‘24 Kasım Öğretmenler Günü’ vesilesiyle öğretme, öğretmen ve öğretmenlik...

Güncelleme Tarihi:

‘24 Kasım Öğretmenler Günü’ vesilesiyle öğretme, öğretmen ve öğretmenlik...
Oluşturulma Tarihi: Kasım 18, 2024 11:43

Eğitim sistemini oluşturan pek çok öge içinde öğretmen, öğrenci ve eğitim programı (müfredat) üçlüsü, diğerlerine oranla daha öne çıkar. Bu üçlü içerisinde de diğerlerini etkileme gücü daha fazla olan öğretmendir. Öğretmenlik ise Altan’ın (2006) da belirttiği üzere zihinsel bir uğraştır; öğretmen de bir bilgi teknisyenidir.

Haberin Devamı

Öğretmenin öğrenme süreci, mezun olduğu okul yıllarıyla sınırlı değil. Hem alanındaki hem de dünyadaki gelişmeleri izleyen, irdeleyen, yargılayan bir beyin işçisi. Yabancı dil bilmeyen, alanındaki yenilikleri ve yerli-yabancı basını izle(ye)meyen, enerjisi alınmış günlük bir yaşamı tekrarlayarak paslanan, kamunun maaş bordrosunda da sürekli hırpalanan, hırpalandıkça yaşam kalitesi düşen ve bunu da bir mazeret olarak kullanan kişilerle ‘öğretme’ işinde başarılı olma olasılığı yoktur.

Bilindiği üzere ülkemizde tıp için 50 bin, diş hekimliği için 80 bin, hukuk için 100 bin, eczacılık için 100 bin, mimarlık için 250 bin başarı sırası şartı bulunmaktadır. Öğretmenlik için ise bu sıralama 300 bindir. Bu tabloya bakan herhangi bir kişi doğal olarak diğer meslekleri öğretmenlikten daha önemli olarak algılayacaktır dolayısıyla böyle dikey bakış açıları değil de yatay bakış açıları, mesele üzerine düşünürken daha yardımcı olabilir. Ortaçgil’in “Biz şarkılarımızı yarıştırmayız tazı gibi…” dizelerinde olduğu gibi meslekleri de birbiriyle aynı teraziye koymamak gerekir.

Haberin Devamı

Dünyanın pek çok ülkesinde “Öğretmenler Günü” UNESCO’nun tavsiyesiyle 1994’ten beri her yıl 5 Ekim’de kutlanmaktadır; ülkemizde ise 24 Kasım’da kutlanmaktadır. Bunun sebebi ise şudur: Mustafa Kemal Atatürk’e 24 Kasım 1928’de “Başöğretmen” unvanı verildi. Bu özel gün, Atatürk’ün doğumunun 100. yılı olan 1981’de “Öğretmenler Günü” olarak kayıtlara geçti. Atatürk’ün “Başöğretmen” unvanını nasıl da hak ettiğini O’nun pek çok sözünde görmekteyiz aslında: “Dünyanın her yerinde öğretmenler insan topluluğunun en özverili ve saygıdeğer üyeleridir… Hükümetin en verimli ve en önemli görevi milli eğitim işleridir… Cumhurbaşkanı olmasaydım, Milli Eğitim Bakanı olmak isterdim… Gerçek zaferi siz (öğretmenler) kazanıp sürdüreceksiniz… Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır… Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir…” 

FARK YARATAN ÖĞRETMEN
Gerçek öğretmen, öğrenmeyi öğretmekten başka bir şey öğretemez.

