Güncelleme Tarihi:
Eğitim kurumlarından da, bu düşünme ve sorgulama becerisini çocuklara kazandırarak, doğa ile olan ilişkisinde daha güçlü hale getirmesi beklenir. Aslına bakılırsa, eğitim kurumlarının söylemlerinde bu becerilere verilen önem sıkça dile de getirilir. Ancak, nasıl oluyorsa, içinde yaşadığımız toplumun en büyük eksiklerinden birinin de hep bu noktada olduğu söylenir.
Söylemi kolay olsa da, aslına bakılırsa düşünüp sorgulama becerilerinin kazandırılması hiç de kolay bir şey değil. Öncelikle, bu becerilerle ilgili çok sayıda cevap verilmesi gereken soru var. Düşünüp sorgulamanın doğası, beyinde nasıl şekillendiği ve geliştiği, engelleyen mekanizmalar gibi pek çok bilinmezi bildiğimizde eğitim adına da daha doğru şeyler yapmak mümkün olur.
Beynimiz doğası gereği belirli kalıplarla düşünür. Öncelikle bazı düşünceler arasında doğru ya da yanlış ilişkiler kurar (-ki bu genellikle ilk kurulan ilişkilerdir) ve sonra bu ilişkiler bir tür örüntü oluşturur. Bu da tabi ki bazı sinir hücreleri (nöronlar) arasında bağın (sinaps) kurulması ile olur. Daha sonra kurulan bu bilgi ve düşünce yumağına duygusal enerji yüklenir ve bu enerji de çimento olur. Böylece artık beynimizde şirin sevimli bir düşünme(me) kalıbı oluşmuş olur. Artık otomatik bir tepki sistemi kurulur. Önyargılar, ideolojiler, inançların kökü budur. Her kalıp kötü de değil. Kişilik yapımız da bir kalıptır aslında. Ama birçok kalıp da başımıza iş açar.
Bu kalıplar egomuzun bir parçasıdır ve bizi otomatik olarak korur. Dış dünyaya bu kalıplarla tepkiler veririz. Öğrenme(me), düşünme(me), iletişim kurma(ma), sorgulama(ma)... Beyin bu kalıplarıyla seçmeler yapar. Kalıba uyanı koşulsuz kabul eder uymayanı koşulsuz reddeder. Bu süreç, beyin açısından biraz da zorunludur. Birbirinin tamamen benzeri iki beyin yoktur ama her beyin benzer mekanizmalarla çalışır. Kalıplarla düşünme(me)k de bunlardan biri. Kalıplar, beyin açısından çeşitli avantajlar sağlar:
- Ekonomiklik sağlar. Kalıplar sayesinde beynimiz amaca en kısa yoldan ulaşmayı sağlar. Böylece enerji tüketimini azaltır.
- Kendini güvende hisseder. Doğru ve yanlışları tekrar tekrar düzenlemek zorunda kalmaz. Standartlaştırılmış doğru ve yanlışlar sayesinde kişisel güvenlik alanını garanti altına alır.
- Çevresinde olup bitenlere kısa sürede ve hızlı tepkiler verir. Böylece, yaşadığı problemleri kısa sürede sonuca ulaştırır.
- Öğrenme ihtiyacını azaltır. Öğrenme sonsuzdur. Bu nedenle beyin açısından öğrenilecek şeyin seçilmesi de önemli bir sorun. Kalıplar bize, öğrenilecek şeyleri otomatik olarak seçme şansı verir. Böylece, zihnimizin kaostan kurtulmasını sağlar.
- Karar verme yükünü azaltır. Karşılaşılan durumlarda otomatik karar verme imkanı sunduğundan riski en az sonuçlara ulaşmayı mümkün kılar.
