Güncelleme Tarihi:
Doğa, hangi biçimde görünürse görünsün, bir çocuğa anne babasının dünyasından farklı, daha deneyimli ve daha büyük bir dünya sunuyor. Televizyondan farklı olarak, zamanı çalmak şöyle dursun, onu genişletiriyor. Yıkıcı bir aile ortamında ya da çevrede yaşayan bir çocuk için şifa sunuyor.
Çocuğa, üzerine kültürün hayal ürünlerini çizip yeniden yorumlayabileceği boş bir yaz-boz tahtası sağlıyor. Tüm duyuların tam kullanımını teşvik ederek çocuğun yaratıcılığını destekliyor. Kendisine bir şans tanınan çocuk dünyanın karmaşasını kırlara götürecek, derelerde yıkayacak, ters yüz edecek ve ardından ne olduğuna bakacaktır. Doğa bir çocuğu korkutabilir de ama bu korku da bir amaca hizmet eder. Çocuk, doğada kendine bir alan kurar, hayal gücü için alan genişliği ve mahremiyet bulur, alçak gönüllü olmayı öğrenir.
Biz ebeveynler tez yoldan çocuklarımızı gücün ve zorluklara meydan okumanın yeri olan yabanla yeniden buluşturmanın yollarını bulmalıyız. Ve ondan bir daha kopmaması için çalışmalıyız. Aklımızdan, doğada nesli tükenmek üzere olan tür aslında “doğadaki çocuktur” fikrini hiç çıkarmamamız gerekir.
Günümüzde şehir hayatında insanlar, iş ve aile yaşamları arasında bir denge kurmanın zorluğuyla boğulmuş durumda. Doğal olarak angarya listelerine, yapılacak yeni işler ekleme fikrine direnç gösterebilirler. O halde bu konuya panzehir olacak doğa açısından baktığımızda işler birden değişiyor. Stres azalımı, daha iyi fiziksel sağlık, daha derin bir manevi yaşam, daha fazla yaratıcılık, bir oyun duygusu ve hatta daha güvenli bir yaşam. Bütün bunlar hayatımızda doğaya daha fazla yer açacak olan biz insanları bekleyen ödüller.
“Neden sapan yapılmaz”
Sizinle bu konuda yaşadığım bir olayı paylaşmak istiyorum. 8 yaşındaki oğlum hayvan koruma haftasında sınıf öğretmeninin verdiği bir ödevi, “Birlikte yapalım mı baba?” diye yanıma geldi. Ödevin konusu “Neden sapan papılmaz”dı. Oğlum, sapanın hayvanlar ve doğa için zararlı bir alet olduğuna o kadar inanmıştı ki, onu kötü ve gereksiz bir alet olarak yorumlayacağımı düşünüyordu. Oysaki, “Hayır Tibet, sapan yapılır” deyince çok şaşırdı ve hemen kızdı bana. “Sen hayvanları ve doğayı sevmiyor musun?” diye suçlamaya başladı.
Sakinleşmesini bekledikten sonra ona kendi çocukluğumdaki oyunlardan, kendi yaptığım sapandan ve yaşadığım birkaç anıdan da bahsettim. Sonra öğretmeninin bir hafta süre verdiği ödevi için hafta sonu Bolu Mudurnu yakınlarındaki orman ve nehrin birleştiği ağacın, kuşun bol olduğu kamp yerimize gittik. Kendisine bir sapan yaptıracaktım, önce yanımda getirdiğim sapan resmi olan kağıdı ona verdim, güzelce inceledi. “İlk olarak neyini yapmalıyız?” diye sordum, “Çatalını” dedi ve “Hadi o zaman ormanda arayalım” dedim. Bana sırayla yerdeki yayılımcı ardıç gibi, yabani gül gibi, çalı türü bitkileri gösterdi. Ben de aklımın ve tecrübelerimin yettiğince öğrendiklerimden onların özelliklerini, ne işe yaradıklarını anlatarak çatal için yeterli sertlikte olamayacağını anlattım. Nerdeyse üç saat kadar orman ve dere kenarında dolaştık, bana birçok ağaç gösterdi ve ben özelliklerini anlatarak işe yaramayacağını anlattım.
En doğru ağacı buldu
Sonra, “acıktım” dedi ve bir yerde ateş yakıp yanımızda getirdiğimiz kasap sucuğunu güzel birkaç düzenek kurarak kızarmış ekmeğimizin arasına koyduk. Etraftan topladığımız kuşburnu ve ardıçla kaynak suyunda demlediğimiz çayımızı da afiyetle, “nefis olmuş” diyerek yudumladık. Ateşimizi söndürmek için dere kenarından su getirmeye giden Tibet, “buldum buldum” diye bağırarak bana koştu ve birlikte bulduğu ağacın yanına gittik. Gerçekten o iş için en doğru ağacı bulmuştu, kızılcık ağacını. Bana sordu, “Ne ağacı?” diye ben de güzelce anlattım. Aslında her mevsim her türden meyveyi süpermarketlerde gören oğlum üzerinde meyvesi olmadığına şaşırdı ve üzüldü. O severek yediği kızılcık marmelatının nasıl yapıldığını, köylülerin meyvelerini güz mevsiminde topladığını ve kış mevsiminde karınlarını en lezzetli haliyle doyurduğu gibi bedenlerini grip ve soğuk algınlığı gibi hastalıklara karşı da güçlendirdiğini anlattım.