Bazıları öğretmenliği, yalnızca yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlayan bir iş olarak, bazıları ise “bir fark yaratmak” için yaparlar. Fark yaratan bir öğretmenin bazı özellikleri vardır (Wong ve Rosemary, 2005):

Haberin Devamı

• Kullandığı renkli ve sihirli dille, anlattığı konuya tutku ve aşk kattığı için bir şairdir.
• Evrendeki etkileşimlere ve değişikliklere akıl, mantık ve merak kattığı için bir fizikçidir.
• Öğrencilerin düşüncelerini ve davranışlarını kakofoniden harmoniye götüren bir orkestra şefidir. (Dikkat: Orkestra şefleri enstrüman çalmazlar!)
• Her bir öğrencinin sağlam bir temel oluşturmasını sağladığı için bir mimardır.
• Düşüncelerin bükülmesini ve değişmesini, aynı zamanda esnemesini ve güçlenmesini sağladığı için bir beden eğitimi uzmanıdır.
• Farklı kişilik, kültür, inanç ve değerlerden oluşan kalabalıklar arasında üretken ve olumlu etkileşimler sağladığı için incelikli ve duyarlı bir diplomattır.
• Kendisine model olarak bakan genç insanlara davranışları ve ahlak anlayışıyla “anlam” taşıdığı için bir filozoftur.

 

Haberin Devamı

ÖĞRETME/DÜŞÜNME İŞİ
Tüm emelim, dingin havuzlara taş parçacıkları atan bir öğretmen olmayı başarabilmekten öte gitmiyor. (Ortega Y.  Gasset)

Öğretme işi, “çoktan seçmeli yanıtlar dünyasında, içi doldurulacak dairelerde geleceğini arayan beş şıkka sıkıştırılmış yaşamlar”la sonuçlanmamalıdır. “Aşağıdakilerden hangisi…” kalıbı ile başlamayan hiçbir soruya yanıt veremeyen, beş şıkkı görmeksizin hiçbir konuda fikir yürütemeyen bir nesil ortaya çıkıyorsa, öğretme işinde bir yanlışlık var demektir (İmga, 2005).

Öğretme işinde, öğretmene düşen en önemli görevlerden biri de öğrencilerine düşünmeyi öğretebilmektir. Çünkü düşünme yeteneği gelişmemiş bir kişinin yaptığı tek şey ezberlemektir. Oysa eğitimin amacı bazı şeyleri ezberletmek değil, öğrencinin düşünmesini ve öğrenmesini sağlamaktır. Papağanlar ezberler, insanlar öğrenir!

Haberin Devamı

Düşün(e)meyen insanların gerçek anlamda fikir sahibi olmaları da söz konusu değildir. Ortega’nın da dediği gibi fikir sahibi olmayınca insan gibi yaşayamayız. Yapıp ettiğimiz her şey fikirlere bağlıdır. Hintlilerin binlerce yıllık kitabında şöyle yazar: “Kağnının tekerleği öküzün ayaklarını nasıl izlerse, davranışlarımız da düşüncelerimizi öyle izler.” Bu anlamda fikirlerimiz neyse, biz oyuz.

Rodin’in “Düşünen Adam” adlı heykelini Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin bahçesine koymak, bir hayvanat bahçesinin açılış töreninde hayvan kurban etmek, uyuyan hastayı uyandırıp uyku hapı vermek, “okuldaki kızların çoğu geziye katıldı” cümlesinden “erkeklerin çoğu geziye katılmadı” anlamını çıkarmak gibi durumlar, düşünme becerisi olmadığında ortaya çıkabilecek trajikomik durumlara yalnızca birkaç örnektir.

Haberin Devamı

OYUN SADECE OYUN DEĞİLDİR
Benimle oynar mısın? (Bülent Ortaçgil)

Tonguç, ta 1934’te şöyle demiş: “Çocuk için oyun oynama ihtiyacının ekmek ve su kadar önemli olduğunu gösteren bu tablo karşısında pedagojiye dair kanılarımda değişiklikler yapmak gerektiğini anladım… Bu çağdaki çocuklara mahsus okullarda oyun alanı derslik kadar, oyun araçları da ders araçları kadar önemlidir. İlerde elime fırsat ve imkân geçer de okul binaları yaptıracak yetkilere sahip olursam, bu inancımı gerçekleştirmek için bütün gayretimi harcamaktan asla çekinmem.” 20 Kasım 1989 tarihinde her çocuğun yüksek yararının gözetilmesi temel ilkesine dayanan Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi uyarınca; çocuklar dinlenecek ve oynayacak zamana ve kültürel, sanatsal etkinliklere katılımda eşit haklara sahip olmalıdırlar. Yaşına uygun oyuncak ve ilgi yoksunu çocuk, okul yıllarına geldiğinde birçok sorun yaşıyor ve içinde bulunduğu olumsuz fiziksel ortamın da baskısıyla içine kapanık, öz-güven yoksunu, kendini ifade edemeyen bir birey haline dönüşüyor (Kavruk, 2004).