Beyin, bir şekilde kendine iyi geldiği için kalıplarla düşünmeyi gerçekleştiriyor görünüyor. Kalıplar kapalı ve içedönük sistemlerdir. Dış gerçekliği değil, iç gerçekliği esas alır. İç gerçekliği korumak da öncelikli işidir. İşte bu yüzden gerçek anlamda düşünmek çok zor. Üstelik aynı kalıplara sahip olanlarla biraraya gelerek bir kalabalık da oluşturunca değmeyin beynin keyfine. Artık kesin doğruları bilen, kalıpların belirlediği sınırlı iradeyi özgürlük zanneden, neyi kabul neyi reddedeceği baştan belli olan bir ‘kültür robotu’ (d. cüceloğlu) olmuşuzdur. Bizim kalıplarımızla benzeyen kalıplara sahip biri bize kazık atsa bile ya inanmayız ya da yapılanı meşrulaştıracak şeyler düşünürüz. İşte bu noktada diyebiliriz ki demokrasi ve özgürlük beynimizdeki kalıplar kadardır. Ve bu toplumsal kalıplar zaman içinde azalacağına artabilir de...
Kalıp ve algıları yönetenler başarılı olur
Politikacılar, reklamcılar, satış-pazarlamacılar, medya bu bireysel ve toplumsal kalıpları bilir ve kendi amaçları doğrultusunda da yönlendirir. Algı yönetimi olarak da nitelendirilen bu çalışmalar, gerçekten çok ilgi çekici. Bu kalıp ve algıları yönetebilenler, daha başarılı olur, amaçlarına daha kolay ulaşırlar. Liderlerin yaptığı da çoğu zaman budur. Liderler ve karizması olanlar, bu düşünme(me) kalıplarını fark edip manipüle ederek gayet güzel kullanır. Mesajı ifade eden cümleleri seçme, bir çok kez tekrarlama, mesajı verirken yapılan tonlama ve coşkulu anlatımlar vb. hepsi aslında bu düşünme(me) alanını narkozlamak anlamına gelir. İşte bu yüzden, cehaletin arttığı yerde liderler çoğalır. İşte o zaman bir ülkede olmaz denilen her şey de olur.
“O halde çözüm nedir?” sorusunun cevabına katkıda bulunabilecek birkaç küçük öneride bulunalım:
- Kalıpları birarada tutan çimento duygulardır. Kalıbı çözmenin yolu da duygulardan geçer. Beynimizin iki temel ihtiyacından söz etmek mümkün. Bunlardan birincisi varolma ve varlığını sürdürmek için güvende hissetmek, diğeri ise kabul ve onaylanma ihtiyacını gidermek. Bir ülkede ötekileştirme üzerine kurulu her şey beynin bu taleplerini tehdit eder. O yüzden de ötekileştirilenler kalıplarına daha çok sahip çıkarak kendi varlıklarını güven altına alma ihtiyacı duyarlar. Bu da bir anlamda “kendine körleşme” sürecini kaçınılmaz hale getirir. Yapılması gereken şey, beyinlerin kabul ihtiyacını gidererek tehdit algısını azaltmaktır.
- Farklı düşünce, inanç ve ideolojik kalıplara sahip olanlara karşı sıklıkla “hoşgörü” göstermenin öneminden söz edilir. Oysa, hoşgörü gizil bir aşağılamadır. Hoşgörünün kabul edilebilir yanı “tolerans”tır. Birisi sizin sınırlarınızı ihlal ettiğinde ona karşı tolerans anlamında hoşgörü gösterebilirsiniz. Ancak bunun dışındaki birçok alanda aslolan hoşgörü değil, saygıdır. Farklı görüş, inanç ve ideolojileri benimseyenler saygıyı hak ediyorlar. Kendimize gösterilmesini beklediğimiz saygının garantisi, başkasına gösterdiğimiz saygıdan geçer. Bir anlamda saygı keyfi değil, zorunludur.
- Toplumsal yaşamda “tarafgirliği” değil, “ilkeleri” hakim kılmak gerekiyor. Böylece, benzer şeyleri düşünüp, benzer şeylere inanmadığımız kişilerin başına bir şey geldiğinde onlar adına da tavır koyabilmeyi başarmalıyız. Toplumda bunun örneklerini çoğaltmak zorundayız.
- Eğitim kurumlarında “bilgi yükleme” yerine “düşünmeyi düşünme”, “öğrenmeyi öğrenme”yi gerçek anlamıyla uygulamaya koymak gerekiyor. Böylece, kendi zihnimizdeki doğru-yanlışları da sorgulamayı öğrenmeliyiz. Değişip gelişmeyi bir erozyon olarak değil, bir olgunlaşma olarak algılamayı başarmalıyız.