Neyse Tibet ‘Y’ harfi şeklindeki çatalı bulduğuna sevindi, ama aklı resimde gördüğü sapanın ‘Y’ harfi gibi değil çatalının ‘U’ şekline benzediğini tam da istediği gibi olamayacağını düşünüyordu. Bu defa, ona şimdilerde kullanma gereği duymadığımız ve unuttuğumuz atasözlerimizden bahsettim, hatta bildiği bir atasözünü daha iyi pekiştirmek için tam sırası diye düşünerek, “oğlum sen ağaç yaş iken eğilir atasözünü bilirsin değil mi?” diye sordum. “Tabii bilirim” dedi, “Peki o zaman seyret şimdi” dedim ve işe koyulduk. Ona bıçak kullanmayı da öğreterek, ağacı uygun boyutlarda kesip üzerindeki kabuğu da soyarak çatalı yaptık ama ‘Y’ harfi gibi bir şekil ortaya çıktı. ‘Y’nin ortasına sert bir dal parçası sıkıştırarak uç kısımlarını gerdik, ‘U’ şeklini verdir. Telle iki ucunu gergin halde bağladık.
Tibet hala nasıl olacağını hayretle ve sabırla bekliyordu. Közü kalmış ateşimizin sıcaklığından faydalanarak yaş kızılcık dalını yakmadan külle karışık közün arasına sıkıştırdık, kısa sure sonra çatalımızı elimize aldık. Soğuduğunda iki ucunu kavuşturarak bağladığımız teli soktuk. Tel gevşeyince çatalın o şekliyle kaldığını gören oğlum, hayranlık ve şaşkınlık ifadesiyle önce kısa sureli ağzı açık kaldı, sonra bana bu işin nasıl olduğunu sordu. Biz o dalı fırınlama sistemiyle içindeki suyu buharlaştırarak kurutmuş ve eğmiştik. Onunla doğada geçirdiğimiz 4 saatlik zamanda ne çok duygu haline girilmiş, ne çok şey öğrenilmişti... Tabii sonra işimiz bitmedi, Tibet heyecanlı ve çok istekli bir duygu haliyle bir an evvel sapanı yapmak istedi.
Ödevin konusu değişti
İkinci aradığı şey lastik oldu. Onu doğada bulamadı ve hırsından neredeyse iç çamaşırının lastiğini çıkaracak hale geldi. Ben bu durumu önceden planladığımdan yanımda kendi bisikletinin patlamış iç lastiğini getirmiştim. Lastiğin atılmadığını ve bu işe yarayacağını fark edince çok sevindi. Kendi kol boyuna uygun uzunlukta lastiği keserek sapanın çatalına güzelce bağladı ve el becerisini kullanarak düğümleri de öğrendi.
Artık sıra taş tutucu hazneyi yapmaya geldi, bir bez parçası bulup, onu kullandık ama ben ona kendi çocukluğumda babamın eskiyen ayakkabılarının kauçuk tabanını lastik olarak ve dilini (meşin) de taş tutma haznesi olarak kullandığımı anlattım. Bu durum ona, benim çocukluğumla kendi çocukluğu arasında bir bağ kurmasını sağladı. Sıra taş bulmaya geldi, dere yerine toprak üzerinden bulduğu küçük taşları bana gösterdi. Ben de çarpık, çurpuk olduğundan yani aerodinamik yapısı uygun olmadığından hedefe doğru gidemeyeceğini anlattım. Bir de aerodinamikten bahsetmiştim ona.
Sonunda deredeki yuvarlak, küçük taşları bulunca mücevher bulmuş gibi sevindi. Derenin aşındırma gücünü de öğrendi. Cepleri cephane dolu halde ormanda kuş arıyorduk ama o atmak için çok istekli değildi. Ona neden av yapılması gerektiğini, avcılığın en doğru halini anlattım. Açsak öldürebileceğimizi, öldürdüysek de yememiz gerektiğini anlattım. Şimdi birçok avcılığın maalesef öldürdükten sonra önünde fotoğraf çektirmek için yapıldığını anlattım.
O güne kadar kitaplarda bile göremeyeceği birçok kuş göstermiştim ve isimleriyle öğretmiştim ona. Hiçbir kuşa taş atmamıştık ama kitaplardan veya televizyondan asla öğrenemeyeceğimiz birçok şeyi o gün yaşayarak öğrenmiştik. Doğa ile temas kurmak için sapanın ne denli önemli olduğunu kavramıştı oğlum. Baba-oğul ilişkisinin sağlam bir şekilde pekişebildiğini görmüştü o gün. Kendi yeteneklerine ve aklına güvenebilmeyi hissetmişti. Ve eve döndüğünde hazırladığı ödevinin konu başlığı ise değişti, “Neden sapan yaparız” oldu. Sonrasında yaptığı çalışmasıyla okulda ödüllendirildi.