4+4+4’ün iptal isteminin ret gerekçesi açıklandı

Güncelleme Tarihi:

4+4+4’ün iptal isteminin ret gerekçesi açıklandı
Oluşturulma Tarihi: Nisan 18, 2013 12:38

Anayasa Mahkemesi’nin, 4+4+4’ün iptal istemini ret gerekçesinde, “Laik devlet, dinler karşısında tarafsız olmakla birlikte, toplumun dini ihtiyaçlarının karşılanması konusunda kayıtsız değildir” denildi.

Haberin Devamı

Kamuoyunda 4+4+4 olarak bilinen İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun bazı hükümlerinin iptal istemini reddeden Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararı, Resmi Gazete’de yayımlandı.

CHP, kanunun bazı hükümlerinin iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açmış, Yüksek Mahkeme, iptal istemlerini reddetmişti.
Anayasa Mahkemesinin gerekçesinde, ‘Kur’an-ı Kerim’ ve ‘Hz. Peygamberimizin Hayatı’ derslerinin, ortaokul ve liselerde isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulmasını öngören kuralın iptalinin istendiği hatırlatıldı.
Dava dilekçesinde, kuralın, İslam dini ile devlet arasında aidiyet ilişkisi kurduğu, devletin tüm dinler karşısında eşit mesafede durmasını engelleyeceği, bu dersleri seçmeyecek öğrencileri dolaylı da olsa inançlarını açıklamaya zorlayacağı ayrıca, ikili bir eğitime yol açacağı, dolayısıyla kuralla, Anayasa’da korunan laiklik ve eşitlik ilkeleri ile din ve vicdan özgürlüğünün ihlal edildiğinin öne sürüldüğü belirtildi.

Haberin Devamı

Laikliğin Türkiye’de, 1937 yılından itibaren anayasalarda yer alan temel ilkelerden biri olduğuna işaret edilen gerekçede, bu kavramı tanımlarken ve unsurlarını ortaya koyarken, “sistematik yorum yöntemi kullanmak suretiyle Anayasa’nın konuya ilişkin tüm hükümlerini bütüncül bir yaklaşımla değerlendirmek gerektiği”ne işaret edildi.
Laiklik kavramının, Anayasa’nın başlangıcı ile 2, 13, 14, 68, 81, 103, 136. ve 174. maddelerinde yer aldığı, bu maddelerde laikliğin, devletin dini inançlar karşısındaki konumunu belirleyen siyasal bir ilke olarak düzenlendiği vurgulanan gerekçede, laikliğin, bireyin ya da toplumun değil, devletin bir niteliği olduğu belirtildi.

Laikliğin iki farklı yorumu

Laikliğin tarihsel gelişimi incelendiğinde, din olgusuna yönelik yaklaşım farklılıklarına bağlı olarak kavramın iki farklı yorumu ve uygulamasının görüldüğü ifade edilen gerekçede bunlardan, katı laiklik anlayışına göre dinin, “bireyin sadece vicdanında yer bulan, bunun dışına çıkarak toplumsal ve kamusal alana kesinlikle yansımaması gereken bir olgu” olduğu belirtildi.
Laikliğin daha esnek ya da özgürlükçü yorumunun ise “dinin bireysel boyutunun yanında aynı zamanda toplumsal bir olgu olduğu” tespitinden yola çıktığı belirtilen gerekçede, bu laiklik anlayışının ise dini sadece bireyin iç dünyasına hapsetmediği, onu bireysel ve kolektif kimliğin önemli bir unsuru olarak gördüğü, toplumsal görünürlüğüne imkan tanıdığı bildirildi.

