Güncelleme Tarihi:
Darwin, evrim kuramının doğal ayıklanmayla ilgili bölümünde iki ayrı kaynak eserden esinlenmişti: bir yandan, 1838’den itibaren Thomas Malthus’un "Toplumun Gelecekteki Gelişmesine Etkileri Açısından Nüfusu Üzerine Bir Deneme"sini (An Essay on the Future Improvement of Society), okumuştu; diğer yandan, Cambridge’deki öğrenciliği sırasında, hayvan yetiştiriciliğinin uyguladığı ıslah ve ayıklama çalışmaları hakkında bilgi edinmişti.
Malthus’a göre, bir insan veya hayvan topluluğu, bütün bireyleri yetişkin yaşa gelir ve ürerse çok büyük bir hızla iki katına çıkabilir. Darwin buradan hareketle hayvan topluluklarının az çok kararlı bir nüfusu korumalarını, çok sayıda bireyin üreme yaşına gelmeden ölmesine bağlamaktadır. Ancak kendilerini yaşam koşullarına iyi uyarlayanlar üreyecek yaşa gelebilmektedir. Her şey sanki yaşam zorlukları üremeye yatkın bireyler arasında bir ayıklama yapıyormuş gibi gerçekleşmektedir ("doğal ayıklanma" deyimi de buradan gelmektedir).
Buna karşılık Darwin, üreyecek bireylerin at, sığır veya köpek yetiştiricileri tarafından bilinçli olarak ayıklandığına işaret eder. Doğal ayıklanmanın tersine, bu suni ayıklama, bireylerin verimliliklerinde (ineklerin süt verimi, tavukların yumurtladığı yumurta sayısı) veya bedensel görüşlerinde (buldog, foksteriyeden veya senbernardan çok farklı bir görünüşe sahiptir) çok belirgin bir değişiklik meydana gelmesini sağlar. Demek ki kaynak türün bir çeşidinin zaman içinde yeterince evrim geçirerek çok farklı özelliklere sahip yeni bir türün kaynağı haline gelmesi mümkündür.
Darwin, Türlerin Kökeni’ni yayımladığı sırada, doğal ayıklanma konusunda dolaysız bir kanıt ortaya koyabilmiş değildi. Dört yıl sonra Ingiliz doğabilimcisi Henry W. Bates, bazı Amazon kelebeklerinin, kanatlarında, kuşların yemekten kaçındıkları pis kokulu bir kelebeğin kanatlarında bulunan renkli motiflere benzer motifler taşıdıklarını belirtiyordu. Bu tür bir öykünme ancak doğal ayıklanmayla açıklanabilir: bir kelebeğin renkli motifleri, pis kokulu türün motiflerine ne kadar çok benzerse, hayatta kalma ve döl bırakma şansı da o kadar yüksek olacaktır. Belli bir süre sonra, pis kokulu kelebekler ile onları taklit edenler arasındaki benzerlik neredeyse mükemmel bir hale gelecektir. Darwin bu örneği Türlerin Kökeni’nin daha sonraki baskılarında kullandı.
EVRİMİN KANITLARI
Darwin kitabının daha ilk baskısında, sonunda meslektaşlarını ikna edecek ve her zaman kabul gören ve günümüzde de öğretilen beş temel kanıtını öne sürdü. Bunlardan birincisi paleontolojiyle ilgilidir: fosil türler ne kadar eskiyse, yaşayan türlere o kadar az benzerler. Ikinci kanıt biyocoğrafyayla ilgilidir: bir ana türden gelen türler genellikle atalarıyla aynı coğrafi bölgede yaşarlar (bu yüzden, Güney Amerika, Güney Afrika veya Avustralya faunaları’nda hemen hemen aynı iklim hüküm sürse de aynı hayvanlardan meydana gelmez; bu bölgeler başlangıçta ataları farklı olan türlerin barınağıydı; mesela keseli hayvanlara Avustralya’da rastlanıyor, buna karşılık Afrika’da rastlanmıyordu). Üçüncü kanıt sınıflandırmayla ilgilidir: biyologlar türleri familyalar halinde bir araya getirilen cinsler içinde gruplandırmışlardır ve bireyler için geçerli olan, türler için de geçerlidir; onları sınıflandırmanın mümkün olması, aralarında çok eski bir bağ bulunduğunu göstermektedir. Dördüncü kanıt, hayvanların morfolojisiyle ilgilidir: bir türden diğerine görünüşte çok büyük farklılıklar gösteren organlar, birbirine benzer olabilir, yani tamamen aynı, ama oranları farklı unsurlardan meydana gelmiş olabilir. Mesela insanın eli ile atın bacağı aynı kemik takımından (tarak kemikleri) oluşmuştur. Böyle bir benzerlik ancak çok uzak bir ortak atadan kaynaklanan, organların oluşum planındaki kalıtımsal bir geçişle açıklanabilir. Nihayet beşinci kanıt, birbirine yakın türlerin embriyon gelişiminin başlangıç evreleri arasındaki benzerlikle (yalnızca son evreler farklılık göstermektedir) ilgilidir. Burada da, mümkün tek açıklama, aynı gelişim planının başlangıçtan itibaren aktarılmış olduğudur. Jeolojik çağlar boyunca balıklardan amfibyumlar ve onlardan sürüngenler türemişse ve sonra bunlardan da memeliler türeyip ortaya çıkmışsa, o zaman, memeli embriyonunda balık, amfibyum ve sürüngen embriyonlarını anımsatan başlangıç evrelerinin bulunması mantıklıdır. Özellikle bu sonuncu kanıt akla yatkındır, çünkü memeli türlerinin tek tek "yaratılmış" oldukları varsayımında, embriyonların, balıkların su yaşamına uyarlanmaları evresini anımsatan bir uyarlanma evresinden geçmeleri (özellikle de solungaç yarıklarının varlığı) açıklamasız kalmaktadır.
