Güncelleme Tarihi:
“ BANA BU BAYRAĞI VER BAŞKA BİRŞEY İSTEMEM ”
“Uzak memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar : Burada dost bir vatanın topraklarındasınız . Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetciklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar :
Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağırımızdadır. Huzur içindeler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.”
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
Sene 1965 . Aylardan Ekim. Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanı olarak bir yıl süreli görevle Londra’ya gönderildim. Kensington civarında küçük bir oda tuttum. Bekarım. Bir cumartesi öğleden sonra, yarı uyur yarı uyanık uzanmışken kapım aniden büyük bir gürültüyle açıldı ve içeri uzun boylu, yaşlı, kılıksız bir adam girdi. Korkarak fırladım.Güpegündüz evime hırsız giriyordu !
SEN TÜRK MÜSÜN ?
Şaşırdığımı anlamıştı. Bir şeyler söylemeye başladı. İngiliz toplumunun en alt düzeyindeki insanlarının “cocney” denilen argosu ile konuşuyordu. Meşhur “My Fair Lady” müzikalinin çiçekçi kızı Eliza’nın babası, çöpçü onbaşısı Alfred Doolittle’ın ta kendisiydi sanki! Dediklerini pek anlamıyordum. Ama sonunda çıkardım. Ev kiraladığım şirketin görevlisiydi. İşi de, kiraya verilen evlerin camlarını temizlemek. Kovasıyla fırçası elindeydi zaten. İpe dizili bir yığın anahtar da belindeki kemere asılı. Ben uyuklarken bahçeden girip camı dışarıdan silmiş. Farkında olmamışım. Şimdi de içerden silecek. Benim küçücük odada zaten bir tek pencere var. Bir iki dakikada işini bitirdi ve çıkmak üzere kapıya yönelirken birdenbire durdu. Gözlerini iri iri açarak ve adeta bağırarak sordu : “Sen Türk’müsün ?”
O yıllarda Türkiye’de televizyonun henüz ne olduğu dahi bilinmezken, benim gibi uzunca sürelerde yurtdışına giden bürokratların yaptıkları ilk iş, evle beraber bir de televizyon kiralamaktı. Ben de öyle yapmıştım. Ve yine mutad olduğu üzere, televizyonun üzerindeki çatal antene de küçük bir Türk bayrağı asmıştım.
İşte adam eliyle bayrağı göstererek soruyordu. “Evet” dedim.
BEN ÇANAKKALLE’DE MUSTAFA KEMAL’İ GÖRDÜM
Yaşlı adam derin bir nefes aldı. Gözleri daha da irileşti. Bu defa cocney değil, anlaşılır bir İngilizce ile aynen şöyle dedi : I saw Mustafa Kemal in Gelliboli. İn Dardanel. His blue eyes. I saw him. Yes I did. I saw that legendary man.”
( Ben Gelibolu’da , Çanakkale’de Mustafa Kemal’i gördüm. Mavi gözlerini gördüm. Evet gördüm. O efsanevi adamı gördüm ben.)
Odamdaki tek iskemleye oturdu ve anlatmaya başladı. Anlattıkça çoşuyor, çoştukça anlatıyordu. Heyecan içindeydi. Eliyle koluyla işaretler yapıyordu. Söylediklerinin onda birini ancak anlıyabiliyordum. Ama genelde anladığım şu idi : 1915’de, henüz onsekiz yaşındayken Çanakkale’de bizimle çarpışmış. Siperlerin önünde dolaşan efsane Mustafa Kemal’i görmüş. Mavi gözlerini dahi seçmiş....
“O inanılmaz bir insandı. Hatta birgün yaralandığını duyduk. Çok üzüldük. Sonra ölmediğini duyduk. Sevindik..” ( Atatürk’ün göğsüne isabet eden şarapnel olsa gerek. )
“....İyi de...” dedim : “Bu söylediklerin senin düşmanların, İngilizler’in düşmanları. Harp etmeye gittiğin bir ülkenin askerlerinden, komutanından nasıl oluyor da bu kadar heyecanla, hatta sevgi ile bahsedebiliyorsun ?”
İNANILMAZ BİR SAVAŞTI...
“Genç adam...” dedi. Hafif gülerek, hatta küçümser bir ifade ile bakmaya başlamıştı bana. “Sen anlayamazsın. Zaten sade sen değil, hiç kimse anlayamaz. O savaş, inanılmaz bir savaştı. Eşi olmayan bir savaştı. İt was unprecedented....Biz düşman değildik. Gündüz savaşırdık. Gece siperlerden birbirimize giderdik. Türkler bize su verirdi. Yaralılarımızı iade ederlerdi. Biz onlara konserve verirdik. Duydum ki orada ölen bizim askerler için, Anzaklar için Türkler mezar yapmışlar...Ah genç adam. Dünyada istediğim tek şey nedir biliyor musun? Ölmeden önce bir kez daha Gelibolu’ya gitmek. Oraları tekrar görmek...”
Yaşlı adam hüngür hüngür ağlıyordu.
Yine mutad olduğu üzere İstanbul’dan getirdiğim Hacı Bekir lokumundan, kuru üzüm incirden ikram ettim. Hiçbirini almadı. Eliyle işaret etti : “Bana bu bayrağı ver. Başka bir şey istemem.”
Bayrağı verdim. İtinayla katladı. Cebine koydu. Gözyaşlarını silerek gitti.