Haberin Devamı

Laik bir siyasal sistemde, dini konulardaki bireysel tercihler ve bunların şekillendirdiği yaşam tarzının, devletin müdahalesi dışında ancak, koruması altında bulunuğu ifade edilen gerekçede, bu anlamda laiklik ilkesinin, din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi olduğu vurgulandı. Yüksek Mahkemenin gerekçesinde, şu ifadelere yer verildi:

“Dinler ve inançlar, mensuplarının yaşam biçimlerini, kimliklerini ve diğer insanlarla ilişkilerini etkiler. Din ve inanç yönünden toplumların çeşitlilik arzettiği, toplumda farklı dinlerin, inançların ya da inançsızlıkların bulunduğu da tarihsel ve sosyolojik bir gerçekliktir. Bu nedenle, demokratik ve laik devletin temel amaçlarından biri, toplumsal çeşitliliği koruyarak, bireylerin sahip oldukları inançlarıyla barış içinde birarada yaşayabilecekleri siyasal düzenleri inşa etmektir.

Haberin Devamı

Laiklik, devletin din ve inançlar karşısında tarafsızlığını sağlayan, devletin din ve inançlar karşısındaki hukuki konumunu, görev ve yetkileri ile sınırlarını belirleyen anayasal bir ilkedir. Laik devlet, resmi bir dine sahip olmayan, din ve inançlar karşısında eşit mesafede duran, bireylerin dini inançlarını barış içerisinde serbestçe öğrenebilecekleri ve yaşayabilecekleri bir hukuki düzeni tesis eden, din ve vicdan hürriyetini güvence altına alan devlettir. Devletle dinin ayrılığı, din ve vicdan hürriyetinin bir gereği olmanın yanında, dinin siyasi müdahalelerden korunması ve bağımsızlığını sürdürmesi için de gereklidir.”

Laiklik dinsizlik anlamına gelmez

Haberin Devamı

Gerekçede, farklı dini inançlara sahip olanlar ya da herhangi bir inanca sahip olmayanların laik devletin koruması altında bulunduğu, Anayasa’nın 2’nci maddesinin gerekçesinde yapılan tanıma göre, “hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laikliğin, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına geldiği” belirtildi.
Devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşebileceği ortamı hazırlamak için gerekli önlemleri almak zorunda olduğuna işaret edilen gerekçede, şu tespitler yapıldı:
“Bu anlamda laiklik, devlete negatif ve pozitif yükümlülükler yüklüyor. Negatif yükümlülük, devletin bir dini ya da inancı resmi olarak benimsememesini ve bireylerin din ve vicdan hürriyetine zorunlu nedenler olmadıkça müdahale etmemesini gerektiriyor. Pozitif yükümlülük ise devletin, din ve vicdan hürriyetinin önündeki engelleri kaldırması, kişilerin inandıkları gibi yaşayabileceği uygun bir ortamı ve bunun için gerekli imkanları sağlaması ödevini beraberinde getiriyor.”

Haberin Devamı

Laikliğin devlete yüklediği pozitif yükümlülüğün kaynağının, Anayasa’nın 5’inci ve 24’üncü maddeleri olduğu belirtilen gerekçede, Anayasanın 5’inci maddesine göre, devletin, temel amaç ve görevlerinden birinin, “kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak” olduğu belirtildi.

Gerekçede, insan haklarına ilişkin milletlerarası antlaşmalarda da korunan din ve vicdan hürriyetinin, bireyin manevi gelişimine hizmet eden temel hak ve hürriyetlerin başında geldiği vurgulandı.
Din eğitimi ve öğretiminin, Anayasa’nın 24’üncü maddesinde din ve vicdan hürriyetinin bir gereği olarak kabul edildiği anımsatılarak, bu maddede, öncelikle din eğitimi ve öğretiminin devletin gözetim ve denetimi altında yapılacağı, din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve ortaöğretimde okutulan zorunlu dersler arasında olduğu, bunun dışındaki din eğitim ve öğretiminin ise ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlı yapılacağının belirtildiği hatırlatıldı.