Sungur (2001) ise “Yaratıcı Okul, Düşünen Sınıflar” adlı kitabında şöyle diyor: İlkokulda oyun oynaması sokak çocuklarının işidir diye yasaklanan biri olarak oyunun çocukların hayatında ne denli önemli olduğunu bir kez daha öğrendim… Onlara “bilimsel araştırma nasıl düzenlenir”i öğretirken, onlar “hayatta en hakiki mürşit oyundur” dediler… Bilimsel çalışma ile oyunun farklı olmadığı uyarısında bulundular… Şu sıralar yaşamın bir oyun olduğunu, yaşama hakkının hem çocuk hem yetişkin için kendi oyununu kurabilmek ve ifade edebilmek için demokratik tutumlara susadığımızı düşünerek günlerimi geçiriyorum. Çocukluk döneminin temel amacı olan oyun; öğrenme, yaratma, deneyim kazanma, iletişim kurma ve yetişkinliğe hazırlanma aracıdır. Oyun; özgürce ve kendiliğinden yapılan, haz ve mutluluk kaynağı olan, çocuğun tüm gelişim alanlarını uyaran, yetenekleri kadar duyuları ve duyguları geliştiren etkinliklerin tümüdür. Oyun sırasında çocuk pek çok şeyi kendi kendine deneyerek öğrenir, kendisinde gizil güç olarak var olan yetenekleri geliştirir, birçok beceri kazanır, yetişkinin ve dış dünyanın baskısından kurtulur (Razon, 1985).

HAYAL KUR(DUR)MAK VE ÖĞRETMEN
İnsanlar hayalleri kadar özgürdür.

Toplumumuzda “hayal kurma”nın çok da iyi bir şey olmadığına ilişkin genel bir kanı vardır. “Hayalperest”, “Hayalci”, “Hayal dünyasında yaşıyorsun.” gibi lafların olumlu bir anlama sahip olduğu söylenemez. Oysa Toygar tarafından yapılan bir çalışmada “hayal kurmak”la ilgili olarak şunlar söylenmektedir: Çalışmayan beyin hücrelerini çalışır hale getirirsek 60 yaşında bile bir gencin beyni kadar aktiviteye sahip olabiliriz. Hayal gücüyle beyni çalıştırmaya sevk edebiliriz. Bir amaç ve hedefimiz varsa, beynimizde bu amaç ve hedefe adım adım ulaşma yollarını hayal ederek ve daima olumlu düşünerek oraya ulaşabiliriz. Hayal kurmak beynin çalışmasına katkı sağlar. “En büyük mucitler, en çok hayal kuranlardır.” sözü bu anlamda söylenmiştir. Bilgi ve belleğin oluşumu, gelişmesi ve olgunlaşması için hayal kurulmalıdır. Beyinler paraşüt gibidir, açılmadıkça çalışmaz. Beyin işlevleri 18-23 yaşlarında artar, 40 yaşından sonraysa hızla azalır. Günde 10 bin hücre ölür ama 65-70 yaşına kadar ölen hücrelerin sayısı toplam hücrelerin ancak yüzde 5’ine ulaşır. Her beyin hücresi öldüğünde, bellekte depolama, yeni bilgileri alma ve öğrenmede zayıflama oluşur. Eğer beyin hücrelerimizi çalıştırırsak, 60 yaşında, bir gencin beyni kadar aktiviteye sahip olabiliriz.

Yetişkinler, çocukları hayal kurmayı bırakmaya ve gerçekçi olmaya zorlayarak, onların yaratıcılıklarını öldürürler. Bir çocuğun hayal dünyasına dalmasını “aptalca” olarak nitelemek, çocuğun keşfetme arzusunun kırılmasına ve zamanla yok olmasına sebep olur (Özden, 2005).