- Kişisel ve toplumsal dünyamızda olup bitenler hakkında verdiğimiz hüküm ve kararların “yorum odaklı” olması yerine “veri ve delil odaklı” olmasını sağlamalıyız. Bir ortamda ne kadar çok yorum varsa o kadar çok ego ve çatışma vardır. Oysa veri ve delil odaklı olan süreçler çözüme her zaman daha yakındır. Bu da bilimsel düşünmenin özünü oluşturuyor. Beynin, sezgi ve duygu odaklı çalışan mekanizmasına veri ve bilgi odaklı çalışmayı öğretmek gerekiyor.
- Bireysel dünyamızda “anlatma odaklı” değil, “anlama odaklı” olmayı öğrenmeliyiz. Anlatma, konuşma, elbette ki iletişimin doğal bir parçası. Ancak, aslolanın anlama olduğunu unutmamak gerekiyor. Anlatırken de anlamayı esas almak durumundayız. Anlamaya odaklı insanların anlattıklarını dinlemek daha kolaydır.
Beyinlerin kalıplarla düşünmesi kaçınılmaz olduğuna göre, önemli olan kalıbın varlığı yokluğu değil. Kalıplar vardır ve her zaman varolacaktır. Önemli olan, kalıbın geçirgenliğidir. Kendini formunu bozmaksızın geçirgen olabilen beyin kalıpları toplum katmanları arasındaki empatiyi ve ortak ilkelerle hareket etmeyi kolaylaştıracaktır.
Son yıllarda beyinle ilgili yapılan araştırmalar, insanın sanıldığı kadar da akıllıca hareket eden bir varlık olmadığını gösteriyor. Öyle görünüyor ki, çoğu zaman akıllıca düşünmek, sezgilerden ve duygulardan daha sonra geliyor. Aksi halde, içinde yaşadığımız toplumun sorunlarını hangi akılla açıklamak mümkün olabilir ki...
Öğretmen ‘bilgi aktarıcısı’ değil
Bir ülkenin geleceği beyinlere özgürce düşünmeyi öğretebilmekten geçer... Bu da önce ailelerin, daha sonra da eğitimcilerin işi. Öğrencisine düşünüp sorgulamayı öğretecek bir eğitim kurumunun, öncelikle kendi kurumsal kültüründe bunu yaşayan bir değer haline getirmesi gerekiyor. Eğitimin tüm paydaşlarının açık iletişim kurabildiği, istek ve ihtiyaçlarını özgürce dile getirebildiği bir ortam yaratmak son derece önemli.
Sınıf ortamında da, öğretmenlerin, mesleki rollerini doğru algılaması gerekiyor. Günümüz eğitim anlayışları, öğretmeni “bilgi aktarıcısı” olarak değil, öğrenciyle birlikte “bilginin keşfedicisi ve üreticisi” olarak görüyor. Bilgiyi keşfetmek ve üretmek de, ancak, merak duygusunun harekete geçirildiği, düşünüp sorgulama becerilerinin de beslendiği bir ortamda mümkün.
Bir öğretmen, kendi görüşlerine katılmayan, farklı bilgi ve yorumlar dile getiren öğrencilerini olumlu duygularla ve heyecanla karşılamalı. Hatta öğrencinin ortaya koyduğu bu farklı yaklaşımları cesaretlendirmeli. Belirli bir konuda aktardığı bilginin eleştirilmesini istemeli ve aynı konuda öğrencilerin kendi teori ve modellerini geliştirmelerini desteklemeli.
Sonuç olarak, gerçekten düşünen ve sorgulayan bireyler yetiştirmek, uzun süren ve emek isteyen bir iş. Geleceğin Türkiye’si, beynin katılaşmış kalıplarıyla değil, formunu koruyarak geçirgen olabilen kalıplarıyla yapılandırılacaktır. Aksi halde yaşadığımız sorunların bir kısırdöngü halinde hayatımızın ayrılmaz bir parçası olarak devam etmesi kaçınılmaz. Artık bu kısırdöngüyü kırmanın zamanı geldi.