Devlet dini ihtiyaçların karşılanmasında kayıtsız değil

Gerekçede, “Laik devlet, dinler karşısında tarafsız olmakla birlikte, toplumun dini ihtiyaçlarının karşılanması konusunda kayıtsız değildir. Laiklik ilkesi, doğup geliştiği Batı’da, dinin toplumsal ve kamusal alandan tamamen dışlanması sonucunu doğurmamış, dini ihtiyaçların karşılanmasına yönelik devlet politikalarını beraberinde getirmiştir. Devlet okullarında ve özel okullarda öğrencilere din eğitim ve öğretiminin verilmesi bu politikaların başında gelmektedir” tespitlerine yer verildi.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye hakkında verdiği 9 Ekim 2007 günlü kararında, devlet okullarındaki din eğitimi konusunda karşılaştırmalı hukuku da incelediği belirtilen gerekçede, “AİHM’in tespitlerine göre, Avrupa Konseyine üye inceleme konusu 46 ülkeden 43’;ü devlet okullarında öğrencilere din dersleri sunuyor. 46 ülkeden 26’sında bu eğitim zorunlu dersler arasında. Ancak, bu zorunluluğun biçim ve derecesi ülkelere göre değişiyor. Bazı ülkeler, din derslerini mutlak olarak zorunlu tutarken, diğerleri ise bu derslerden muafiyetlere ve alternatif derslerin alınmasına imkan tanıyor” denildi.

Din eğitimi devlet tarafından

Türkiye’de, 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile başlayan süreçte din eğitimi veren okulların devlet tarafından kurulmasının öngörüldüğü ve bu alanda özel okulların açılmasının yasaklandığı ifade edildi.
Dolayısıyla devletin, bir taraftan din eğitimi-öğretimi yapan kurumların açılması, diğer taraftan da okullardaki din eğitimi ve öğretimine ilişkin zorunlu ve seçmeli dersleri belirleme konusunda tekel konumunda bulunduğu vurgulanan gerekçede, şu görüşlere yer verildi:

“Bireylerin devlet kurumları dışında din eğitim ve öğretimi alabilecekleri kurumsal alternatiflerinin bulunmadığı gerçeği, laikliğin devlete yüklediği pozitif yükümlülüğü daha anlaşılır ve önemli hale getiriyor. Buna göre, dava konusu kural, devletin din eğitimi konusunda üstlendiği pozitif yükümlülüğün bir gereğidir. Kuralla getirilen isteğe bağlı seçmeli derslerin, kişilerin kendi isteği ve küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebi kapsamında sağlanacak olan din eğitim ve öğretiminin gereği olduğu açıktır.”

Kanun koyucunun, ‘Hz. Peygamberimizin Hayatı’ ismini tercih etmesinin, zorunlu olarak İslam dini ile devlet arasında bir aidiyet ilişkisinin kurulması sonucunu doğurmayacağına işaret edilen gerekçede, her şeyden önce, kuralla getirilenin isteğe bağlı seçmeli ders olduğu vurgulandı.
Dersin muhatabının da bu dersi seçecek öğrenciler olduğu belirtilerek, “Dersin isminin o dersi seçecekler dikkate alınarak belirlendiği anlaşılıyor. Diğer isteğe bağlı seçmeli ders ‘Kur’an’ dersinin yanına yüceltme ifadesi olan ‘Kerim’ sıfatının eklenmesine benzer şekilde ‘Hz. Peygamberimizin Hayatı’ isminin kullanılması, aidiyetlik kurmaktan ziyade, o dinin mensuplarının kutsallarına saygıyı ifade ediyor” denildi.