DARWİN’İN MİRASI
Darwin Türlerin Kökeni’ni yayımladığı sırada, kalıtımsal değişmelerin bireylerde kendiliğinden ortaya çıktığını ve doğal ayıklanma izin verirse, onların döllerine de aynen aktarıldığını varsayıyordu, ama kalıtımın ne şekilde yürüdüğü konusunda en küçük bir fikri yoktu. Darwin, kuramındaki bu boşluğu kapatmak için 1868’de "Evcilleştirilen Hayvan ve Bitkilerde Değişiklik" (The Variation of Animals and Plants Under Domestication) adlı kitabını yayımladı. Bu eserde öne sürdüğü, "pangenez kuramı" diye bilinen kalıtım kuramı ne yazık ki yanlıştı. Kalıtım yasaları ancak 1900’de, Hollandalı Biyolog Hugo de Vries tarafından ortaya kondu; De Vries bunlara "Mendel yasaları" adını verecekti, çünkü Moravyalı Rahip Gregor Mendel’in bu yasaları kendisinden çok önce keşfettiğini öğrenmişti. H. de Vries de türlerin evrimi üzerine bir kuram yayımladı: "Mutasyon kuramı, Bitkiler Aleminde Türlerin Kökeni Üzerine Deneyler ve Gözlemler" (1901-1903). Mutasyon diye adlandırılan bu kuram, yeni türlerin ortaya çıkması sürecinde esas rolü genetik değişimlere atfetmekte, doğal ayıklanmaya pek az yer vermektedir. Dolayısıyla, kalıtım yasalarının keşfi, ilk genetikçilerin Darwin’in doğal ayıklanma kuramına karşı düşmanca bir tavır almalarına da yol açtı (buna karşılık genetikçiler türlerin evrimi fikrini elbette kabul ediyorlardı). Amerikalı nüfus genetikçisi Theodosius Dobzhansky, 1937’de yayımladığı "Genetik ve Türlerin Kökeni" (Genetics and the Origin of Species) adlı eserinde, Mendel’in kalıtım yasalarının mükemmel bir şekilde doğal ayıklanma kuramıyla birleştirilebileceğini ve böylece yeni türlerin oluşum sürecinin açıklanabileceğini gösterdi. Yüzyılımızın biyologları tarafından büyük ölçüde kabul edilen ve Darwin’in anısına "Yenidarwinci" diye adlandırılan kuramın çıkış notasında bu fikir vardır; nitekim yeni darwinciler kuramla ilgili önemli düzeltmeler yapmak gerektiğini gösterdiler.
Nihayet Darwin, Türlerin Kökeni’nde örtük olarak bulunmakla birlikte, biçimsel olarak belirtmediği noktayı, yani "insanın atası maymundur" görüşünü ortaya koyacaktı: "Insan Soyunun Türemesi ve Cinsiyet Bağlı Ayıklanma" (The Descent of Man and Selection in Relation to Sex, 1871). Oysa dostu T. H. Huxley, "Insanın Doğadaki Yerine Ilişkin Kanıtlar" (Evidenc as to Man’s Place in Nature, 1863) adlı eserinde, anatomik kanıtlara dayanarak, insan ile şempanzenin ortak atalardan türediklerini göstermiş bulunuyordu. Darwin "Insanın Türemesi", daha sonra da "Insanda ve Hayvanlarda Duyguların Ifadesi" (The Expression of the Emotion in Man and Animals, 1872) adlı çalışmalarında, insan ruhunun pek çok yönünü doğal ayıklamayla biçimlenmiş içgüdülere bağlayarak, insanla ilgili biyolojik yorumunu daha da ileri götürdü. Böylece "toplumsal darwincilik" denen görüşün kuramsal temellerini atmış oluyordu; buna göre insan toplumu da doğanın geri kalan kesiminde geçerli ayıklanma yasalarına tabiydi ve ticari rekabet, sömürgecilik ve bazı "ırklar"ın yok edilmesi gibi olgular, güçlü olanların zayıf olanlara karşı kazandıkları "doğal" zaferin ifadesinden başka bir şey değildi. Darwinci mirasın bu bölümü evrim kuramından elbette daha çok eleştiriye açıktır.
JEOLOG DARWIN
Darwin’in jeolojiyle ilgili çalışmaları pek bilinmez. Darwin daha çok hayvan ve bitki türlerinin evrimiyle ilgili kuramıyla tanınır. Oysa mükemmel bir jeolog olan Darwin, Güney Amerika yolculuğundan döner dönmez, Ingiliz Jeoloji Derneği’ne, sözkonusu bölgelerde yaptığı gözlemlere dayanarak birçok bildiri sunmuş; daha sonra da
iki kitap yayımlamıştır: "H. M. S. Beagle’ın Gezisi Sırasında Uğranan Volkanik Adalar Üzerine Jeolojik Gözlemler" (Geological Observations on the Volcanic Islands Visited During the Voyage of H. M. S. Beagle, 1844) ve "Güney Amerika Üzerine Jeolojik Gözlemler" (Geological Observations on South America, 1846). O dönemde, Darwin Jeoloji Derneği’nin sekreterliğine de atanacaktı.