Takip eden cumartesi yine geldi. Bir sonraki cumartesi de. Artık ahbap olmuştuk. Her seferinde cebindeki bayrağı çıkarıp gösteriyor , sonra yine itina ile katlayıp yerine koyuyor, teşekkür üstüne teşekkür ediyordu. İstanbul’dan benimle gelen ne var ne yok, hepsini onun şerefine çıkarmıştım. Başta halis Kurukahveci Mehmet Efendi. Türk kahvesine bayılıyordu. Kahveyi pişirdiğim küçük ispirto ocağım, dövmeli bakır cezvem, kulpsuz fincanım ; hayatında gördüğü en ilginç şeylerdi. Anlayabileyim diye ağır ağır , tek tek konuşuyordu artık. Yine de anlayamadığım, bilemediğim kelimeleri, bu iş için ayırdığım deftere yazıyordu kargacık burgacık yazısıyla lûgata bakmam için. Koykoyu İşçi Partiliydi. Muhafazakârlara ateş püskürüyordu. Hele Çörçil’e! O yılın başında , 25.Ocak.1965’te vefat eden Sir Winston Churchill’e : “O kahrolası Tory (*) vardı ya. Victory işaretli o bunak var ya. Bizi Çanakkale’de Türk’lerin üstüne süren de oydu. Rus’lara yaranmak için. Binlerce insanın katilidir. O koskoca purosunu şimdi cehennemde tüttürsün bakalım...”
Aralık sonunda Londra’daki Maliye Müfettişleri ve Hesap Uzmanları , yılbaşını geçirmek üzere Paris’e gittik. 1966’nın ikinci günü döndük. Cumartesiyi sabırsızlıkla bekliyordum. Bir şişe de Fransız şarabı getirmiştim ona Paris’ten. Yılbaşı hediyesi!
Gelmedi. Ertesi cumartesi başka bir adam geldi. Onu sordum. İşe yeni girdiğini, tanımadığını söyledi.
Pazartesi erkenden çıktım. Evi kiraladığım şirkete gidip onu sordum. Çok şaşırdılar. Bir uygunsuz davranışını falan mı gördünüz dediler. “Hayır. Hayır. Sadece öğrenmek istiyordum. O nerede? Niye gelmiyor?”
Cevap buz gibi idi : “O öldü.”
İstanbul’dan bir ölüm haberi gelmiş olsaydı eğer, o an ancak bu kadar sarsılabilirdim. Bu ülkedeki ilk ve tek dostumdu benim o ! “Çanakkale Gazisi” idi benim gözümde o!
“Adresi var mı?” diye sordum. Bir kağıda yazıp verdiler. Londra’nın en berbat, en fakir, en sefil bölgesi Hacney’de oturuyormuş. Doğru eve koştum. Hediyesini alıp yola çıktım. Sokağına girer girmez etrafıma bir yığın çocuk üşüştü. Tıpkı bizim yerli filmlerdeki gibi! Hani mülti milyarderin oğlu vardır. Babasının fabrikasındaki işçi kıza aşık olur . Kızın gecekondu mahallesindeki evine ansızın gider bir gün lüks otomobiliyle. Mahallenin çocukları; arabanın , zengin delikanlının peşine takılırlar ya. Aynen öyle! Filmdeki gecekondu mahallesi, Londra’nın Hacney’i idi şimdi. Zengin delikanlı da ben!
Kapıyı yaşlı bir kadın açtı. Karısı olmalıydı. Bir süre hiçbir şey söylemeden baktı durdu yüzüme hayretle. Sonra tepeden tırnağa süzdü karşısındaki iyi giyimli, kibar görünümlü insanı : yaşadığı ortamla, mensup olduğu sınıfla hiç mi hiç bağdaştıramadığı kesindi.
“Kocanızın öldüğünü duydum. Çok üzüldüm. Onun için geldim.”
Kadın bir şeyler söylemeye başladı. Konuşması, benim ahbabımınkinden de berbattı. Bir kelime dahi anlayamıyordum. Sonra işaret etti içeri girmem için. Girdim.
Ev, bir tek odadan ibaret tam bir viraneydi. Girer girmez gözüme duvarda asılı Türk bayrağı çarptı. Bu, benim ona verdiğim bayraktı.
Atılarak sordum : “Bu nedir ? Burada ne arıyor?”
“Bunu bir Türk’ten almış. Hep cebinde saklardı. Ölmeden önce bana dedi ki, ben öldükten sonra sakın bunu atma. Sakla. Ben de duvara astım.”
Kadın, bu beklenmedik ziyarete elbette çok şaşırmıştı. Kocasını nereden tanıdığımı sordu. Bir iki kelimeyle anlattım. Bayraktan hiç bahsetmedim. Elimdeki şişeyi masanın üstüne bıraktım: “Bunu ona almıştım. Ufak bir yılbaşı hediyesi.”
Kadın konuşmamdan yabancı olduğumu anlamıştı. Sordu : “Where are you from?” ( Hangi memlekettensiniz?) “Türk’üm” dedim .
“Yoksa bu bayrağı ona veren sen misin?”
Evet gibilerinden başımı salladım. Konuşamıyordum. Boğazıma bir şey düğümlenmişti. Kadını hafifçe selamlayıp kapıya yöneldim. Dışarı çıktım. Londra’nın meşhur yağmuru başlamıştı.
Bu defa gözyaşı dökme sırası bendeydi....(**)
(*) : İngiltere’de, Muhafazakar Parti mensuplarına halkın taktığı ad. Vaktiyle bizde Demokrat Partililere “Demirkırat” denilmesi gibi.
(**) : Bana bu bayrağı ver başka bir şey istemem. GÖZCÜ : 18.Mart.2006