Devlet ile İslam dini arasındaki kurumsal ilişki

Gerekçede, bir bütün olarak bakıldığında, Türkiye’de baştan beri laiklik ilkesinin anayasal düzeyde ve uygulamada Devlet ile İslam dini arasındaki kurumsal ilişkiyi mutlak surette dışladığının da söylenemeyeceği ifade edildi. Anayasa’nın, resmi bir dine yer vermemekle birlikte, çoğunluk dininin mensuplarının inanç, ibadet ve eğitim gibi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik resmi mekanizmalar öngördüğü vurgulanan gerekçede, Anayasanın 136’ncı maddesinin, Diyanet İşleri Başkanlığını, laiklik ilkesi doğrultusunda özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmek üzere, genel idare içinde yer alan bir anayasal kurum olarak tanımladığı belirtildi.
Anayasa’nın 174’üncü maddesinde, “Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini koruma amacını güden” ve Anayasa’ya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamayacağı ve yorumlanamayacağı güvence altına alınmış bulunan inkılap kanunlarının başında “3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu”nun geldiği ifade edildi.

Bu kanunun 4. maddesinde, “Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir İlahiyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de aynı mektepler küşat edecektir” denildiği hatırlatılan gerekçede, şu tespitlere yer verildi:
“Buradaki ‘imamet’ ve ‘hitabet’ gibi kavramların İslam dinine ait kavramlar olduğu, dolayısıyla Milli Eğitim Bakanlığı’na tevdi edilen görevin, bu dinin mensuplarının dini hizmetlerini yerine getirecek kişileri yetiştirecek eğitim kurumlarının açılması görevi olduğu açıktır.

Sonuç olarak, Anayasa, dini hizmetleri toplumsal bir ihtiyaç olarak görmekte ve devlete bu ihtiyaçların karşılanması yönünde yükümlülükler yüklemektedir. Anayasa’nın 24’üncü maddesinde din eğitimi ve öğretiminin devletin gözetim ve denetimi altında yapılmasına dair düzenleme de bunu gösteriyor. Anayasa’da ifadesini bulan laiklik ilkesi, bir yandan dinin devletin esaslarını belirlemesini engellemekte, diğer yandan da din eğitim ve öğretimi dahil dini hizmetlerin devlet eliyle verilmesine imkan tanımaktadır. Bu nedenle, dava konusu kural, Anayasa’nın 2’nci ve 24’üncü maddeleriyle uyum içindedir.”

İlköğretime başlangıç yaşında değişiklik yok

Anayasa Mahkemesinin gerekçesinde, 6–14 ilköğretim çağı yaş aralığının 6–13 şeklinde değiştirilmesiyle ilgili iptal istemini incelendi. Bu düzenlemeyle, ilköğretim çağının başlangıç yaşında değişiklik yapılmadığı, bitiş yaşının bir yıl düşürüldüğü belirtilen gerekçede, ilköğretim çağının başlangıç yaşının 6 olduğu ve bu çağın, çocuğun 5 yaşını bitirdiği yılın eylül ayı sonunda başlayacağı konusunun önceki düzenlemede olduğu gibi aynen tekrarlandığı ifade edildi.
Gerekçede, buna karşılık, ilköğretim çağı bitiş yaşının 14 yerine 13 şeklinde değiştirildiği, bu çağın 13 yaşın bitirilip 14 yaşına girildiği yılın öğretim yılı sonunda dolacağının belirtildiği belirtildi. Değişiklikten önce 6–14 yaş aralığını kapsayan ilköğretim çağının, dokuz eğitim ve öğretim yılına tekabül ettiği, böylece sekiz yıllık zorunlu eğitime fiilen başlama yaşını belirleme konusunda yürütmeye belli ölçüde takdir yetkisi tanındığı bildirildi.

Eğitim doğumla başlar

Gerekçede, şu tespitler yapıldı:

“Eğitim, doğumla başlayan bir süreç olup bireyin yaşına ve fiziksel, bilişsel, psiko-sosyal ve ahlaki gelişim düzeyine göre içeriği ve yöntemi değişebiliyor. Eğitimin çağdaş ve bilimsel olması, çocuğa verilecek eğitimin içeriği ve yönteminin, çocuğun yaşı ve gelişim düzeyiyle uyumlu olmasını gerektirmekte olup, içerik ve yönteminin çağdaş ve bilimsel esaslara uygun olarak belirlenmesi koşuluyla Anayasa’nın 42. maddesinde öngörülen zorunlu eğitimin hangi yaşta başlatılacağının takdiri kanun koyucuya aittir. Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar Anayasaya aykırı değildir.”