DİSİPLİN VE ÖĞRETMEN
Korkunun olduğu yerde bilgelik olmaz. (Cicero)
Bir atı suya götürebilirsiniz ama ona zorla su içiremezsiniz. (Fransız atasözü)

Bir ilkokul ikinci sınıf öğrencisi anlatıyor: “Okula başlamadan önce yuvaya gidiyordum. Okulu da yuva gibi sanıyordum ama birden baskı altına girdik. Dersler çoktu, teneffüsler kısaydı, çok erken kalkıyordum, öğretmenimiz otururken biraz konuşsak hemen bizi cezalandırıyordu. Tuvaletimiz gelince yapamıyoruz, susadığımız zaman su içemiyoruz; bir arkadaşım yere su döktü diye öğretmenimiz su getirmeyi yasakladı. Okulda vanaları kapatıyorlardı, açanı da dövüyorlardı bundan dolayı su içemiyorduk. Ama okul şöyle olsaydı okulu severdim. Teneffüsleri biraz uzatsalar, su içebilsek, tuvaletimiz gelince yapabilsek, öğretmenimiz her yaptığımız şeye kızmasa okulu severim.” Ne kadar masum ne kadar insanî istekler…

Illich’in de dediği gibi öğretmenler, “tutsak” bir dinleyici grubuna vaaz vererek kendilerine gelenlerin özel hayatlarına burun sokma hakkını gören kişiler olmamalı. Sıkı okul disiplini en geniş anlamıyla bir hadım etmedir; bir anlamda bu, yaşamın kendisinin hadım edilişidir. Hiçbir itaatkâr çocuk, özgür bir yetişkin olamaz (Neill, 1985). İtaat ekenler, isyan biçerler.

Eğitim, bireyin anlam arayışı yolunda beyninin, yüreğinin ve elinin özgürleştirilmesidir. Çünkü eğitim bir sınır koyma uğraşı değil, ufukları genişletme çalışması olmalıdır. İnsanoğluna yakışır bir eğitim korkudan bağımsız bir eğitimdir. Korku dolu birey, özgür düşünme gücünü yitirir. Birey özgürlüğünü yitirince yeteneklerini de yitirir.

GÜLER YÜZLÜ CİDDİYET
Mizah, asık suratlılıktan daha zordur; mizah, zekâ ister.

Sirmen’in de dediği gibi, insanlar ne denli abus çehreli olurlarsa, o denli ciddi olurlar sanıyoruz. Hatta bu durumdan yararlananlar, bu olguyu kendilerine yaşam felsefesi yapıp bir köşede suskun durarak arada bir kafa sallayıp söylenenleri onaylayan ve sonra da kırk yılda bir, az bildiği konuda her yana çekilebilen birkaç tümce söyleyip hava basanlar vardır ki çoğu kişi bunları “ciddi” olarak niteler. Öte yandan, Bertrand Russel gülen söyleyen, sık sık şakalar yapan, karşısındakini sürekli şaşırtan bir adamdı ama Russel laubali değil ciddiydi. Sokrates’in tatlı dilli, güler yüzlü bir kişi olduğunu; kendisini de ciddi biçimde inceden inceye alaya alan Bernard Show’u hatırlayalım! Abus çehreyi ciddi sandığımız ve ona göre de eğitim yaptığımız için sokaklarımız çatık kaşlı, asık suratlı, dokununca patlamaya hazır insanlarla dolu. Aslında ciddiyetin kendisi güler yüzlüdür. Öğretmenin “uzun sopa”sıyla sınıfın en ucuna yetiştiği, öğrencilerin öğretmene “eti senin kemiği benim” diye emanet edildiği ve en ufak bir kusurda falakaya devrildiği eğitim, laubali bir eğitimdir. Eğitimin en “ciddi” uygulayıcıları ise en güler yüzlü öğreticiler olmuştur.

