başlamadan önce uygulama yapmaları, hiçbir deneyimi olmadan öğretmen olmamaları beklenir. Zaman zaman öğretmen yetiştirme ile ilgili çalıştaylarda, panellerde, kongrelerde öğretmenlik uygulamasının süresinin kısa olduğu, en az bir dönem olması gerektiği, hatta son bir yılın tamamen uygulamaya ayrılabileceği sık sık ifade ediliyor.
Fiili duruma bakıldığında ise gerek eğitim fakültesi lisans programlarında, gerekse pedagojik formasyon programlarında haftada 6 ders saati okullarda yapılan uygulamayı ve 2 ders saati de fakültedeki kuramsal çalışmaları içeren, öğrencilerin staj olarak adlandırdıkları bir ders bulunuyor. Bu dersin çeşitli nedenlerle çok iyi yapıldığını söylemek mümkün değil. Bu nedenlerin başında öğretim üyelerinin ders yüklerinin fazlalığı ve zamanlarının sınırlı olması geliyor. Öğrencilerin isteksizliği ve ulaşım sorunları, okullardaki öğretmenlerin ve okul yöneticilerinin çoğu zaman bu görevi yerine getirecek nitelikte olmaması ve koordinasyon sorunları da bu bağlamda dikkati çeken diğer başlıca sorunlar.
2016 yılında MEB bu konuyu gündeme getirdi, bizzat Milli Eğitim Bakanı, göreve başladığı günlerde eğitim fakültesi dekanları ile yaptığı toplantıda, bu konuya uzun uzun değindi. Ancak yapılan öneri sorunu çözmek bir yana daha da karmaşık bir hale getirdi. Bakanlığın önerdiği çözüm; her öğretim üyesini vatandaşlık numarası ile sisteme kaydetmek, her öğretim üyesine uygulama için en fazla 15, her öğretmene 5 öğrenci vermek, öğretim üyelerinin her hafta okulda yoklamasını almak ve uygulamaya ilişkin sorumluluklarını tam olarak yerine getirmeyen öğretim üyelerini YÖK’e bildirmek, notu sistemde görülmeyen öğrencinin formasyon belgesini geçersiz saymak, notu düşük olanların mülakat puanının düşük olacağı şeklinde öğrenciyi tehdit etmek.
Maalesef işin sosyal ve psikolojik yönlerini dikkate almayan bu düzenlemeyle sonuç almak mümkün değil. Bu düzenleme özellikle öğretim üyeleri tarafından tepki ile karşılandı, bugüne kadar özveri ile çalışan ve ders yükleri zaten çok fazla olan öğretim üyelerinin çoğu bu dersi vermekten vazgeçti. Önümüzdeki dönemlerde bu dersi verecek öğretim üyesi bulmak kolay olmayacak. En basit hesapla 1000 son sınıf öğrencisi, 1000 de formasyon öğrencisi olan bir fakültede sadece bu dersi vermek için 133 öğretim üyesine ihtiyaç duyulacak. Yaşanan bütün diğer sorunlar bir tarafa bırakılsa bile eğitim fakültelerinin büyük bir çoğunluğunda toplam öğretim üyesi sayısı bu kadar değil.
Nitelikli öğretmen olmadın, nitelikli eğitim olmaz
Neden öğretmen adayları ÖABT sınavından, öğrencilerimiz PISA, TIMSS , PIRLS gibi uluslararası sınavlardan düşük puan alıyorlar diye düşünüyor ve üzülüyoruz. Aslında nedenleri çok açık, öğretmen yetiştiren kurumların niteliğini yükseltmeden eğitim sisteminin başarılı olması mümkün değil. Kısaca Türkiye’de, öğretmen yetiştirme açısından bir değerlendirme yapıldığında, durum her geçen gün biraz daha kötüye gidiyor. Ancak, suçu sadece eğitim fakültelerine yüklemekle bu işin içinden çıkmak mümkün değil. MEB ve YÖK araştırma sonuçlarını esas alarak öğretmen yetiştirme sistemini eğitim fakültelerinin de katkıları ile gözden geçirmeli, mevcut formasyon uygulamasına en kısa zamanda son vermeli. Nitelikli öğretmen olmadan nitelikli eğitimin olmayacağı gerçeğinden hareketle eğitim fakülteleri desteklenmeli; öğretim üyesi sayıları artırılmalı, yeni eğitim fakültesi açılmamalı, yeterli öğretim üyesine sahip olmayan bölümler kapatılmalı. Talim Terbiye Kurulu’nun 9 sayılı kararının kapsamı daraltılmalı, eğitim fakültelerinin öğrenci yetiştirdikleri alanlarda amacı öğretmen yetiştirmek olmayan diğer fakültelerden mezun olanların başvuruları kabul edilmemeli, alan dışı atamalara son verilmeli, alan fakülteleri ya amaçlarını ya da çıktılarını değiştirmeli.