Lozan Antlaşması’na atıf

Gerekçede, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucu belgelerinden Lozan Antlaşması’nın, azınlıkların haklarını düzenleyen en önemli hukuki metinlerden biri olduğu, Antlaşma’nın, “Azınlıkların Korunması” başlıklı üçüncü faslında “Türkiye’de yaşayan gayri müslim azınlıkların hukukunun düzenlendiği” hatırlatıldı. Gerekçede, şu ifadelere yer verildi:

“Dava konusu kural, Lozan Antlaşması’nın hükümleriyle birlikte değerlendirildiğinde, din eğitimi ve öğretimi konusunda diğer dinlerin mensuplarına ayrımcılık yapılmadığı anlaşılmaktadır”

Kur’an kursları örgün değil yaygın eğitim faaliyeti

Anayasa Mahkemesinin gerekçesinde, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde açılan Kur’an kurslarında gerekli dini bilgilerin verildiği gerçeği karşısında, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda “Kur’an-ı Kerim” ve “Siyer” derslerinin verilmesinin eğitimin birliği ilkesine, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun korunduğu Anayasa’nın 174. maddesine aykırı olduğunun ileri sürüldüğü belirtildi. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki kursların, örgün değil yaygın eğitim faaliyeti olduğu, dava konusu kuralla öğrencilere ve kanuni temsilcilerine din eğitimi ve öğretimi konusunda seçenek tanındığı ifade edilen gerekçede, her iki kurum tarafından sağlanan din eğitimi ve öğretiminin, devletin gözetim ve denetimi altında olduğu vurgulandı.

Dava dilekçesinde, imam hatip ortaokullarının açılması ve mesleki seçmeli derslerin konulduğu ilköğretimin ikinci kademesinin 9–10 yaşlarında başlatılmasının çocukların öğrenmelerini değil, koşullandırılmalarını sağlamayı amaçladığı ve bu durumun çağdaş bilim ve eğitim esaslarına aykırılık oluşturduğunun da ileri sürüldüğü belirtildi.
Gerekçede, dava konusu kuralla, ilköğretim kurumlarının, dört yıl süreli ve zorunlu ilkokullar, dört yıl süreli ve zorunlu ortaokullar şeklinde iki kademeden oluşacağının belirtildiği, ilköğretimin ikinci kademesini oluşturan ortaokulların, ortaokullar ve imam hatip ortaokulları şeklinde iki kısma ayrılması ve gerek ortaokulların gerekse imam hatip ortaokullarının, farklı programlar arasında tercihe imkan verecek şekilde oluşturulmasının öngörüldüğü ifade edildi.

Eğitimde Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi kapsamında, Milli Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde, 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’nun, ceza ve ihalelerden yasaklama haricindeki hükümlerinin uygulanmamasının öngören Kanun maddesinin de iptali istendi.

Devlet harcamalarında 4734 sayılı Kanun’un uygulanmasını zorunlu kılan bir anayasa kuralı bulunmadığından, kanun koyucunun bazı mal ve hizmetler yönünden farklı usuller benimsemesinde anayasal açıdan bir engel olmadığı vurgulanan gerekçede, kamu otoritelerinin hak, yetki, görev ve sorumluluklarının ne şekilde düzenleneceğinin kanun koyucunun takdirinde olduğu belirtildi. Gerekçede, devletin, kamu gücü kullanan otoritelere eşit muamele etme yükümlülüğü bulunmadığı, kanun koyucunun, bir yetkiyi belli bir kamu otoritesine tanıyıp diğerlerine tanımamasının eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmayacağına işaret edildi.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!