Öğrencilerce sıkça belirtilen önemli öğretmen özelliği, uygun bir mizah duygusudur. Bu tür öğretmenler öğrenmeyi eğlenceli kılar. Mizah tansiyonu ortadan kaldırır, öğretmenin kendine güvenini açığa vurur, güven ortamı sağlar ve disiplin sorunlarını azaltır. Ayrıca, mizahın etkin kullanımı öğrenmeyi pekiştirir ve kalıcılığı artırır (Özdemir ve Yalın, 2000).

İLETİŞİM VE ÖĞRETMEN
İletişim, bir canın başka bir cana değmesidir. (Doğan Cüceloğlu)

İletişim, iki birim (kaynak ve alıcı) arasında ileti alışverişi olarak tanımlanabilir. Birimler arasında yalnızca “alış” ya da yalnızca “veriş” söz konusuysa, buna iletişim değil, ileti(m) diyebiliriz. Eğitimin çok çeşitli tanımları yapılabilir. Bu tanımlara “eğitim bir iletişim işidir” tanımı da eklenebilir. Bir eğitim ortamında ne kadar çok iletişim varsa, orada o kadar çok öğrenme gerçekleşir.

İletişim deyince, bazılarının aklına yalnızca öğretmenden-öğrenciye doğru gerçekleşen ileti(m) gelebilmektedir. Oysa, eğitim ortamında etkili bir iletişim için öğrenciden-öğretmene ve öğrenciden-öğrenciye -ki buna genellikle “yaramazlık” ya da “gürültü” denir- gibi genellikle göz ardı edilen başka ögelere de gereksinim vardır.İletişimdeki önemli engellerden birisi de birçok öğrencide gözlenen “hata yapma korkusu”dur. Hata yapma korkusu içindeki bir kişi, iletişime girmemek için her yolu dener. Yanlış yapmadan doğruya ulaşmak çok zordur. Dolayısıyla öğrencilerin yanlış yapmalarına (da) fırsat verilmelidir. “Hata yaparım korkusu” öğrenciyi hiçbir şey yapmamaya iter. Hiçbir şey yapmayan öğrenci de “hareket etmeyen bisiklet, düşer” örneğinde olduğu gibi, eğitim sürecinin dışına itilir.

Öğretmen ve öğrenciler arasındaki yaş ve statü farklılıkları öğretmen ve öğrenciler arasında bir iletişim engeli oluşturmaktadır. Bu tür farklar nedeniyle öğretmenleriyle zaten iletişim kurmakta zorlanan öğrenci, öğretmeniyle görüşmek istemesi halinde, bir de oda kapısının kapalı bulunması durumunda, olasılıkla görüşmeden vazgeçerek oradan ayrılacaktır. Öğrencilerin, öğretmenlerinin kapılarını çalarak onları rahatsız etme endişelerini ortadan kaldıracak bir davranış, öğretmenlerin ders dışı çalışma saatlerinde oda kapılarını açık tutmaları olabilir. Bu davranış, öğretmenlerine rahatsızlık verme endişesi taşıyan öğrenciler için yüreklendirici görsel davetiyeler olmaktadır (Engin ve Birol, 2000).

Bir insanın eğitim hayatındaki en önemli gün, “mezuniyet günü” değil, okulun “ilk günü”dür. Öğretmenin, okulun ilk günü öğrencileriyle kuracağı (ya da kuramayacağı) iletişim, sonrası için de çok belirleyici olacaktır.


SON SÖZ
Okuttuğundan çok okumayan bir öğretmen çabuk yıpranır, ihtiyarlar ve bezginlik getirir. Araştırmaya, incelemeye düşkün, ak saçlı bir öğretmen devamlı genç ve dinçtir (Mustafa Necati, Milli Eğitim Bakanı, 1925). İnsan öğrenmeyi bıraktığı gün yaşlanır!

PROF. DR. KASIM KIROĞLU KİMDİR?
Lisans eğitimini Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesinde, yüksek lisans ve doktora eğitimini ise Hacettepe Üniversitesinde tamamladı. Pek çok makalenin yazarlığını yapan Kıroğlu, çeşitli kitapların editörlüğünü de yaptı. Araştırma ve incelemeler için Ferris State University’de ve University of Florida’da bulundu. Halen Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Temel Eğitim Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapıyor.

BAKMADAN GEÇME!